Paylaş
Önümüzdeki dönemin siyasi güç dağılımını yansıtacak aritmetik, Türkiye’nin yeni anayasasını yapacak olan siyasi kadroyu ortaya çıkartacak olması bakımından önemli ve anlamlı.
Aksi halde, tam bir ay sonra ardımızda bırakmış olacağımız seçimler, 1950’lere – yani çok partili demokratik hayata geçişimizin başlangıç dönemine- kadar gidebilen benim kendi “seçim hafızam” açısından bugüne dek tanık olduğum “en heyecansız” seçim olmaktan öteye gidemiyor.
Hiçbir seçimin sonucu bu kadar beş aşağı-beş yukarı belli değildi. İktidardaki Ak Parti’nin yüzde 45 dolayında, CHP’nin yüzde 25, MRP’nin baraj çevresinde yüzde 10’un çok az altı ile yüzde 12-13 tavanında oy alması, kamuoyu ile paylaşılmayan değişik kamuoyu araştırmalarının üzerinde genellikle birleştikleri sonuç olacak.
BDP destekli adayların da 30-35 dolayında milletvekili elde edecek olmaları da kuvvetle muhtemel.
Sonucu, kesine yakın güçlü tahminlerle böylesine kestirilebilen bir seçimin, gerektiği ölçüde heyecan uyandırmamasında şaşılacak bir şey yok.
Bu “heyecansızlık”ta acaba Ak Parti’nin “atılımcı” heyecanını yitirip, gerçekten “muhafazakarlaşmış” olmasının etkisi var mı diye sormak ve bunun üzerinde düşünmek gerek.
Ak Parti, 2002’deki seçimin “wild card’ı” idi ve nitekim DYP, ANAP, MHP ve DSP’yi baraj altında bırakarak “siyaset sahnesi soykırımı” yapan seçmen halkımız tarafından yüzde 34 ile iktidara getirildi.
2007 seçimleri, Cumhurbaşkanlığı seçiminin kriziyle doruğa tırmanan askeri vesayet rejimine karşı “kitlesel başkaldırı”yı simgeledi ve o seçimler, Ak Parti’ye yüzde 47 verdi.
“Muhafazakar demokratlık”tan “tutucu-sağcı”lığa mı?
Şimdi? Bu seçimler?
Askeri vesayet rejiminin bir hayli geriletildiği –kimse tam dağıtıldığını ve demokrasinin konsolide olduğunu söylemesin- bir ortamda yapılacak olan 12 Haziran 2011 seçimi, Türkiye’de siyaset sahnesinin bildik siyasi partilerle stabilize olduğuna işaret etmesi bakımından olumlu.
Ancak, bu hal, aynı zamanda Ak Parti’nin bundan önceki kazandığı iki seçime oranla “atılımcı enerjisi”ni hayli tükettiği ve yine bildik ve olumsuz “devlet refleksleri”ni devralarak “tutucu” anlamda muhafazakarlaşacağı bir seçim olma tehlikesini de içinde barındırıyor.
2002’de Ak Parti kendisine “muhafazakar demokrat” diye bir etiket yapıştırmıştı. Bu, post-11 Eylül dünyasında üzerine yapıştırılmak istenen “İslamcı” etiketine karşıt bir tercihi ifade ediyordu. Oradaki “muhafazakarlık”tan kasıt, halkın din duygularına, töre ve geleneklerine duyarlılığı anlatıyordu. “Atılımcı” yönü ile hiç çelişmiyordu.
Bu kez ise, “tutuculuk” anlamında bir “muhafazakarlık” ihtimalini barındırıyor. Onlarca yıldır tanıdık muhafazakar-sağ parti olma ihtimaline de doğru evriliyor sanki. En azından bu “tehlike” mevcut.
Öyle olması halinde, yeni anayasanın, gerçekten ne kadar “yeni” olabileceği –tabii, gerçekten anayasa yapım işlemine girişilirse- tartışma konusu haline gelebilir.
Güneydoğu’da özgür seçim rekabeti var mı?
Ak Parti’nin “tutucu” ve olumsuz “devlet refleksleri”nden arındırılarak Türkiye’nin önünü açmaya devam edebilmesinin turnusol kağıdı, Türkiye’nin bir numaralı sorununun, Kürt sorununun ele alınışına ilişkin ortaya koyacağı tavırdır.
Seçim rekabeti nedeniyle BDP’ye yönelik polemiklerini şimdilik –yani seçim kampanyası döneminde anlayabiliriz; zaten BDP çevresinin dili de o anlamda sorunlu- anlayabiliriz ama, Kürt sorununu ele alış “zihniyet”i açısından pek hayırlı sinyaller vermiyorlar.
Ak Parti, yüzde 10 seçim barajının güvencesiyle, BDP karşısında Güneydoğu’da “haksız rekabet” üzerinden bir seçim kampanyası yürütmekle kalmıyor, son iki hafta içinde bölgede 2000’e yakın insan gözaltı ve tutuklama dalgalarıyla karşı karşıya bırakıldı.
Gözlerimizi Suriye’ye diktik. Orada amansız bir Baas-diktatörlük rejiminin iki aylık kanlı olaylar bilançosu 1000 dolayında ölü, 10 binden fazla insanın gözaltına alınması.
Türkiye’nin Güneydoğu’sunda “özgür bir seçim” ortamından söz etmek ne derece dürüst olur?
Türkiye’de Suriye-Yemen ihtimali...
Ak Parti’nin “ideologu” olarak tanınan bir milletvekili adayı, takma isimle yazdığı yazıda dün şöyle diyordu:
“... Bugün görünen gerçek, BDP’nin terör örgütünün stratejisine ve söylemlerine teslim olduğu, kendisiyle birlikte demokrasinin de altını oyacak davranışlar sergilediğidir. Terör örgütünün kanlı eylemleri karşısında gereken tepkiyi sergileyemeyen BDP’nin kışkırtıcı söylemlere devam etmesi, kendi varlığını anlamsızlaştırıyor ve sivil siyaset sorununu daha da derinleştiriyor. BDP, bu esaretten kurtulamadığı sürece, demokratik bir aktör haline gelemez.”
Kağıt üzerinde doğru gibi görünen bu cümleler, iktidar partisinin düşünce merkezlerinde Kürt sorununun bunca zamandır hiç ama hiç anlaşılamadığının bir belgesi olarak duruyor.
BDP’ye, seçmen tabanının üzerine oturduğu, siyasi hiyerarşide altına girdiği PKK’dan ayırmak için beyhude çabaların bir örneği daha. 1980’lerden beri süregelen “güvenlikçi-devlet aklı” ve söyleminin tekrarı.
Seçim sonrası, ülkenin bir numaralı konusuna Ak Parti, BDP ve CHP üçlüsünün ortak mutabakatı ile gidilmezse, Yemen ve Suriye’yi Türkiye’nin içinden seyretmeye başlayabiliriz.
Bu kafa yapısı seçim sonrasına taşınırsa, Türkiye’nin bir numaralı sorununun çözümü doğrultusunda adım atılamaz.
Paylaş