17 Haziran 2011
Seçim sonrasında Türkiye’nin önüne dikilecek iki ana konunun, içeride “yeni anayasa”, dışarıda ise “Suriye” olduğunu defalarca vurgulamıştık. İkisi arasındaki “ortak payda” ise, öyle olduğu ilan edilmemiş olsa da “Kürt sorunu”.
Türkiye, “yeni anayasa”nın parametrelerini konuşmaya henüz başlamışken, Suriye, geldi Türkiye’nin kapısına dayandı.
Suriye’nin Türkiye’nin kapısına –siyasi sorun önceliği anlamında-dayanmasının somut göstergelerinden biri, 10 bine yakın Suriye vatandaşının sınırı aşıp Türkiye’ye sığınması. 10 bini aşkın insan da, Türkiye’ye sığınmak üzere, sınırın öte tarafında bekliyor.
Suriye’de olaylar başladığında Türkiye’nin korktuğu ama beklediği “mülteci dalgası” öylesine vurucu bir gerçek haline geldi ki, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ilk kez seçildiği milletvekilliği mazbatasına almak üzere Ankara’ya gideceğine, ilk iş olarak Yayladağ’a, Hatay sınırına gitti.
Başşar Esad ise adından anlaşılabileceği gibi bir Türkmen olan ve iki yıl öncesine dek Suriye Savunma Bakanı olan Orgeneral Hasan Türkmeni’yi Ankara’ya Tayyip Erdoğan ile görüşmeye gönderdi.
Suriye’de “tampon bölge”
Bu arada, Türkiye’nin “göç dalgası” dayanılmaz boyutlara ulaşırsa –ki, böyle bir ihtimal var- Suriye topraklarına gireceği ve orada bir “tampon bölge” oluşturacağına ilişkin üzerinde durulması gereken spekülasyonlar yayılıyor.
Bölgede yaşayan tanınmış İngiliz gazetecisi Robert Fisk’in daha önce ortaya attığı bu ihtimali, M. Ali Birand da bazı “kaynaklara” dayanarak dünkü yazısında dile getirdi.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2011
Bugün 15 Haziran. Yani, Abdullah Öcalan’ın sık sık gönderme yaptığı PKK’nın “eylemsizlik” süresinin son günü. Öcalan, 15 Haziran tarihini”ya tarihi, büyük uzlaşma” ya da “kıyamet günü” gibi nitelemelerle vurgulamıştı. Hangisine doğru gidiyoruz?
15 Haziran, elbette ki, bir metafor. Bunu 12 Haziran seçimi sonrası dönem diye algılamak isabet olur. Nitekim, Öcalan da buna böyle işaret etmişti. Dolayısıyla, yarından itibaren “kıyamet” kopmasını kimse beklemesin.
Başbakan’ın “balkon konuşması”nda bazı “kodları” temenni ağırlıklı biçimde “deşifre” ederek, yakın gelecekte Kürt sorununun barışçıl çözüm rotasına gireceğine ilişkin umutlu beklentiler ve yorumlara rastlanıyor. İhtiyatı elden bırakmamak da yarar var. Çünkü, seçim sonrası ilk 48 saat içinde bakıldığında, BDP, seçim sonuçlarına ve başarısına gerektiği gibi adapte olabilmiş görünmüyor.
Bu tabii değişebilir ama manzara şimdilik bu.
BDP’nin “niteliksel” önemi, 36 sandalye ile TBMM’ye taşınmasındaki “niceliksel” gücünün çok ötesinde. Son seçim sonuçları, BDP’yi yeni anayasa yapımında “Kürt sorununun doğrudan temsilcisi” konumuna oturttu. Kürt oylarının çoğunluğu BDP’ye ait.
O nedenle, Kürt sorununa çözümü de içerecek yeni anayasanın omurgası, Ak Parti-BDP uzlaşması üzerine oturmak zorunda. CHP, buna katkıda bulunabilecek cinsten hayati bir rol oynayabilir ama yeni anayasa, esas olarak, Ak Parti-CHP uzlaşması üzerine oturur, BDP’yi dışlarsa, sorun çözülmez.
PKK-BDP doğru okunmalı
Taha Akyol, dün, “AKP ile CHP arasında yeni anayasa konusunda bir diyalogun gelişmesini mümkün görüyorum; çünkü anayasa konusundaki görüşleri uzlaştırılabilir niteliktedir. Medya ve STK’lar bunu teşvik etmelidir. BDP ile de anayasa diyalogu yapılması son derece gereklidir. Fakat buradaki sorun, BDP’nin nasıl davranacağıdır. BDP’nin vekil sayısı 36’ya çıktı. Bu, onun “demokratik sorumluluk’ duygusunu mu geliştirir; yoksa etnik milliyetçiliğin tabiatındaki çatışmacılığı mı besler?! Önümüzdeki dönemin hayati sorunu budur” diye yazdı.
Genel anlamda doğru. “Önümüzdeki dönemin hayati sorunu” gerçekten de bu.
Ancak, BDP’yi doğru okumak gerekiyor. BDP –asıl dayanağı olan PKK- çoklarının sandığı gibi “etnik Kürt milliyetçiliği”nin temsilcisi değildir. PKK-BDP’nin ideolojisi de, çekirdek önder kadrosu da, “Kürt solu”nu ifade ediyor.
“Kürt solculuğu”, tıpkı Türk solculuğunun büyük ölçüde Kemalizm ve ulusalcılıkla harmanlanmış olması gibi, bir nevi “Kürt Kemalizmi” ve “Kürt ulusalcılığı” ile harmanlanmıştır ve Kürtlerin bunca yıl inkar, asimilasyon ve zulme maruz kalan bir halk olmalarından ötürü, doğal olarak, “Kürt kimlik vurgusu” ön plandadır ama bu, PKK-BDP’yi “etnik milliyetçiliğin temsilcisi” gibi algılamamızı gerektirmez.
Hele, PKK-BDP’yi MHP ile, ve en vahimi Ergenekon ile aynı kategorizasyon içine oturtmamızı hiç gerektirmez.
Hasan Cemal dün “Türkiye 12 Haziran’la birlikte, öyle sanıyorum ki, Kürtleri artık bir siyasal varlık olarak da tanımaya başlamıştır. Bu gerçeği her şeyden önce Tayyip Erdoğan’ın kabullenmesi gerekir. Çünkü bu seçim sonucu, Kürt sorunuyla PKK arasına duvar çekmenin, BDP ile İmralı’yı görmezden gelmenin, meydanlarda Öcalan’ı asmaktan söz edebilmenin bu ülkede barış açısından nasıl bir yanlış ve hatalı bir değerlendirme olduğunu Erdoğan’la kurmaylarına göstermiş olmalıdır” derken çok önemli bir doğruya parmak bastı.
Umalım ve dileyelim ki, -bu konuda şüphemiz devametmekle birlikte- öyle olsun.
Hasan Cemal, “Eğer gerçekten barış diyorsak, bu konuda nasıl ki BDP, Kandil ve İmralı görmezden gelinemezse, nasıl ki Kılıçdaroğlu CHP’si göz ardı edilemezse, bunun gibi her iki seçmenden birinin oyunu almış olan Erdoğan ve Ak Parti’ye de sırt dönülerek barış yolu açılamaz Türkiye’de” diyerek bir başka çok önemli gerçeği de vurguladı.
BDP de kendisini doğru okumalı
Bu nokta da BDP’nin henüz “zafer sarhoşluğu”ndan ayılarak, serinkanlı ve “demokratik sorumluluk” içinde davranacağına ilişkin belirtiler ortaya gelmedi.
BDP’nin seçim sonuçlarını çok doğru değerlendirmesi gerekiyor.
Gerçekten de olağanüstü zor şartlarda, 36 bağımsız adayı milletvekili seçtirmek, Diyarbakır, Van, Hakkari, Mardin, Şırnak, Batman ve Muş’ta, bazıları uzak ara, birinci parti çıkmak çok büyük bir başarıdır ama şu gerçekleri de görmemiz ve BDP’nin de görmesi lazım:
1. BDP’nin oyu 1 puan bile artmamıştır.
2. Türkiye’deki Kürtlerin yüzde 42’si Ak Parti’ye oy vermiştir. PKK-BDP, Ak Parti’yi Kürtler arasından silememiştir. (Bu olgu, uzlaşma için bir araç olarak değerlendirildiği takdirde olumlu sonuç verir)
3. BDP’nin Türkiye sosyalist solunun bir bölümünden gösterdiği adayların toplumsal zemininin –çok büyük bölümünün diyelim- “Türk kökenli seçmenler” olmadığı bellidir. O adaylar da, seçilirken, PKK-BDP’nin kitle tabanına dayanmışlardır.
4. Şerafettin Elçi ve Altan Tan gibi sol olmayan ya da İslami-muhafazakar kimlikli adaylar, HAKPAR’ın desteği “psikolojik bir sinerji” yaratmış ama bu “seçmen sinerjisi”ne dönüşecek ölçüde olmamıştır.
Ak Parti’nin (daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın)12 Haziran’da “Kürdistan” diye nitelenen coğrafi alanda gerilediği ortaya çıkmış olsa bile, asla silinmediği ve yine de hatırı sayılır oranda bir temsil yeteneğini koruduğu ve hatta konsolide ettiği görülüyor. Yani, Tayyip Erdoğan, “Kürt kardeşlerim” deme hakkını kendisinde görmeye devam edecek demektir.
Yani, evet, PKK-BDP, Kürt sorununa taraftır (tabii ki, çözümüne de) ama Kürtlerin temsili bakımından, 12 Haziran, ona da bir sınır çizmiştir.
Demokrasi, Demokratik siyaset, Demokratik çözüm
Selahattin Demirtaş, buruk bir dille, Başbakan’ın kendilerini “terörist” olarak nitelendirdiğini hatırlatarak, “Şimdi anayasa için nasıl teröristlerle konuşacak?” diye sitem ediyor.
12 Haziran’dan sonra bu vurguya yapmanın kime, ne yararı var?
Sonuç olarak, nasıl Tayyip Erdoğan’ın “balkon konuşması”nı uzlaşmalı yeni anayasa sürecinde BDP ile ciddi bir müzakereye tercüme etmesi beklenecekse, BDP’nin de Selahattin Demirtaş’ın yukarıdak değil ama şu sözlerini ciddi biçimde uygulamaya dönüştürmesi beklenmeli:
“Bu sıradan bir başarı değil, tesadüf de değil. Medyanın bizi göstermek istediği imajın aksine bir halk hareketiyiz. Binlerce tutuklumuz var; devlet yardımı almıyoruz, sürekli polis baskısıyla karşı karşıyayız. Ama buna rağmen, halk bizi anlıyor, destek veriyor. Çünkü biz halkın kendisiyiz. Bana BDP’ye verilen oyun ne anlamı olduğunu soruyorsunuz. Tabii bizler söylemlerimizde, demokratik özerkliği, barışı, Öcalan’ın serbest kalmasını savunduk. Ama en nihayetinde demokratik siyaseti savunduk. Burada verilen oy, demokrasiye verilen oydur.”
Doğru. O halk, bu oyları 36 kişi gitsin TBMM’de “Savaşı savunsun, biz de o güçle savaşmaya devam edelim” diye vermedi; “Gitsin, savaşın son bulmasında, bizim arzuladığımız katkıyı yapsın” diye verdi. Çözümü “demokrasi”de gördüğü için verdi.
Yeni anayasa için, Başbakan’ın ciddi ve gerçek bir “BDP açılımı”na ihtiyaç var.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2011
Dünyanın neresinde seçimlere katılım yüzde 87 olsa (yanlış okumadınız 87!) ve seçime giren onca partiden biri toplam oyların yarısını alsa, ona “ezici bir seçim zaferi” denir. Ak Parti’nin oyları Suriye’nin toplam nüfusuna eşit. Seçimde oy kullananların sayısı ise Suriye, Lübnan, İsrail (Filistinlilerle birlikte) ve Ürdün nüfusu kadar.
Ve, düşünün ki, yüzde 87’lik katılımlı bir seçimde oyların yarısını elde etmiş olan parti, 2002’de yüzde 34, 2007’de rejimin üzerinde asker gölgesi inmişken yüzde 47 almış olsun ve oylarını yeniden arttırmış olsun.
Ve, düşünün ki, bu parti, ana muhalefet partisi ile arasındaki oy farkını 6 milyondan 10 milyona çıkartmış olsun; ki, ana muhalefet partisi oylarında 3,5 milyonluk bir artış elde etmiş olmasına rağmen.
Bu seçim sonuçlarının nasıl böyle çıktığını anlamaya çalışan Ak Parti’yi anlamaya ve çözmeye harcadığı vaktin daha büyük bölümünü Türkiye halkını, Türkiye’deki değişim dinamiklerini ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ı anlamaya ve çözmeye ayırırsa, doğru cevaba da o ölçüde yaklaşabilir.
Tayyip Erdoğan fenomeni
Tayyip Erdoğan’ın Ak Parti’den daha önde, partisini sürükleyen lokomotif olduğunu anlamak gerekiyor. Tayyip Erdoğan, 9 yıl sonunda yüzde 50’lik bir yetki yenilemesi elde ettiği bir tarihi dönemde, gücünü Türkiye’nin ötesine de taşırmış, önemli bir uluslararası aktör ve tartışmasız biçimde Ortadoğu’nun en etkili ve etkileyici siyasi kişiliği haline dönüştürmüştür.
Tayyip Erdoğan’ın önceki geceki görkemli seçim zaferi, paradoksal biçimde, İsrail ve Suriye’deki yöneticilerin tüylerini diken diken etmiş olmalıdır. Keza, Avrupa ve hatta ABD’de de bu oranlarla elde edilmiş bir Tayyip Erdoğan zaferinden büyük mutluluk duyanlar herhalde pek yoktur.
Son derece mütevazi bir arka plandan, Kasımpaşa’dan yola çıkan, dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak İmam Hatip’den geçip, İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nin gösterişsiz diplomasını koyan bu adam, siyaset merdiveninin basamaklarını birer birer başarıyla ve sadece halk oyuna dayanarak zirveye ulaştı.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan başlayarak geldiği yere, dört duvar arasına gönderilmesine rağmen, arkasındaki halk desteğini seçimlere sürekli arttırarak geldiği yere geldi.
Onun kişisel serüvenine şapka çıkartacaksınız.
Ardından, Türkiye halkı ile arasındaki “büyü”yü çözmek için kafa yoracaksınız. Bunu yaptığınız ölçüde, Türkiye halkını da, arada geçen yıllar içinde değişimin nasıl ve neden olduğunu da, Türkiye’nin değişim dinamiklerini de anlayabilirsiniz belki.
Türkiye halkının ve dolayısıyla Türkiye’nin gücünü de.
Ve, ileriye doğru iyimser bakmanın ipuçlarını da yakalayabilirsiniz.
“Harita”nın kalıcı rengi
Bu seçimin ikinci bir kazananı daha var. Kim ne derse desin, kim ne kadar sinirlenecek olsa ya da kabullenmekte zorlanacak olursa olsun; o ikinci kazanan, PKK-BDP siyaset hattıdır.
Kafaları devekuşu gibi kuma gömüp, PKK ile BDP arasında fark aramaya, bulamadığınız takdirde yaratmaya uğraşmakla vakit tüketmeye gerek yok.
PKK-BDP, Türkiye’nin bir siyasal-toplumsal olgusu olarak “haritada” yerini sadece almamış, sağlamlaştırmıştır.
Bu hat, bir önceki seçimdeki oy oranını arttırmışsa ve TBMM’deki sandalye sayısını 22’den 36’ya, üstelik tek kuruş Hazine yardımı almadan, binlerce kadrosu KCK’dan ötürü hapisteyken, çıkartmışsa, temsil gücünü ve Türkiye’nin göz ardı edilemeyecek bir siyasal olgusu olduğunu kanıtlamıştır.
Şunu da unutmamak gerekiyor: 36 rakamı, niceliksel değil niteliksel bakımında daha da anlamlıdır. Bu rakamı üreten dinamik, “sorun”un doğrudan tarafı olduğu için öyledir.
Kandil kökenli yayınlar, seçim kampanyası boyunca, 12 Haziran seçimlerinin “demokratik özerklik referandumu” olduğunu ilan ettiler. Ortaya çıkan seçim sonuçlarını, “referandumu kazandık” diye yorumlamaları mümkündür ve bu yorumlara başladılar bile.
Daha önce hesaplamadıkları ama seçimin ortaya çıkarttığı bir başka gerçeklik daha var: Ak Parti, yüzde 50’lik bir gücün sahibidir ve bunun içinde Kürt oyları da vardır.
Yeni anayasa yapmanın yol haritası
Türkiye’nin önündeki birinci gündem maddesi, seçimin mutlak galibi Ak Parti’nin ve lideri Tayyip Erdoğan’ın kendisini bağladığı ve bu seçimleri anlamlı kılan “yeni anayasa”dır.
Türkiye seçmeni, Tayyip Erdoğan’a ve Ak Parti’ye “yeni anayasayı mutlaka yap” yetkisini vermiştir ama TBMM’deki temsil sayısını 330’dan aşağı çekerek, “diğerleriyle görüşerek ve uzlaşarak yap” demiştir.
Öyle yapmak zorundadır. Öncelikle kapısını çalması gereken BDP ve CHP’dir.
CHP, hernekadar beklediğinin ya da kendisinden beklenenin altında bir konumda TBMM’de temsil edilecekse de, Deniz Baykal’ın CHP’si değildir. Yani, “yeni ve demokratik bir anayasa”ya takoz olmayacak özellikleri taşıyor. Ergenekon sanıklarını TBMM’ye taşımış olması, bu gerçeği değiştirmiyor.
MHP?
MHP, “misyonu”nu Türkiye’nin ileriye doğru demokratik gelişmesi ve Kürt sorununun kansız çözümü yönünde bir “fren” olarak tanımlıyor. Oy oranı da, TBMM’de sandalyesi de düştü. MHP’nin bu haliyle Türkiye’nin gelecek ufkunda anlamlı bir yeri gözükmüyor. Yüzde 10’un biraz altı ile yüzde 15 çevresinde bir zemine oturuyor.
Bu seçimlerden sonra, Tayyip Erdoğan’ın ve partisinin MHP faktörü nedeniyle atacakları her adımda “milliyetçiliğe rehin kalma” özürleri de kalmamıştır.
Yeni anayasa yapımında, “siyasi nezaket” gereği, Ak Parti, MHP’nin kapısını da elbette çalacaktır ama hayal kurmayalım; “yeni ve demokratik bir anayasa”, Ak Parti, CHP ve BDP arasında varılacak uzlaşmayla mümkün olacaktır.
İpuçları
Bu noktada, BDP’lilere bir uyarı: 36 kişilik bir temsil gücü önemlidir ve ciddidir. Bu gücü nasıl kullanacakları daha da önemlidir. Arkasına, hatırı sayılır bir bölümü Güneydoğu ve Doğu’dan gelen destekle yüzde 50’yi arkasına almış, büyüyen ve yarına güvenle bakmak isteyen bir ülkenin çok sevilen bir lideri ve iktidarı olgusuyla birlikte hareket etmeye mecburlar. Şayet, Türkiye bütünlüğü içinde yol almak istiyorlarsa.
“Maksimalist” taleplerle yol alabilmeleri kolay değildir ve “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” riski de mevcuttur.
Ak Parti ve liderinin ise, özellikle seçim kampanyasının son günlerinde BDP için kullandığı sözcükler ve sıfatları geçmişe gömüp, sorumlulukla BDP’ye ve de CHP’ye yeni anayasa yapımı için yaklaşması gerekiyor.
Bunun pekala yapılabileceğinin ipuçları Tayyip Erdoğan’ın “balkon konuşması”nda mevcuttur.
Sıra, “balkon konuşması”nı siyasete tercüme etmeye geldi.
Tayyip Erdoğan’ın “yeni anayasa”nın nasıl olacağı ve nasıl yapılacağına ilişkin “balkon”da söylediklerinin uygulanmasına...
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2011
Diyarbakır’ın orta yerinde, 1925’te Şeyh Said’in asıldığı alanda, Dağkapı Meydanı’nda gerçekten bir ucube heykel var.
Bir Atatürk heykeli. İki öğrencinin elinden tutmuş, sarı renkte bir heykel.
Ucube heykeldekinin Atatürk olduğundan emin olamadığım için, meydanı boydan boya geçtim, yakından göreyim diye. Bunca zamandır Diyarbakır’a gelip giderim, hiç dikkat etmemişim.
Heykelin dibine sokulup, baştan aşağı süzdüm. Atatürk idi. Ucube bir heykel ve Atatürk. Tabii ki, ucubeliğinden ötürü kimse yıkamaz, yıktıramaz onu. Ucube de olsa Atatürk heykeli o.
Hem Şeyh Said’in asıldığı meydanda mümkün mü, ucube gerekçesiyle de olsa, daha iyisini yapacağız dense de, bir Atatürk heykelini yıktırmak. Değil. Olmaz.
Dağkapı’ya heykel tetkikatı yapmak için gitmemiştim. Gittiğim vakit gördüm. Tümüyle raslantı.
Sivil cuma namazı
“Sivil cuma namazı”nı görmeye gittim. Kim katılıyor? Ne kadar kişi katılıyor? Kürtçe ezan diye bir şey yok, elbette. Ama hutbe Kürtçe idi. Biraz daha öğrensem dili, hutbenin tümünü anlayabilecekmişim. Epey bir bölümünü anladım. Gayet dini içerikliydi. Güncelle bağlantı kuran.
“Sivil Cuma”ların hutbeleri de, Diyanet’in “merkezi” kararla gönderilen hutbelerinden daha iyi oluyor anlaşılan.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2011
Seçime 48 saat kala, köşe yazarları ve gazetecilerin bir bölümü, oy tercihlerine ardarda gerekçeleriyle açıklamaya başladılar.
Bu ilk kez oluyor ve iyi bir şey.
Tarafsızlığa hiçbir vakit inanmamış, tavırsızlığı hiçbir durumda benimsememiş benim gibi biri açısından, dürüst ve olması gereken bir tavır. Birçok ülkede örneklerine de raslanır. Hatta yayın organları açık açık, seçim öncesi kimden yana ve neden öyle olduğunu ilan da ederler. Türkiye’de de bu noktaya bu seçimler vesilesiyle gelinmiş olması, ileri ve olgunluk ifade eden bir durum.
Bununla birlikte, ben oy tercihimi açıklayamayacağım. Çünkü, sandığa gidip gitmeyeceğimi de, gidersem mührü neyin üzerine basacağımı oy vermeye 48 saat kala bile bilemiyorum.
Kararsız bir kişiliğe sahip olduğumdan ya da tavırsızlığımdan değil. Tam tersine gayet “kararlı” olduğum ve kesin bir tavra sahip bulunduğum temel konularda, hiçbir partiye ve aday ismine “kefil” olabilmem, bu seçim kampanyası boyunca ikna olmadığım için.
Diğerine oranla birine meyletsem, çok “duyarlı” olduğum bazı konularda öyle sözler işitiyorum, öyle bir tavırla karşılayorum ki, “elim bunun partisine gitmez; gitmemeli” diyorum.
Eğer oy verir ve herhangi bir parti listesi ya da bağımsız adaya oy verirsem, biliyorum ki, o saat kafamdaki binbir taktik hesapla yapacağım bunu. Ne bir gönüldaşlıktan ötürü, ne de seçim sonrası o parti ya da kişiye kefil olabileceğimi düşündüğümden değil.
Bununla birlikte, seçim tahminimi paylaşabilirim. Bugünlerde önüne gelen soruyor da zaten. Sokakta sohbet ettiğimiz birçoğu ilk kek karşılaştığım insanlarla paylaşabildiğime göre, yüzünü görmediğim, belki de çoğunu tanımadığım okurlarla da pekala paylaşabilirim.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2011
Bu seçim kampanyasının en çarpıcı yönlerinden biri, bir sürü “ilk”in yaşanmış olması olmalı. Örneğin bir CHP Genel Başkanı, 9 yıllık bir aradan sonra ilk kez Diyarbakır’a gitti, konuştu. 9 yıl ciddi bir süre. İki yasama döneminden daha fazla.
Bir MHP Genel Başkanı’nın –Devlet Bahçeli- Diyarbakır’a 16 yıl aradan sonra ilk kez gidip konuşması da, bayağı bir “olay”. 16 yıl ne demek, dile kolay, tam dört yasama dönemi demek.
Yani, neredeyse Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana, Alparslan Türkeş’in binlerce polis ve kürsüde kalaşnikoflu korumalar eşliğinde Diyarbakır’da yaptığı konuşmadan, ilk kez MHP Genel Başkanı sıfatı ile Devlet Bahçeli ayak bastı Diyarbakır’a.
Bu, tabii ki, önemli. Daha da önemlisi, MHP Genel Başkanı’nın Diyarbakır gibi bir yerde Kürtlere hakaret etmiş olması. Bu da galiba “ilk kez” oluyor.
Bahçeli, hem de Diyarbakır’da “Siz bizim her şeyimizsiniz. Gönlümüzdesiniz, dilimizdesiniz. Washington’dakiler sizi benden fazla sevemez. Brüksel’dekiler benden daha çok anlayamaz. Erbil’deki peşmerge sizi benden çok sahiplenemez” diye meydanda bulunmayan Diyarbakırlılara “aşkını” haykırdığı bir konuşmada hakaret etti Kürtlere.
Bölgenin insanları yani Kürtler, niçin Devlet Bahçeli’nin ve arkadaşlarının “gönlünde” ve “dilinde”; “Erbil’deki peşmerge” bile (yani bundan 90 yıl önce kendilerine Irak Kürtleri denmeyen Kürtler, yani Diyarbakır’dakilerin soydaşları, kardeşleri) niçin onları Devlet Bahçeli kadar sahiplenemez, MHP Genel Başkanı’nın konuşmasından pek anlaşılamıyor.
Çözümün değil sorunun parçası
Anlaşılabilen şu: Bahçeli, Türkiye’nin Kürtlerini, “Türk milleti” içinde mütalaa ediyor. “Türk milleti” bu durumda “üst kimlik”. Haliyle, Irak’takiler Kürt olarak kalıyorlar; Türkiye’dekiler ise alicenap bir tavrın muhatabı olarak “Türk milleti” içine alınmış olduklarından, Devlet Bahçeli’nin sevgisine de mazhar oluyorlar ve “Türk milleti”nden ayrılmalarına da, dolayısıyla, izin verilmiyor.
MHP ve o zihniyet yapısının ne Kürt sorununa, ne ülkemizdeki Kürtlere, ne bölgeye ait hiçbir şey anlamadığını, anlamayı reddettiğini ve bu nedenle Kürt sorununun çözümünün bir “parçası” olamayacağını, tersine “sorunun bir parçası”nı oluşturduğunu görmek için, Devlet Bahçeli’nin Diyarbakır konuşması mükemmel bir örnek.
İşin buraya kadarki bölümü “idrak” ile ilgili. “Hakaret”, konuşmasının şu sözlerinde:
“Anadili anayasaya koyunca karnınız doyacak mı? Sırtınıza yeni elbise alabilecek misiniz?”
Bahçeli, insanların kimliğine yönelik en hakaretamiz, en kabul edilmez bu değerlendirmesinden önce “Hiç kimsenin kökeni kimseyi ilgilendirmiyor. İlgilendirmemeli. Anadiliniz ne olursa olsun konuşmasına saygımız vardır” sözleriyle sözde bir hoşgörü ve “çağdaş” anlayış koymuş gibi görünüyor. Kürtlerin kendi aralarında Kürtçe konuşmalarına da bir şey demiyor, hatta “saygısı” bile var.
Ama, iş anadile gelince, bir başka deyimle anadil önündeki anayasal engellerin kaldırılması söz konusu olunca; “karnınız mı doyacak, sırtınıza yeni elbise alabilecek misiniz?”
Bu sözlerin daha anlaşılır Türkçe’ye tercümesi şu olabilir: “Sen kimliğini bir yana bırak, karnını doyurmaya, üstüne başına bir şey geçirmeye bak!”
İnkar ve asimilasyonun MHP’cesi
İnsan onuruna, bir kimliğe bundan daha ağır bir hakaret ne olabilir?
Bir insanın anadilinden başka, bir kimliğin “varoluşsal ifadesi” olarak ne vardır?
Adına Kürt sorunu denilen ve onyıllardır katmerleşerek çözülemeyen ve bir kangren halini alan ve Türkiye’yi iki büklüm bırakan sorunun özü, zaten, Kürtlerin inkarı ve asimilasyonu ile ilgilidir.
Devlet Bahçeli’nin Diyarbakır’daki konuşması, esas olarak, “inkar ve asimilasyon”un onun ağzından deklarasyonundan ibaret olmuştur.
MHP Genel Başkanı, Başbakan Tayyip Erdoğan’ı suçlayarak, kendisi için çizildiğini iddia ettiği “Sivas-Gavurdağı çizgisinin ötesine geçemez” görüşünü Diyarbakır’a gelerek yerlebir ettiği kanısıyla “muzaffer” bir havaya bürünmüş olabilir ama Diyarbakır’da onu dinleyenler arasında pek Diyarbakırlı yoktu.
Çoğunlukla Elazığ’dan, Osmaniye’den, Adana’dan vs. taşınmış MHP’lilerden oluşan bir topluluğa Diyarbakır’da hitap etmiş ve Kürtlere Diyarbakır’dan hakaret etmiş olmasını, yine de bir tür “zafer” olarak değerlendirenler ya da Türkiye’de bir tür “normalleşme” işareti olarak görüp selamlamak isteyenler çıkabilir. Böyleleri var.
Ancak, bunu Diyarbakır halkının ve Kürtlerin, PKK-BDP çizgisinin çağrısına uyma disiplininin bir göstergesi olarak değerlendirmek daha isabetli olur.
Hiç kimse kendisini aldatmasın. Devlet Bahçeli, bu kafa yapısı ve bu söylemle Diyarbakır’a gelip konuşmuş ise, bu, halka ona sırtını çevirmesi ama müdahale edilmemesi çağrısına uyulduğu için mümkün olmuştur.
Haziran 2011’de Diyarbakır’daki konuşmasını “Ne mutlu Türküm diyene” diye bitiren bir siyasi liderin ne geçerli bir “Türkiye ufku” vardır; ne de Türkiye’nin geleceğinde anlamlı bir yeri.
Sadece onun değil, Türkiye’de Kürtleri anlamayan, Kürtleri hissetmeyen, anlamayı kabul etmeyen, sadece aklı değil vicdanı kilitlenmiş hiçbir Türk siyasetçisinin de Türkiye’nin geleceğinde kalıcı bir yeri olmayacak.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2011
Tam bir hafta sonra bu vakitlerde Türkiye’nin ne istikamette yol almaya başlayacağını anlayabileceğiz. Başbakan Tayyip Erdoğan, 32.Gün’de M.Ali Birand’ın “Seçimden sonra önceliğiniz anayasa mı, Kürt sorunu mu, ekonomi mi?” sorusuna “Bizim ilk etapta atacağımız adım yeni anayasadır. Ama bu Meclis aritmetiğiyle alakalı bir konudur. Meclis aritmetiği buna müsaade etmediği sürece mevcut durum ne ise onunla yürüyeceğiz” cevabını verdi.
Başbakan, TGRT’ye ise “Bize milletimiz 367 vekil verirse Anayasa’yı değiştirmek çok daha kolay olur. Ama ‘tek başımıza yaparız’ demiyorum... Meclis’te grubu olan tüm partilerle çalışır, tüm sivil toplum kuruluşlarını bu işin içine katarız. TÜSİAD’IN, TESEV’İN, daha önce TOBB’un, Barolar Birliği’nin, partilerin yaptığı çalışmalar var. Hepsini bir havuzda toplayıp çalışırız” dedi.
Seçime bir hafta kala, seçim sonucuna göre nasıl davranacağına ilişkin olarak Tayyip Erdoğan’dan “umut verici” cümleler bunlar. Tam da bu yüzden, seçim kampanyasının harareti içinde “kavgada bile söylenmeyecek” sözleri birbirlerine kolaylıkla sarfedebilen siyasi liderlerin sözlerini esas almamak gerektiği görüşünü dile getirdim.
O nedenle, Başbakan’ın seçim gecesi, sonuçlar belli olduktan sonra, yapacağı “balkon konuşması”na bel bağlamaktan vazgeçmedim.
Kimi dostlar, Tayyip Erdoğan’dan –özellikle Diyarbakır konuşmasının ardından- umudu hepten kesmişler; benim “balkon konuşması” beklentimi fazla iyimser, hatta hayalci buluyorlar.
Olabilir.
Yine de, Tayyip Erdoğan’ın yukarıda yer verdiğim sözlerine bakarak, “balkon konuşması”na ilişkin umudumu kesmediğimi bir kez daha yineleyeyim.
Burada yalnız da sayılmam; Başbakan’la en dişe diş seçim mücadelesini yürüten BDP desteğindeki bağımsız Kürt adaylardan biri, KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi, İnternethaber’e verdiği demeçte Başbakan’ın seçim gecesi yapacağı balkon konuşmasında üç konuda bir umut ışığı yakarsa, çözümün önünü açacağını söyledi.
Umut ışığı
Kıdemli bir siyaset adamı olan Şerafettin Elçi, “O umut ışığı nedir?” sorusuna cevabı şu:
“Başbakan 2005’te ‘Kürt sorunu vardır ben bunu çözeceğim” dedi. Somut önerileri koymalı. Yeni Anayasanın kimliksiz olacağı, kimlik olursa da Kürtlerle Türkleri eşit düzeyde kabul eden bir anlayış içinde yazılacağını deklare edilmeli. Anadille ilgili her türlü engelin kaldırılacağı ifade edilmeli. İşlemez duruma gelen merkezi sistem yerine ademi merkeziyetçi bir yol açılacağı söylenirse bu onun elini güçlendirir. Başbakan’ın bu konularda yapacağı açık net ve güçlü bir vurgu bir umut ışığıdır.
Kürtler bu sorunun demokratik sivil bir yöntemle çözümünden yana, ama bunun için de onurlu bir barışın sağlanması lazım. Dağdaki insanları ‘Gelin devlete teslim olun, Türk adaletine sığının’ gibi bir söylem indirmez. Yol belli. Belli bir dava için dağa çıkmışlar. Uğrunda dağa çıktıkları taleplerin yerine getirildiğini görürlerse onlar da seve seve dağdan inerler.”
Bunlar, olmayacak, gerçekleştirilemeyecek türden “maksimalist” talepler midir? Tayyip Erdoğan bunlara karşılık veremez mi?
Silahlar nasıl bırakılır?
Diyarbakır Baro Başkanı Emin Aktar, dünkü Taraf’ta Neşe Düzel’e “Kürtler, Başbakan’ın Diyarbakır konuşmasını ve uslubunu doğru bulmamakla ve eleştirmekle birlikte, bu uslubun, 13 Haziran günü değişeceğini umut ediyorlar. Eğer AKP sertliğini devam ettirirse bundan ülkenin tümü zarar görür ve Kürtler ve Türkler bir süre sonra birarada yaşayamazlar. Sonuçta bir devlet aklı var ve AKP’nin bu tutumunu sürdürmemesi gerekiyor” diye konuşuyordu.
Yani, genel anlamda “Kürtler” hala 12 Haziran sonrasına ilişkin umut besliyorlar.
Emin Aktar da, hayatının hiçbir döneminde, tıpkı Şerafettin Elçi gibi PKK’lı olmadı. Ama ortada onların kuvvetle vurguladığı ve ne Başbakan ne de bu ülkenin geleceğine ilişkin sorumluluk duyan hiç kimsenin gözardı edemeyeceği gerçekler var.
Emin Aktar’ı dinleyelim:
“İllegaliteden ve silahlı mücadeleden, legal siyasal yaşama geçişin koşullarını yaratmadığınız sürece, PKK ve silahlı gruplar orada duracaktır ve silahlı grubun durduğu yerde de daim çatışma riski olacaktır. Siz siyaset yapan 2500 Kürdü KCK kapsamında içeri atarsanız, artık kimseye silahı bırak diyemezsiniz. Hele Kürtler bunu hiç söyleyemez. Silahı bırak dediğinizde, cevap olarak size, ‘siyaset yapamıyorum” diyecektir... Silahsızlanmayı geliştirmenin yolu da, ‘cezalandırmamak, yargılamamak ve cezaevine atmamaktan’ geçiyor...”
Kürt sorunu güncelleniyor
Tayyip Erdoğan, seçim kampanyasının kırıcı polemiklerinin üzerine bir sünger çekip, “balkon konuşması”nda bu ülkenin Kürt halkına “özgürlükçü bir gelecek” sözü veremez mi?
M.Ali Birand’a Kürt sorunu konusunda attığı olumlu adımları saydıktan sonra “Bu yeter mi diyorsunuz?” sorusuna “Yeter demiyorum, bu işin sonu olmaz zaten. Çünkü dünya devamlı, her sosyal hadiselerin güncellenmesi lazım. Bu sosyal hadiseleri güncellerken, ister istemez, bir şeyler değişecektir ama Kürt sorunu sürekli olarak masada duran bir sorun olmaz. Artık ben ne diyorum? Benim Kürt kardeşlerimin sorunları var diyorum. Bu sorunlar bize geldikçe biz bu sorunları da çözeriz diyorum...” karşılığını veriyor.
“Kürt kardeşlerimizin sorunları”nın toplamına “Kürt sorunu” deniliyor zaten. Çözemezseniz, sürekli olarak masada durur. Sorundan sıkılmakla, “artık yok” demekle, ortadan kalkmaz. Kalkmıyor.
“Sorunlar” ya da “sorun” bırakın size gelmesini, kapıya yığılmış kapılı kırmak üzere.
Çözün. Kürt kardeşlerimizin umutlarını ayakta tutacak bir söz vererek çözün.
Balkon konuşmasında...
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2011
Seçime yaklaşık bir hafta kala, seçim sonrası Türkiye’sinin en büyük iki “baş ağrısı”ndan biri olacağı belli olan Suriye’yi dikkatten kaçırmayalım. Ne başağrısı; düpedüz migren!
Hafta içinde, bizim Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun görüntüye bakılırsa memnun eden, Başşar Esad’ın, 31 Mayıs’a kadar tutuklanmış, Müslüman Kardeşler mensupları dahil, siyasi tutuklulara “af” ilanı geldi. Davutoğlu, yine de ihtiyatı elden bırakmadan “Siyasi genel af olmadan siyasi reformlara geçilemezdi. Umarım bundan sonra siyasi reformlar yolunda adım atılır” mealinde bir açıklama yaptı.
Bu “af” son üç ayda, olaylar patlak verdikten sonra mı içeri atılanları yoksa 40 yıla yakın bir süredir Baas rejiminin gazabını çekmiş olanları kapsıyordu, belli olmamıştı.
Suriyeli 300’den fazla rejim muhalifinin tam da Türkiye’de, Antalya’da biraraya geldiği sırada yapılan bu açıklama, kimilerince olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmek istendi, kimisinin kafası karıştı.
Bu tür zalim rejimlere hiç kefil olmamak en iyisi. Nitekim, çok geçmeden mesele aydınlandı. Af, idama mahkum edilenlerin cezasının ömür boyuna, ömür boyu hapis yatmakta olanların cezalarının 20 yıla indirilmesine, diğer cezalarda da indirimi öngörüyordu.
Kim kimi affediyor?
Ben kendi payıma “af” ilanını duyduğumda, daha ayrıntıları ortadan çıkmadan, zihnimden “kim kimi affedecek!” düşüncesi geçti.
Suriye rejimi, elini halkının kanına dirseklerine kadar buladı. Meşruiyetini sorgulatır hale geldi. Başşar, kimi affedecek gelinen aşamada. Acaba Suriye halkı, onu ve çevresini affedecek mi bakalım.
Şu anda Suriye’de üç ayda, silahsız gösteri yaparken öldürülenlerin sayısının 1000’in üzerinde olduğu biliniyor. Bilinen, dışarı sızan bu. Daha da fazla olabilir.
Bu ne demek biliyor musunuz?
Nüfus oranına vurulduğunda, üç ay içinde 10 bine yakın insanın öldürüldüğünü düşünebiliyor musunuz, ne demek.
Tutuklanan, gözaltına alınan ve işkence görenleri, Türkiye nüfusuna göre oranlarsak, Türkiye’de üç ay içinde 50 bine yakın insanın tutuklanması, gözaltına alınması, işkenceden geçmiş olması demek.
Böyle bir rejimin “siyasi muhalifleri”ni “affetmek” hakkı kalmış mıdır?
Bazı gözlemciler, Başşar’ı savunabilmek ve sakınmak için babası döneminden kendisine miras kalan “eski rejim muhafızları”nın o “iyi çocuğu” kuşattığını öne sürüyorlar. Bizim Başbakan Tayyip Erdoğan’da da böyle bir algılamanın –en azından bir zamanlar- bulunduğunu biliyorum.
Bu artık doğru bir bilgi değil. Başşar, babasından kalma ekibi büyük ölçüde temizledi. Artık, Hafız sonrası başka bir iktidar kliği var Suriye’de. Bunlar, Hafız Esad kadar yetenekli, deneyimli, mezhep dengelerini kurabilecek kadar becerikli ve onun kadar da güçlü olmadıkları, tersine zayıf ve gözbebeklerine kadar yolsuzluğa batmış oldukları için, inanılmaz derecede zalimler de.
Zalim aile rejimi değişemez
Halkın yıllardır birikmiş intikamından öyle korkuyorlar ki, ayakta kalabilmek için başvurabileeleri tek yol, kan dökmek. Sınırsız bir zorbalıkla, Suriye halk devrimini bastırmak.
Nitekim, Başşar’ın af ilanından 24 saat sonra, iki kasabada 33 kişi öldürüldü.
Dera’a’dan, Kuzey Lübnan’a yakın –yıllar öncesinden anılarım bulunan- Tel Kalak’a, Banyas’a, adını coğrafya atlaslarında hemen bulamayacağınız birçok yerleşim merkezinde yapılan zulmü, dökülen kanı görgü tanıklarından, canını kurtarıp Lübnan’a atanlardan öğreniyoruz. Tanklarla kuşattıkları kasabalara girip, silahsız insanları biçen bir rejim.
Bu rejimin kendi sonuna getirecek şekilde reformcu olamayacağını, dolayısıyla neden ve nasıl değişemeyeceğini, ancak yıkılabileceğini; Suriye’de önümüzdeki dönem, ne yazık ki, daha da fazla kan döküleceğini anlayabilmek için, kendisi de yakın geçmişte ağır işkencelerden geçmiş ve hapis yatmış olan bir Suriyeli’nin, Abed Al Hendi’nin 3 Mayıs’ta Foreign Affairs’de çıkan yazısındaki bilgileri dönüp dönüp okumak gerekiyor.
Suriye rejimi, Askeri İstihbarat, Hava Kuvvetleri İstihbarat, Devlet Güvenlik ve Siyasi Güvenlik adlarını taşıyan dört birimin üzerine oturan bir “muhaberat rejimi”.
Bu rejim, Esad ailesinin kontrolünde. Başşar’ın dayı oğlu Hafız Makhlouf, Devlet Güvenlik’in en önemli adamı. Hafız Makhlouf, Başşar’ın kardeşi ve Başkanlık Muhafızları ve Dera’a’daki katliamı yapan Dördüncü Tümen komutanı Mahir Esad ve Başşar’ın ablası Büşra’nın kocası Genelkurmay İkinci Başkanı (eski Askeri İstihbarat başkanı) ve Cumhurbaşkanlığı güvenliğinden sorumlu bir başka kuzen, Zual Hima Şaliş ile birlikte rejim liderliğinin “ilk halkası”nı oluşturuyor.
Kırsal alanlarını Nusayri-Alevi azınlığın, şehir merkezlerinde Sünni ağırlığının bulunduğu kıyı şeridinde yani Lazkiye-Banyas-Tartus hattında terör estiren Şebiba (Gençler) adlı paramiliter örgütün başında Başşar’ın baba tarafından kuzenleri Favvaz Esad ile Munzur Esad bulunuyorlar.
Şebiba’nın narkotik, fuhuş piyasası vs. gibi yollardan para kazandığı biliniyor. Favvaz Esad ile Munzur Esad, kıyı şeridini kana bularken, güçlerini Başşar’ın küçük kardeşi Mahir Esad’ın Dördüncü Tümeni’ne kattılar.
Türkiye “demokratik” kalmaya mecbur
Böyle bir rejim var Suriye’de ve Türkiye için seçimlerden sonra, bir “migren” haline gelecek. Rejim kan dökmeye devam edecek. Ama, halk da “korku duvarı”nı yıkarak bir kere ayağa kalkmış durumda. Boyun eğeceğe de benzemiyor.
12 Haziran sonrası Türkiye hükümeti, Suriye halkının yanında pozisyon alarak tarihin önlenemez akışı yönünde yer almaya mecbur olacak. Bunu bir “demokratik ülke” olmanın zorunluluğu ile “demokratik ülke ahlakı” gereği öyle yapacak.
Kendi içinde “demokratik” olmadan bunu asla yapamaz. Bu rolü oynayamaz.
Bir kenara yazın...
Yazının Devamını Oku