1 Temmuz 2011
Bir ülke düşünün, demokrasinin konsolidasyonu yönünde en anlamlı seçimini yapmış olsun, seçime yüzde 87 oranında katılım sağlasın ve seçmenlerin yüzde 95’inin parlamentoda temsilini mümkün kılan bir sonuç elde etsin ve krize yuvarlansın, parlamento açıldığı gün, sanki açılmamış bir görüntü versin.
Türkiye bu.
Böyle bir manzarada krizi aşmanın yolu, normal olarak, tüm tarafların birbirleriyle diyalog kurması, konuşması ve krizi aşmak için müzakere etmeleri değil midir?
Bir ülke demokrasi ise böyle yapılır.
Türkiye’de “konuşma” sıkıntısı yok. Ama konuşma, diyalog değil; kırıcı polemikler halinde. Kriz böylece katmerleniyor.
Başbakan ile ana muhalefet lideri, seçim kampanyasındaki atışmalarına devam ediyorlar. BDP’lilerin konuşma isteği Başbakan duvarına çarpıyor.
Devreye Cumhurbaşkanı giriyor, “yukarıdan” diyalog ile duruma müdahale etmek istiyor, bu kez MHP “Ben seninle konuşmam” tavrında.
Ana muhalefet partisi yasama çalışmalarına girmiyor. Ülkenin en önemli sorununun doğrudan tarafı konumundaki bir siyasi parti, “TBMM’yi boykot” ediyor. Seçmenin yarısının desteğiyle güçlenerek iktidar olmuş siyasi parti, diğerlerine “ne halini varsa görün” tutumu takınıyor.
MHP Genel Başkanı, herkesten daha öteye giderek, Cumhurbaşkanı’nın “meşruluğu”nu sorguluyor; “Sayın Cumhurbaşkanı’nın Başbakan Erdoğan’la girdiği rol paylaşımından ve AKP’yi önceliğine alarak yaptığı görevinden dolayı; inandırıcılığı, birleştirici özelliği ve objektif sorun çözme niteliği iflas etmiştir” diyerek.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2011
Sen yakın tarihin en başarılı seçimini gerçekleştir, yüzde 87’lik bir katılım olsun, seçmenin yüzde 95’i parlamentoya yansımış olsun ve TBMM’ye tarihinde görülmemiş bir açılışla yüzyüze bırak. Bu, bir “kriz” halidir.
Böyle açılan, daha doğrusu “doğuştan sakat” duruma düşmüş bir parlamento yasama görevini yerine getirebilir mi? Bu parlamento, anayasa yapabilir mi?
Sayısal olarak mümkün. Ama, demokrasi toplama-çıkarmadan oluşan bir “aritmetik” mi demektir?
Ülkenin en önemli sorununun doğrudan tarafı ve temsilcisi konumunda olan 36 kişi yok; boykotta. Dahası, dün açıkladılar haftada bir Diyarbakır’da toplanacaklarmış.
Böylece Diyarbakır’da bir “ayrı parlamento” oluşuyor sanki. Kürt sorununda dağı boşaltacak, TBMM’ye yolları açacak, istikamet olarak Kandil yerine Ankara’yı gösterecek bir gelişmeyi başlatmak yerine, Ankara yollarını kesip “Diyarbakır’da ayrı Kürt parlamentosu” oluşumu çağrısını yapmak demek, TBMM yerine dağ yollarına sevkiyatın başlayacağı anlamına gelir.
BDP, yemin törenine gelmedi.
Ana muhalefet partisi ise geldi, içeri girdi, yemin etmedi. Yani, parlamento çalışmalarında yer almayacak.
BDP ve CHP, önü kesilen milletvekillerinin durumu düzelene kadar “boykot”ta ısrar edecekler.
Zincirleme yanlışlıklar
Bu “kriz”de, bu “kriz”in oluşmasında tüm partiler –Ak Parti dahil- yanlış yaptılar. Şu anda en büyük yanlış CHP’de gözüküyor. Ancak, CHP’nin yanlışı, Ak Parti’nin yanlışını iptal etmiyor.
Yüzde 50’lik bir oy oranını arkasına almış olan iktidar partisi o. “Kriz” ona yaramaz. Ama, Ak Parti “kriz çözmeyi” ve “kriz yönetmeyi” bilmiyor ne yazık ki.
Tabii ki, bu “kriz”, Türkiye’nin köhnemiş yargısının bir parçasından, “vesayet rejimi”nin bir kalıntısı olan YSK’nın yüzünden çıktı ilk başta. Ama, Ak Parti, “siyasi etik” ile, “helalleşme” çağrısıyla hiç uyuşmayacak bir tavırla YSK’nın kararını kendisi için bir “siyasi oportünizm”e dönüştürmedi mi?
Diyarbakır gibi ülkenin en hassas, en kırılgan noktasında –hırsızlık demesek bile- “milletvekilliği arsızlığı” içine girmedi mi? Kendisine verilmeyen milletvekilliğini alıp cebine koymadı mı?
CHP’nin durumu, BDP’ninkinden farklı. “Kriz”i başlatan Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin YSK tarafından düşürülmesi oldu. Hatip Dicle’nin milletvekilliği, dalgalanmalı bir süreçte, YSK’dan “olur” alması üzerine söz konusu olan adaylığının sonunda gerçekleşmişti.
CHP’nin (ve de MHP’nin) gösterdiği milletvekili adayı Ergenekon ve Balyoz tutukluları “darbecilik” suçundan, yani “TBMM’yi devre dışında bırakmak” suçlamasıyla yargılanıyorlar. Bu tür isimleri TBMM’ye parti listesinden göndermeye kalkmanın savunulacak yanı var mı?
Hatip Dicle, 80 bin oy aldı, “bağımsız” seçildi. İki “CHP”li ile bir “MHP”li (Engin Alan) “parti listesi koruması” altına alınmadan seçilebilirler miydi? Kendileriyle aynı davalardan yargılanan onca kişinin “bağımsız” olarak girdikleri seçimde ne oy aldıkları ortada.
Türkiye halkı, 12 Haziran 2011 seçimleriyle “Ergenekon” ve “Balyoz” davalarına karşı tavrını ortaya koymuştur.
Söz konusu üç milletvekilinin seçiminin “milli irade” ile ilgisi kurulamaz.
Hem, söz konusu kişiler aday gösterildiğinde, sonucu mahkemelerin tahliye kararı verip vermeyeceğinin belirleyeceği belirtilmemiş miydi? Kemal Kılıçdaroğlu, mahkemenin vereceği kararlara saygılı olacağını önceden açıklamamış mıydı?
Şimdi “Onlar tahliye edilene kadar yemin etmeyiz” demek, neyin nesi oluyor?
Zincirleme yanlışlıklar söz konusu.
CHP, ya yaralanacak; ya intihar edecek
Asıl büyük konu, BDP’ye ilişkin. Arkasına koca ve yakıcı bir sorunu almış durumda. Hal böyle olunca, CHP’nin de, hiç haklı olmadığı bir konuda “TBMM boykotu”na girerek, Ak Parti ve BDP arasında önemli bir “köprü” ya da “tampon” rolü oynayarak, ülkenin iç barışına siyaset üzerinden yapabileceği ve yapmasının çok değerli olduğu katkı da kayboluyor.
CHP, “Ergenekon avukatlığı” gibi gereksiz ve kötü bir role soyunarak, kendisini siyasetin kıyısına yönlendirme yanlışını şimdi katmerlendiriyor ve, siyasetin CHP’ye en fazla ihtiyacı bulunacağı bir dönemde, kendisini “siyasetin dışına” düşürüyor.
Bu “kriz”in aşılması lazım. Ak Parti ve CHP’nin bugün görüşecek olmaları, CHP’nin aklını başına toplaması ve “Ergenekonculuğu zorlamaması için” bir fırsat.
“Geri dönüş”ten siyasi yara alacakları kesin. Ama hiç dönmemeleri ise “intihar” ve “yok oluş” anlamına geliyor. “Geri dönerek” sarabilecekleri başka yaralar var hiç değilse.
Ak Parti ile BDP arasında da “el altından” temas arandığından haberdarız. “Kriz”in aşılmasına ilişkin umutlarımızı, o nedenle, tüketmedik.
BDP’nin “esneklik marjı”nı kaybetmemesi şart. Daha doğrusu, Öcalan’ın belli şartlar yerine getirildiğinde, önceki örneklerinden, bunu yapabileceğini gayet iyi bilebiliyoruz. BDP de, oradan gelecek telkine elbette ki uyar.
Yüzde 50 oy ve 327 milletvekili yetmeyebilir
Asıl önemli olan Ak Parti. Ülkenin selameti için, kendi iktidarının güvencesi için, gerçekten yeni-demokratik bir anayasanın yapımına başlanabilmesi için, yüzde 50 destekle özgüveni pekişmiş olan Ak Parti’nin kibirden uzak durması ve toparlayıcı olması gerekiyor.
Öyle “Hakkari formülü” filan olmaz. Hatip Dicle’yi ara seçimle seçtirebilmek için, Hakkari’de 3’te 3 yapmış Bağımsızların tümünün istifasını önermeyi düşünenler var.
Hakkari yerine 11 milletvekili çıkaran Diyarbakır’ın 11 milletvekili istifa etsin, ara seçim için. Var mısınız?
“Tamam da, bütün bunları konuşmak için BDP’liler önce Meclis’e gelsin” diyorlar.
Hakkari yerine “Diyarbakır istifası” formülünü ve hangi yasal değişiklikleri yapabileceğini açıkça ilan edin; gelsinler.
Aksi halde?
Aksi halde, 327 milletvekili yüzde 50 seçmen desteği ile bile Türkiye’yi idare edemezsiniz.
Oysa etmelisiniz. Şu dönemde sizin yönetmediğiniz Türkiye’ye de, size de yazık olur.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2011
Onu çok sevdiğimi biliyordum zaten, ama o “çok”un ne kadar çok olduğunu, yattığı hastanenin en üst katının en ucundaki odada gördüğüm anda anladım.
Benim için her vakit olduğundan ve olabildiğinden daha yoğun günlerdeydim. Dokuz ay üzerinde çalıştığım 100 sayfalık TESEV’in “Dağdan İniş –PKK Nasıl Silah Bırakır?” adlı raporun köşe yazarlarıyla paylaşıldığı yemekli toplantıdan gece eve döndüğümde, televizyonda izledim veda mesajını ve ertesi sabah ameliyat olacağı haberini.
Rapor’un kamuoyuna açıklandığı TESEV Demokratikleşme Programı panelinde aklım ondaydı. O, 9 saat sürecek ameliyat masasında. Rapor’un tanıtım çalışmalarıyla uğraşırken, yoğun bakımdan çıkmasını bekliyordum.
Çıktığını öğrendiğimde, onu görmek için hastaneye, odasına koştum.
Onu bu kadar iyi ve sağlıklı göreceğimi ve öyle bulacağımı beklemiyordum doğrusu. O da kendisinin öyle olacağını beklemiyormuş.
Müthiş bir sevinç kapladı içimi M. Ali’yi öyle görünce.
M. Ali Birand...
Derhal Rapor’u istedi benden; halini görünce, “Bu” dedim “dayanamaz, birkaç gün sonra bu odaya kameraları kurdurup, ekran karşısına çıkar yine.”
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2011
Basın dahil 200’e yakın kişinin önünde dün söylediğimi yazıya dökeyim: YSK’nın Hatip Dicle kararı ile ve bunun yol açtığı 35 BDP milletvekilinin TBMM’ye katılma kararı geri döndürülmezse, 12 Haziran seçimleri sonuçlarıyla birlikte iptal edilmiş demektir.
Durum, bu kadar ciddi, böylesine vahimdir.
Elbette ki, 12 Haziran seçimlerinin sonuçlarıyla birlikte iptalini bir “metafor” olarak kullanıyorum. Bundan kasıt, 12 Haziran seçim sonuçlarının “fiilen” böyle bir anlam ve sonuç doğuracak bir hale dönüşmüş olmasıdır.
Aksi halde, BDP’siz bir parlamento pekala toplanabilir. Yasa çıkarabilir. Hatta anayasa bile yazabilir.
Bütün bunlara hiçbir engel yok.
Topal parlamento
Ama, BDP’siz bir parlamento, 3 milyona yakın Kürt oyunun temsil edilmediği bir parlamento, Kürt sorununu çözemez. Kürt sorununu çözme amaçlı yeni bir anayasayı yazar ama o anayasa sadece bir metin olarak kalır. Zira, Kürt sorununu doğrudan temsil eden ve sadece bu nitelikleri nedeniyle seçilmiş olanların katkısının olmadığı, hatta reddedildiği bir anayasayı içinde ne yazarsa yazsın, Kürtlerin hatırı sayılı bir bölümüne uygulattıramazsınız.
O nedenle, konu, bir milletvekilinin milletvekilliğinin düşürülmesi konusu değildir. Bir Hatip Dicle, 35 milletvekilinin birden TBMM’ye girmeme kararına yol açıyor. 36 milletvekilinin temsil edilmesi, yasama çalışmalarına katılmaması, Kürt sorununa doğrudan taraf olan bir “siyasi organizma”nın TBMM’de temsil edilmemesi sonucunu doğuruyor.
Defalarca vurguladık, BDP’nin ve temsilcilerinin siyasetteki “özgül ağırlığı” aritmetik olarak hesaplanmaz. Ortada, niceliksel değil, niteliksel bir durum söz konusudur. BDP’siz bir parlamento, “topal bir parlamento”dur; topal bir parlamento ise 12 Haziran’ın sonucu olan tablo değildir.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2011
12 Haziran günü tüm dünyaya parmak ısırtan bir seçim geçirdi Türkiye ve bu seçimlerin iki galip çıkarttığında neredeyse herkes ittifak etti: Ak Parti ve BDP.
Aradan topu topu 11 gün geçti ve daha TBMM açılmadan, seçim sonuçları 23 Haziran günü iptal edilmiş oldu.
Diyarbakır’da toplanan BDP destekli seçilmiş bağımsızlar, Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesine ilişkin YSK kararı ve KCK davası tutuklusu seçilmiş beş arkadaşlarının milletvekilliğinin engellenmesi üzerine TBMM’ye katılmama kararı aldılar.
YSK’nın Hatip Dicle kararının “kaosa davetiye çıkartmak” olduğunu düşünen ve belirten çok kişi oldu. Bağımsızların –şuna BDP diyelim- Meclis’e katılmama ihtimali üzerine önüne gelen “sağduyu” çağrısı yaptı.
Ama sonuç olarak, BDP’liler, DTK’nın (Demokratik Toplum Kongresi) bir gün önceki tavsiye kararına uyarak, TBMM’ye gelmeme kararını aldılar.
Ne yapmalıyız şimdi?
BDP’lileri, “kaos isteyenlerin tuzağına düşmek” ile ve “sağduyu ile davranmamak”la eleştirip vicdanımızı rahatlatıp yola devam edebilir miyiz?
BDP’liler TBMM’ye katılmazlarsa katılmazlar; koca TBMM 550 kişi, 35 kişi gelmese de 515 kişiyle toplanır, yasama görevini sürdürür, katılıp katılmamak BDP’lilerin bileceği iştir, diyerek yan gelip yatabilir miyiz?
Bu durumda TBMM anayasa yapamaz
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2011
Son zamanlarda duyduğum en zarif, en ironik, en “siyasi” açıklama geldi Türk diplomasisinden. Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad’ın uzun bir suskunluk süresinden sonra yaptığı 70 dakikalık konuşmanın ardından Türkiye’nin tutumu şöyle ifade edildi:
“Eğer Başşar Esad, Suriye halkını tatmin ederse, bizi de tatmin eder.”
Suriye halkının merakla beklenen konuşmadan sonra tatmin olup olmadığı hiç vakit geçmeden belli oldu. Lazkiye’de, Homs’da, Hama’da, Şam’ın dış semtlerinde, ta Irak sınırındaki Abu Kemal’de insanlar konuşmadan duydukları hayal kırıklığı içinde sokaklara dökülüp gösterilere başladılar. Keza, Halep’de de üniversite öğrencileri.
Lazkiye’de göstericilerin “yalancı, yalancı” diye tempo tuttukları haberi geldi. Türkiye’ye sığınmış 10 bin kişi ise, televizyon ekranından Başşar Esad’ı izlerken, ekrana ayakkabılarını fırlatmaya ve slogan atmaya başladılar.
Yeni ve somut hiçbirşey yok
Bir önceki yazıyı, konuşmanın başlamasına kısa süre kala yazmış ve aslında bir risk almıştım. Ya Başşar Esad, Türkiye’nin kendisinden istediği reformları yapacağını açıklasaydı?
Böyle bir beklenti de vardı. Bir gün öncesinden, Başşar’ın Baas Partisi’ni ülkenin yönetici partisi olarak belirleyen Anayasa’nın 8. maddesinin kaldırılacağını ilan edeceği haberi yayılmıştı.
O maddeyle birlikte Müslüman Kardeşler’in yasal çalışmasını yasaklayan 49. maddenin kaldırılmasından söz etmesini bekleyenler bile vardı.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2011
Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad’ın “ulusa” konuşması bekleniyordu bu yazıyı yazarken. İki ay sonra ilk kez konuşacak ve “halkın meşru talepleri” ile “silahlı güçler” arasında ayrım yapıldığına dikkat çekecekti. Başşar, konuşmadan önce Washington Büyükelçisi İmad Mustafa, konuşmanın içeriğini ve önemine ilişkin sinyal vermişti.
Başşar Esad’ın ülkesinde olaylar başladıktan iki ay sonra yaptığı ilk (ve bugüne kadarki tek) konuşma müthiş bir hayal kırıklığı olmuştu. Nitekim, o konuşmasından sonra olaylar yatışacağına iyice az.
Suriye’de olaylar 15 Mart’ta başladığı vakit, iki talep öne çıkmıştı. Ta 1963’ten beri devam eden ve toplantı ve gösterileri yasaklayan, insanların yargıç önüne çıkarılmadan içeri atılmasına imkan veren “Olağanüstü Hal” uygulamasının kaldırılması, 300 bin yakın, kayıtsız, hiçbir hakkı bulunmayan Suriyeli Kürt’e “nüfus kağıdı” verilmesi.
Bunların ötesinde pek bir talep gözükmüyordu. Başşar, bunları vaad etti ama bunları yerine getirirken öyle sallandı ve vakit kaybetti ki, yerine getirdiğinde olayların çapı büyümüş, talepler çıtası yükselmişti.
Şimdi, ağzıyla kuş tutsa, yükselen talepler çıtasının üzerinden atlaması pek zor.
Suriye’yi olabildiğince yakından gözleyen hemen herkes, Mısır’da Hüsnü Mübarek’in yıkıldığı, “Arap Devrimi”nin zirve yaptığı günlerde, Ocak ayında şayet Suriye’de namuslu seçimler yapılsa, Başşar Esad’ın kazanacığında hemfikir. Artık değil.
Başşar için herşey çok geç
Suriye halkının çoğunluğu rejimin gitmesini istiyor ve üç ay içinde işin içine kan karışmış olduğu için, Başşar Esad’ın eli de artık lekelenmiş gözüküyor.
Başşar, üç ay öncesinde reform vaadlerinde bulunurken, ülkenin her yanına yayılan gösterilere acımasız bir şekilde karşılık verdi rejim. Reform yapmak ile kendi halkının kanını fütursuzca dökmek, her ikisi birarada olabilecek şeyler değil ve ikincisi, birincisinin hükmünü iptal ediyor.
Olaylar, halkın iradesine dayanmayan bir “polis rejimi”nin kofluğunu da ortaya koydu. Bu tür rejimlerde ordu, bir azınlığın iktidarını koruma aracıdır. İsrail’e karşı savaşamayan Suriye ordusu, kendi silahsız halkına karşı çok etkili.
Esad, Arapça “aslan” anlamına geliyor. Başşar’ın babasının (Hafız Esad) döneminde de Araplar arasında “İsrail’e karşı tavşan, kendi halkına karşı aslan” diye fısıltıyla söylenen bir deyim yerleşmişti.
Hama’da en az 10 bin Suriyeliyi öldürmeye bilen Hafız Esad’ın kardeşi Rifat Esad komutasındaki güçler, topraklarını (Golan) işgal eden İsrail’den o sayının yüzde biri kadar bile can almamıştı.
Aradan geçen 30 yıla yakın sürede Hafız’ın yerine oğlu Başşar (unutmayalım, orası bir cumhuriyet), Hafız’ın kardeşi Rifat’ın yerinde de, Başşar’ın kardeşi Mahir var.
Tayyip Erdoğan’ın da gazabını çeken Mahir Esad. Suriye’de halka karşı girişilen her kanlı eylemin başını çeken 4. Tümen’in ve Cumhuriyet Muhafızları’nın komutanı.
Türkiye Suriye’den ne istiyor?
Gerek Arabiyye televizyonu, gerekse İngiliz Daily Telegraph gazetesi, Türkiye’nin Şam’a “Mahir Esad’ın uzaklaştırılması ve reformlara hemen girişilmesi” konusunda bir uyarı ve istek mektubu taşıyan bir temsilci gönderdiğini ileri sürdüler. Hatta, görevden uzaklaştırılması halinde, Mahir Esad’ın Türkiye’de ikametinin sağlanacağının bildirildiği de iddia ediliyor.
Lübnan’dan beni arayıp, bu “bilgi”nin doğruluğunu sordukları vakit, “Bilmiyorum ama mantıksız gelmiyor” cevabını verdim. Tayyip Erdoğan’ın Mahir Esad’a öfkesini ve Şam’a “Şiddeti durdurun; Reformları ilan edin” talebinde bulunduğunu biliyorum.
Türkiye’nin karar vericilerinin, Suriye rejiminin yapısını bir nebze serinkanlılıkla değerlendirdiklerinde bu taleplerin yerine getirilemeyeceğini bilmediklerine de inanamam.
O nedenle, bu iddialar gerçek ise, bunu, Türkiye’nin bundan sonra Suriye’ye karşı atacağı adımların meşruiyet zeminini hazırlama olarak görmekte yarar var.
Zira, Başşar Esad, “ailesinin ve Suriye’nin lideri” değil, Suriye’yi demir bir mengene ile yöneten “ailesinin sözcüsü”. Babasından farklı. Suriye rejimi, Başşar Esad’ın baba tarafından Esad ile anne tarafından Makhlouf ailesinin kaskatı yönetimi altında bir ülke. “Esad-Makhlouf çekirdek yönetimi” bir mezhebi azınlığa dayanıyor ve dört güvenlik örgütü, ordu ve Baas Partisi gibi araçlarla ülkeyi yönetiyor.
Reform demek, yani siyasi partilerin kurulmasının sağlanması, bir süre zarfında seçimlere gidilmesi demek, bu bir yandan “insanlığa karşı suç işlemek” kategorisine girmiş olan son aylardaki uygulamalar ve bir yandan da “yolsuzluklar”la boğazına kadar batmış olan bu “aile” ve giderek “azınlık mezhebi yönetimi”nin sonu demek.
İktidarda kalabilmek ve iktidarını sürdürmek için “şiddet”ten başka başvuracağı bir araç yok.
Türkiye’nin Ortadoğu politikasında değişim
Ne zamana kadar?
Libya’da Kaddafi devrilene kadar. Ondan önce olmayacağı kesine yakın.
Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek gittikten, Yemen’de Ali Salih dönemi büyük ölçüde kapandıktan sonra, Libya’da Kaddafi de giderse, işlerin bu raddeye vardığı Suriye’de Esad iktidarının devam edebileceği, tarih dinamiklerinin ne yönde çalıştığını hiç ama hiç anlayamamak demektir.
Bu nedenle, Türkiye, “komşularla sıfır sorun” amblemli Ortadoğu politikasından usulca ve Suriye üzerinden “komşu halklarla beraberlik ve komşularda değişimden yana olmak” politikasına kayıyor.
İlkinin mimarı Ahmet Davutoğlu ise, ikincisinin “sözcüsü”, “hatibi” ve “lideri” Tayyip Erdoğan.
Tayyip Erdoğan’ın “balkon konuşması”nın ilk bölümünü “Kahire’den Saraybosna’ya, Şam’dan Kudüs’e” göndermeler yaptığı sözcükleri hatırlayın. Türkiye’nin Suriye ve tüm bölgeye ilişkin gelecekte hangi istikamette seyahat etmeyi tasarladığını da sezebilirsiniz.
Burnunun dibindeki ülkelerde “özgürlükler”den yana tavır koyan bir iktidarın, kendi ülkesinde bundan kaçınabilmesi düşünülebilir mi?
Tayyip Erdoğan’ın Suriye konusundaki tavrı, (unutmayın ki, Başşar’ı gerçekten sevmiş, desteklemiş, onunla kişisel dostluk geliştirmiş bir isimden söz ediyoruz)önümüzdeki dönemde “yeni anayasa”dan “Kürt sorununa çözüm”e yayılan yelpazede “yenilenmenin sigortası” gibi görünüyor.
Türkiye, Suriye’deki değişime yardımcı olduğu ölçüde, Suriye, ters yönden, Türkiye’nin yenilenmesine katkı veriyor.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2011
Yine bir Cuma gününü geri bıraktık ve yine Suriye’de ordunun ve rejime bağlı paramiliter güçlerin vahşi saldırılarına rağmen, insanlar ülkenin dört bir yanında sokaklara döküldü. Güneydeki Deraa’dan, en doğuda, Irak sınırındaki Abu Kemal’e, batı kıyısındaki Banyas’dan, ortadaki Hums yakınlarına kadar birçok yerde gösteriler oldu. Bana en çarpıcı gelen, başkent Şam’ın tam orta yerinde, Başkanlık Sarayı’na yaya 15-20 dakika mesafedeki Salihiye’deki gösteri oldu. Video görüntülerini izledim.
Suriye halkının, 2000’e yaklaşan ölü sayısına, 10 bini aşan tutukluya, Türkiye’ye sığınan 10 bine yakın insana ve sığınmak üzere olan yine 10 bin kişiye rağmen boyun eğmeyeceği her hafta, her gün bir kez daha ortaya çıkıyor.
Rejimin de direncini, buna paralel olarak, arttırdığı ve şehirlerin, kasabaların kuşatılarak kıyım yapıldığı ve “nüfus boşaltması”na gidildiği de her gün ortaya konan bir ayrı gerçek.
Silahsız, sivil bir halka karşı amansız askeri operasyonların gerçekleştiği yerler ve gerçekleşme biçimi, Suriye coğrafyası, etnik ve mezhep dağılımı iyi bilindiği takdirde, çok dikkate değer “senaryolar” üretiyor.
Konunun üzerine tüm devlet gücüyle eğilmeye başlayan Türkiye’nin durumun ve olayların gidiş yönünün ne ve nasıl olduğunu bildiğini tahmin ediyorum.
Suriye’deki rejim, esas olarak, Nusayri-Alevi adı verilen ülkenin yüzde 7’lik bir nüfus oranına dayanan bir güvenlik rejimi. Diğer azınlıklar, Hristiyanlar ve Dürziler, rejimin bu kitle tabanı esas alındığı anlamda, rejimin “müttefiki” kitle zeminini oluşturuyorlar.
Haliyle, bu yaklaşım, Alevi-Nusayri çekirdeğine dayalı rejimin, ülkenin üçte ikili nüfusunu oluşturan Sünnilere yönelik olarak, iktidarını sağlama almak ve güç gösterisine dönüşmüş durumda.
Askeri operasyonların stratejik mantığı
Aynı şekilde, rejim, kendi ülkesinde tehlikeli bir mezhep çatışmasını besliyor ve attığı her adım, “mezhep çatışması” boyutundaki bir “iç savaş”ın tohumlarını suluyor.
En acımasız temizlik, önce Lübnan’ın kuzey sınırına yakın Tel Kalak ve Arida bölgesinde gerçekleştirildi. Ardından, en kuzeybatıya, Türkiye sınırına çok yakın bölgedeki Cisr el-Şugur’a kaydırıldı. Türkiye’ye artan sayılarda gelen göç dalgası, Cisr el-Şugur ve çevresinden.
Dün de, Halep-Hama karayolunun üzerinde, “stratejik” bir nokta sayılan Maaret Numan kenti kuşatıldı ve boşaltılıyor.
Harita üzerinde bir çizgi çektiğiniz vakit, Türkiye’nin Hatay sınırından Kuzey Lübnan’a doğru inen hattın denize kadar kalan bölgesi, dağlık ve Cebel Nusayriyye ya da Cebel Aleviyye diye anılan, rejimin kitle tabanını oluşturan Alevi-Nusayri azınlığın yoğun olarak yaşadığı alan.
Ülkenin temel ticari aksını ifade eden Halep-Şam karayolu, bu hatta paralel ve üzerinde Maaret Numan’dan sonra, Hama ve Homs’dan geçerek başkente ulaşıyor.
Bu hattın tüm batısı, Akdeniz’e kadar olan alanın, her iki sınır boyunun (Türkiye-Hatay ve Lübnan) Sünni nüfustan arındırılması, Halep, Hama ve Hums gibi önemli ve büyük Sünni merkezlerin arasındaki bağlantının kesilmesi gibi bir “stratejik hesap” dikkati çekiyor, Suriye ordusunun Devlet Başkanı Başşar Esad’ın kardeşi Mahir Esad komutasındaki Dördüncü Tümeni’nin saldırılarında.
Bu uygulama, kimi gözlemcilerde, rejimin Suriye’nin dağılması ihtimaline karşı “Alevi-Nusayri heartland”ını sağlama alma ve Alevi-Nusayri azınlığı için hayati olan bölgede “Sünni nüfus temizliği” yapıldığı algılamasına yol açıyor.
Bu uygulamanın Türkiye’ye gönderdiği “sinyaller”e dikkat etmekte yarar var. Suriye’nin resmi olarak üzerinde hak iddia etmekten vaz geçmediği Hatay ilinin tüm çevresinin Alevi-Nusayri azınlığı ile çevrelenmek istendiği göze çarpıyor. Sınırın Türkiye tarafında, Hatay ilimizde ise 300-400 bin olarak tahmin edilen Alevi-Nusayri vatandaşlarımız yaşıyor.
Suriye’deki olayların önü alınamazsa, Türkiye-Suriye ortak sınırının diğer köşesinde (Suriye’nin kuzeydoğusu, Türkiye’nin güneydoğusu) yaşayan Suriye Kürtlerini de içine alacak gelişmeler ihtimal dahilinde.
Yeni anayasa, iki soruna çözüm
Son günlerde spekülasyonu yapılmaya başlanan, önü alınamayacak ve onbinleri bulacak göç dalgalarından etkilenmesi durumunda, Türkiye’nin Suriye içinde bir “tampon bölge” oluşturması ihtimalini, bu “olgular” bağlamında değerlendirmek gerekiyor.
Komşumuzdaki gelişmelerin yakın vadede Türkiye’nin iç politikasına ve Türkiye gündemine izdüşümünü bırakmaması mümkün değil. Bu şu demek:
1. Türkiye, vakit geçirmeden, Kürt sorununu kendi iç bünyesi içinde çözmek için hareket geçmek zorundadır;
2. Aynı şekilde, “Alevi sorunu”na da Türkiye Alevilerini tatmin edecek, demokratik çerçeve içinde çözüm sunmak durumundadır.
Aksi halde, gerek Türkiye’deki ve gerekse Suriye’deki Kürt sorununun birleşmesi ve Türkiye güvenliğini olumsuz olarak etkilemesi önlenemez.
Aynı şekilde, Suriye’de mezhebi bir “iç savaş” haline dönüşmekte olan gelişmelerin Türkiye’nin iç bünyesinde yansımaması da mümkün olmaz.
Bu bakımdan, “yeni ve demokratik anayasa” için, bölgedeki gelişmelerin söz konusu bu boyutları göz önüne alınarak, Kürt sorunu ve Alevi sorununa çözüm sağlayacak bir hukuki çerçeve sağlamak için harekete geçilmesi gerekiyor.
Bu yönde ilk adımı atacak olan, atması beklenen yüzde 50’lik bir güce oluşarak, ülkenin her yerini temsil eden ve bu nedenle “özgüveni”ni pekiştirmiş olması gereken iktidar partisidir.
Kürt sorununun çözümü için yöneleceği adres, 36 milletvekillik gücüyle BDP’dir.
Abdullah Öcalan, İmralı’dan önümüzdeki süreçte “anayasa yapım çalışmalarına öncelik verilmesi” gerektiğini vurgulayarak, “eylemsizliğin devamı” gerektiğini ortaya koymuş ve “15 Haziran tarihi”ni anlamsız kılmıştır.
BDP’nin bu durumda, yeni anayasa çalışmalarında “uzlaşma” ve “işbirliği”ne açık olması şansı yükselmiştir.
Ak Parti, Türkiye’nin her yerini ve yüzde 50’lik bir kitleyi temsil ediyor ama Alevileri temsil etmiyor. Aday listelerinde Alevileri de temsil iddiasını taşıyacak hiçbir anlamlı tercih belirtmedi.
Alevileri kim temsil ediyor?
Açıkçası, CHP’den daha iyi ve daha fazla hiçbir parti temsil etmiyor.
O yüzden, BDP ile birlikte, CHP de, Ak Parti’nin yeni anayasa yapımında partnerleri olmak durumundadır.
Ancak, kendi Kürt sorununu ve Alevi sorununu demokratik mekanizmalarla aşabilmiş olan Türkiye’nin, Suriye üzerinde bir “moral ağırlığı” olabilir.
Bir yandan, Suriye’deki yeni dönemin biçimlenmesini, diğer yandan kendi ulusal güvenliğini sağlama almayı başarabilir.
Yazının Devamını Oku