28 Eylül 2006 Perşembe günü "Büyükanıt Konuşacak, Televizyonlar Yayınlayacak" başlıklı bir yazı yazdım. Yazım gazetelerdeki bir habere dayanıyordu.
Haberde, "Harp Akademileri’nin 2 Ekim’deki açılış töreninde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın yapacağı önemli konuşma için televizyonlara canlı yayın izni verildi ve yayınlayacak kuruluşların başvurmaları istendi" (Hürriyet-27.09.2006) deniyordu.
Ben yazımda Genelkurmay Başkanı’nın yapacağı konuşmaya tepkimi şu sözlerle açıkladım:
"Genelkurmay Başkanı’nın Harp Akademileri’nin açılış töreninde konuşma yapması çok doğal. Temsil ettiği kurumun Türkiye ile ilgili görüşlerini ifade etmesi (irtica ve bölücülük tehlikesine dikkati çekmesi) ise en temel hakkı. Başkan’ın ilkesel boyutta kaygılarını dile getirmesi katiyen TSK’nın siyasete karıştığı anlamına gelmez. TSK’yı eleştiren AB’nin Türkiye Temsilcisi Hans Jörg Kretschmer’e karşı cevap hakkını kullanması da bir haktan öte, kurumu adına görevi."
Ancak, bu konuşmanın televizyonlarda canlı yayınlanması için çağrı yapılmasını yadırgadığımı, böyle bir tavrın yaratacağı dalga etkilerle ülkeyi gereceğini de belirttim.
Yazımın bir yerinde de Genelkurmay Başkanı için "en üst seviyede de olsa, yine de bir devlet memuru" tabirini kullandım.
* * *
Ertesi günü Genelkurmay’dan iki kez aradılar. Yazının içeriğine hiç girmeden ve büyük bir nezaketle "televizyon kuruluşlarına canlı yayın yapmaları için çağrı" yapmadıklarını, "birkaç kanalın canlı yayın yapmak amacıyla müracaatı üzerine, eşitlik ilkesi açısından, konuşmanın canlı yayınlanmasını tüm kanalara açtıklarını" belirttiler.
Bu yazı okurdan olağanüstü ilgi görmüş olmalı ki, iki gün e-postam "okur mektupları" ile doldu taştı. Her zaman olduğu gibi okurların yarısı yazıma alkış tuttular, diğer yarısı ise bu yazı nedeniyle beni kınadılar.
Kınayanlar arasında epey yüksek miktarda yer tutan ve kendilerini ulusalcı/Atatürkçü çizgide görenlerin mektuplarında bazı ortak noktalar vardı ki, bugün onları yayınlamak istiyorum. Zira, bu mektupların çizdiği ortak portreden ilginç bir "demokrasi anlayışı" çıkıyor. Mektuplara göre:
1) Benim bu yazıyı yazmam, hükümete açıkça yağ çekmektir.
2) Zaten bir vatan hainiyim, acele ülkeyi terk etmeliyim.
3) Hükümeti eleştiren, hatta bazen ağır kaçan yazılarım ikiyüzlülüğümü gösterir.
4) Hükümete haddini bildirmek TSK’nın görevidir.
5) Siyasiler canlı yayına çıktığına göre askerin de çıkıp görüş bildirmesi eşit bir haktır.
6) Gerici hükümeti başta görmektense askeri idare ehven-i şerdir.
7) Genelkurmay Başkanı’na, kanunlar ne derse desin "memur" demek hakarettir.
* * *
Perşembe günü yazdığım yazıda, "sürekli kabızlık ağrısı çekmekten ve sürekli gergin bir ülkede yaşamaktan çok bıktım!" diye yazmıştım.
Demokrat ulusalcı/Atatürkçülerden büyük özür dilerim, sayısı ne kadar çok olursa olsun, birkaç örnek mektuba dayanarak genelleme yapmanın ne kadar yanlış olduğunu da biliyorum.
Ancak, yine de söylemeden edemeyeceğim; bu minvaldeki mektupların sayısı çok fazla olunca kabızlığımın ve gerginliğimin yanına bir de hayal kırıklığı eklendi.
Üç tam, bir yarım darbe yaşamış bir ülkede ve dahi askerlerin bu kavramdan alabildiğine uzak durmaya çalıştıkları bir ortamda, kendi siyasi erklerine güvenemedikleri için, sokakta zor duruma düştüklerinde "baba!" diye bağıran şımarık veletler misali tepki veren okurlar moralimi beter bozdular.