Paylaş
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun adıyla anılan “komşularla sıfır sorun” politikası, artık Türkiye içindeki ve dışındaki muhalifleri ve eleştirmenler tarafından bıyık altından alaycı yorumlara zemin teşkil etmeye başladı.
Davutoğlu, bir “ideal”i ifade etmişti ve o “ideal” sonuç vermedi değil. En azından, Türkiye’nin Ortadoğu’ya esaslı ve bölge tarafından hoş karşılanan bir “partner”, bir “güç merkezi” olarak dönüşünün kulağı okşayan sloganı olarak değer kazandı.
Bununla birlikte, “Arap Devrimi” ve özellikle onun “Suriye ayağı”, Türkiye’nin Ortadoğu politikasına “Realpolitik”in sınırlarını da hatırlatmış oldu. Türkiye, Tunus ve Mısır’da hızla yapabildiğini, Libya ve Suriye’de yapamadı.
Yapamazdı da.
Libya ve Suriye politikasında özel olarak eleştirilecek bir yön de yok. Tunus ve Mısır’da hızla yaptığını, aldığı tavrı Libyave Suriye’de aynı hızla ve kararlılıkla gösteremedi.
Gösteremezdi de.
Suriye’nin özel durumu
Kaldı ki, göstermemeliydi de. Suriye ile Türkiye’nin çoğu yerde delik deşik, tam 911 kilometre uzunluğunda sınırı var. Sınırın öte tarafından, Hatay, Urfa ve Mardin illerimizde yaşayan insanlarımızın Arap soydaşlarının yanısıra, Türkmenler ve yine Hatay, Gaziantep, Kilis, ama özellikle Urfa ve Mardin’e bitişik Kürtler yaşıyorlar.
Suriye’nin büyük Kürt merkezi Kamışlı’yı, militan bir havanın estiği bizim Nusaybin’den sadece bir demiryolu ayırıyor.
Suriye nüfusunun yüzde 75 dolayı Sünni. Halka katliam boyutlarına oluşacak bir zulüm, 1982’de Hama’da birkaç gün içinde 20 bin kişinin öldürülmesini, şehrin yerle bir edilmesini zihinlerinden asla çıkartmamış olan Türkiye’nin dindarlarını mutlaka harekete geçirir.
Söz konusu kitle, Türkiye’nin iktidar partisinin kitle tabanının belkemiğidir. Bu da bir olgu.
Gelgelelim, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, bölge satranç tahtasında “Suriye karesi” üzerine yerleşerek oluşturuldu. İki ülke arasında vizeler kaldırıldı. Lübnan ile Ürdün, “Suriye siyasi havzası” mütalaa edilerek, dört ülke arasında bir “serbest ticaret bölgesi” kuruldu. AB’nin “Schengen”ine karşıt, “Şamgen”den belirgin bir gururla söz edilir oldu.
Söz konusu alan, Osmanlı “Şam Vilayeti” idi çünkü. Ayrıca, Suriye ile ortak askeri manevralar yapıldı, Halep ve Antep’te ortak hükümet toplantıları düzenlendi. Türkiye Başbakanı ile Suriye’nin otokratik Devlet Başkanı arasında kişisel muhabbet ve ailevi yakınlığa dayanan ilişkiler geliştirildi.
Komşularla sıfır sorun mu; sıfır ilkeler mi?
“Arap baharı” ya da “Arap isyanları” veya Arap entelektüellerinden (Mısırlı, Filistinli ve Lübnanlı) ortak biçimde Beyrut’ta işittiğime göre “Arap Devrimi” Türkiye sınırlarına dayanacak şekilde Suriye’yi kapsama alanına alınca, “komşularla sıfır sorun politikası” sloganını öne almak,Şam rejimini desteklemekten, ayağa kalkan ve yüzünü “Arap sokağının sevgilisi” Recep Tayyip Erdoğan’a çeviren Suriye halkına sırtını dönmekten başka bir anlam taşımayacaktı.
Christian Science Monitor, dünkü başyazısında “Tarihin bu döneminde, sıfır sorunlar, artık, sıfır ilkeler anlamına gelmiyor” diye yazdı. Doğru.
Türkiye, Beyrut’ta söylediğim gibi, “Arap Devrimi” sayesinde “Ortadoğu romantizmi”nden “Realpolitik”in “gerçek dünyası”na, ister istemez, dönüş yapmak mecburiyetindedir.
Ama bunu yaparken, “Ortadoğu açılımı”na yol gösteren, dış politikasının “felsefi dayanakları”ndan, bir demokrasinin sahip olması gereken –bugünlerde Batı’da pek az bulunur hale gelen- “ahlaki ölçüleri” de kaybetmeden.
Kısacası, “Realpolitik” ile “Moralpolitik” arasında bir ince ayar yakalamak zorundadır.
Tayyip Erdoğan sessiz kalamazdı
Başbakan Erdoğan’ın, Suriye rejiminin canını sıkan on gün önceki çıkışını böyle anlamak ve yorumlamak gerekiyor. “Bir daha Hama görmek istemediğimizi” söylerken ve Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad’ın bir türlü “reformcu adımları” atamamasını anlayamadığını vurgular ve “acaba çevresini mi aşamıyor” diye sorgularken, “demokratik-moral değerler”e gönderme yapmıştır.
Türkiye gibi, demokratik olmakla, diğerlerinden farklılığını sürekli tekrarlayan bir ülke, burnunun dibindeki Suriye’de silahsız göstericilere kurşun yağdırılmasına sessiz kalabilir mi?
Sessiz kalmaması, Suriye’nin mevcut rejimi ile şu anda tüm köprüleri atması gerektiği anlamına da gelmiyor. Unutmayalım, Suriye üzerinde Türkiye’den de fazla bir İran etkisi söz konusu. Suriye üzerinde Türkiye’ninkinden daha eski bir etki bu. 1979’dan bu yana kurulmuş olan bir Suriye-İran ekseni var ve bu, Hizbullah üzerinden Lübnan’a uzatılıyor. Filistin’e Hamas üzerinden uzatılan kolunu ise, Türkiye’nin de desteklediği Fetih-Hamas uzlaşması ile Mısır kaptı.
Türkiye, şu anda “Suriye havzası”nı tümüyle İran’a da terkedemez.
Rejimle ilişkisini korumaya devam edecek; ama “adım at, halkına karşı silah kullanma” diye bastırmaya devam ederek.
Hükümet Güneydoğu’da, Suriye’deki Baas’a benzeyemez
Christian Science Monitor’un başyazısının başlığı “Suriye, Türkiye için bir sınav niteliğinde” idi.
Bir ay kadar önce, Ahmet Davutoğlu, bunu Başşar Esad’a söyledi ama. Suriye Devlet Başkanı’nı reform yönünde adım atmaya teşvik ederken, “Sizinle ilişkilerimizin düzeyinden ötürü Türkiye’de ağır eleştiriler almaya başladık. Bu eleştirileri yapanlar haklı. Biz de sizin üzerinden sınanıyoruz” demişti.
Atmazsa –artık atabileceği daha da kuşkulu- demokratik Türkiye’nin, otokratik Suriye’yi sırtına taşıması, Ak Parti hükümetinin bir Baas rejimine ilanihaye kefil olması mümkün değildir.
Ancak, Türkiye’nin bu “moral ağırlığı” kaldırabilmesi için, kendi ülkesinin Güneydoğu’sunda, Suriye’ye benzer görüntüler yaşatmaması da şart.
BDP’ye, ona-buna sorumluluk yükleyerek, durumu kurtaramazsınız. Şam rejimide onu-bunu suçluyor zaten. O zaman o da haklı. Şam rejiminden farksız bir Ankara hükümeti olamazsınız.
Provokasyonu –devlet içinden- kimin yaptığını iyi biliyorsunuz; önleyin!
Paylaş