Şemdin Sakık’a göre ben “PKK’yı ve PKK şefini en fanatik PKK’lıdan daha fazla övüyor ve abartıyormuş”um. Bunu, geçen yıl benim imzamla yayımlanan “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?” adlı TESEV Raporu’nda yapıyormuşum.
Başka?
Bir de “Dahası PKK’ya, avuç içi kadar küçük ve düz bir coğrafya olan Suriye Kürdistanı’nda devlet kurdurtmaya kalkışıyor”muşum.
İlk bakışta, üstünde durulması gerekmeyecek ipe sapa gelmez safsatalar gibi görünüyor bunlar. Merak eden Rapor’u edinir, okur. Akit aracılığıyla Şemdin Sakık’ın “bombası”na ihtiyaç yok.
Yalanın sınırı da yok. “Avuç içi kadar küçük ve düz bir coğrafya olan Suriye Kürdistanı’nda devlet kurdurmaya kalkışmak...” Suriye konusunda yazdığım her satır Radikal’de yayımlandı. Söz konusu “iddia”yı doğrulayacak tek bir satırımın olmadığını beni okuyan bilir. Tetikçilik, bu kadar aptalca mı yapılır?
Dolayısıyla, Akit’te çıkan “Sakık bombaları” manşetini ciddiye almak gerekmez diye düşünülebilir. Aynı gazete, geçen ay, Ali Bayramoğlu’nun “Ermeni kökenini gizlemesi”nden söz etmiş ve bunun Yeni Şafak okurlarında büyük tepki yarattığını ileri sürmüştü. Bunun üzerine, kamuoyunda Akit’in “nefret söylemi”ne dair büyük tepki oluşmuştu.
Başbakan ile Ak Parti’nin yetkilileri, Hakkari’de devam etmekte olan çarpışmaları, “dış güce” bağlamış ve PKK’yı “Suriye Baası’nın maşası” ilan ederek, Hakkari’deki gelişmelere ilişkin olarak parmaklarıyla Şam’ı işaret etmişlerdi.
“Fantastik” bir değerlendirmeydi. Paçasını toplayamayan, Şam’ı korumakta zorlanan Suriye Baas rejimi, tam Halep düşecek iken, Türkiye’nin “Halep’e yönelik güçlerini dağıtmak amacıyla” Hakkari’de PKK aracılığıyla bir saldırı başlatmıştı.
Bu “tez”i dillendirenler hangi istihbarat raporlarından yararlanıyorlar bilmiyorum ama ne siyaset okumayı, ne de haritaya bakmayı bilmedikleri anlaşılıyor. Ya da belki bile bile “dezenformasyon” yapıyorlar. İran diyemedikleri ya da demek istemedikleri için Suriye diyorlar. Öyle mi, değil mi bilmiyorum.
Bununla birlikte, Hakkari’deki gelişmelerle İran arasında pekala irtibat kurulabileceğini görebiliyorum.
Nasıl ve neden mi?
Birkaç hususu dikkate getirelim:
1. Geçen yıl bu zamanlarda Kandil’de İran-PJAK çatışmaları yoğunlaşmıştı. Kandil dağının batı yarısı, Irak (Kürdistan), doğu yarısı ise İran (Kürdistan) topraklarında. Kandil’de “PKK’nın İran kolu” olduğunu bilmeyen hiç kimsenin bulunmadığı PJAK ile İran kuvvetleri arasında çatışmalar devam ederken, Murat Karayılan’ın yakalandığı ve İran’da tutuklandığı haberleri Türkiye’nin yarı-resmi ve resmi haber kanalları tarafından duyuruldu.
“… Artık zaman gelmiş gibi. Etnik ve dini grupların birbirleriyle çatışacağı, muhtemelen çalkantılı ve istikrarsız kalacak olan Esad sonrası Suriye’de, Suriye Kürtleri, Irak geri kalanı yırtılırken kendilerine oldukça istikrarlı bir bölge oluşturan Irak Kürtlerinin başarısından öğrenmişe benziyorlar. (Esad sonrası Suriye’ye) Hazırlık olarak, Irak Kürt kuvvetleri, Suriyeli Kürt savaşçıları eğitmeye şimdiden başladılar. Bağımsızlıktan ziyade, daha fazla hak ve özyönetim için bastıracak olan Suriye Kürtleri karşısında, Suriye topraklarından saldırıya uğramadığı takdirde, Türkiye, bir kenarda eli kolu bağlı oturacak gibi. Sınırları boyunda ikinci bir özerk Kürt bölgesinin ortaya çıkması, sadece Türkiye’nin Kürtlere yönelik temel politikasının sorgulanmasına yol açmayacak, bundan da öteye, söz konusu politikanın her zamandan daha fazla bir revizyondan geçirilmesini gerekli hale getirecek. (Politika değişikliği) Türkiye’yi bölgedeki gelişmelerin önüne yerleştirecek ve bir jeopolitik değişiklik döneminde bir lider olarak rolünü pekiştirecek.”
Bir başka “dışarıdan” bakış, “ağaçlara değil ormana” bakış; Irak Kürdistanı’ndan Hiwa Osman’a ait. Hiwa Osman, Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin danışmanlarındandı. Ünlü Kürt siyaset adamı Mahmut Osman’ın oğludur. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Erbil ve Kerkük ziyaretine ilişkin son derece ilginç bir değerlendirme yazısı kaleme almış.
Ziyaretin “Kürtlere ve Bağdat’a birçok mesaj gönderdiği”ne ve en baştaki mesajın ”Türkiye’nin bölgede önemli, güçlü ve istikrarlı bir oyuncu olduğu”na işaret ediyor. Bölgedeki yani Irak Kürdistanı’ndaki insanların aldığı “diğer” mesajı ise, “Kerkük yolu artık Erbil’den geçiyor” diye ifade ediyor. Şöyle devam ediyor:
“Kerkük’e giden yol artık Erbil’den geçiyor ve Türkiye, şehirdeki tüm taraflara eşit mesafede duruyor. Bir başka deyişle, Davutoğlu, Konyalı bir Türkmen olarak Türkmen Cephesi merkezinde yaptığı duygusal konuşmaya rağmen, Kerkük için Türkmen öncelikli herhangi bir davranışta bulunmadı. Kerkük’e verdiği destek sözü, şehrin gelecek planları için önemli bir sinyaldi. Bütün bu mesajlar, Türkiye’ye istikrarlı, dostane ve güvenli bir komşuluk alanı oluşturma amacını taşıyor. Davutoğlu’nun sıfır-sorun politikası, ister Suriye, ister Irak, ister İran olsun, hemen hemen tüm Kürt sınırlarında başarıya ulaşabilir. Ama bu sıfır-sorun politikası Türkiye sınırında duruyor çünkü sorun devam ediyor; Türkiye’nin aynı sorunlarla içerde baş edemezken, dışarıda böyle mesajlar göndermeye uygun olup olmadığı sorusu orta yerde duruyor.”
Hiwa Osman’ın yazısının şu bölümü özellikle dikkate değer:
“Türkiye, Musul’lu bir Kürt olan Irak dışişleri bakanının, vize alarak Diyarbakır’ı ziyaret ettiğini ve orada bir Kürt topluluğuna, Davutoğlu’nun Kerkük’te Türkmenlere söylediklerini söylediğini tasavvur edebiliyor musunuz? Türkiye, buna hoşgörü gösterebilir mi? Türkiye’nin tüm gücüne rağmen, böyle bir soruya cevap vermekte zorlanması, bölgede bir ağabey rolü oynamasını da zora sokuyor. Türkiye, kendi içine bakmalı ve kendi Kürt sorununun sürekli çözümü için çalışmalı. Ancak o takdirde, Türkiye, istediğini söyleyebilecek ve içerde farklı, dışarıda farklı konuşmaya mecbur kalmayacak bir önemli, güçlü ve istikrarlı bir oyuncu olabilir.”
Biri Türkiye ve Suriye Kürtlerini, diğer Türk Dışişleri Bakanı’nın Irak Kürdistanı’nın merkezi Erbil’e ve oradan Kerkük’e gidişini konu alan, birbiriyle ilgisiz iki kalemden çıkan iki yazının ortak ya da ‘kesişme noktası” nedir?
Her iki yazıda öne çıkan nedir?
Suriye resmi medyası birkaç saat boyunca “Başbakan Hicab’ın azledildiği”ni duyurmaya devam etti. Sonra kesti. Suriye’deki gibi bir “polis rejimi”nde Başbakan çok önemli değildir. İstihbarat şefleri ve özel kuvvetler komutanları çok daha önemlidir. Yine de Başbakan sıfatı taşıyan birisinin kaçması, polis yetkililerinin öldürülmesi kadar şiddetli bir “psikolojik darbe”dir rejim için.
Riad Hicab’ın, Hür Suriye Ordusu tarafından Ürdün’e kaçırılışı, Tayyip Erdoğan’ın “Hakkari üçgeni”nindeki PKK silahlı tırmanışının arkasında olduğunu işaret ettiği Suriye rejiminin çöküşüne delalet ediyor mu?
Bir ölçüde evet. En azından, rejimin merkezindeki Esad hanedanının dayandığı Alevi-Nusayri çekirdeğin bunca yıldır iktidarını sürdürmesinde önemli pay sahibi olan, onunla koalisyon halindeki “Sünni dekor”un sahneden çekilmesine işaret ediyor.
Rejimin sonunu ilan edecek bu gelişme, bundan bir ay kadar önce General Manaf Tlas’ın ayrılmasıyla özel anlam kazanmıştı. Manaf’ın babası Mustafa Tlas, Başşar’ın babası Hafız Esad’ın 30 yıl boyunca Savunma Bakanı olarak, Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam ve Genelkurmay Başkanı Hikmet Şehabi ile birlikte en yakınındaki “Sünni”lerden biriydi. Homs’un ilçesi, hemen kuzeyindeki Rastan’dan geliyordu.
Rastan, Başşar diktatörlüğüne karşı “Sünni direniş”in merkezlerinden biri oldu. Bu bakımdan, Manaf’ın Başşar’ı terketmesi, rejimin Alevi-Nusayri çekirdeğinin çevresindeki Sünni halkanın çözülüşü olarak değerlendirildi. Nitekim, Manaf’ın kaçışından hemen sonra, Şam’da rejimin dört çok üst düzey yetkilisini hedef alan suikast, Şam’ın içine kadar taşan çarpışmalar ve nihayet ülkenin en büyük ve Sünni çoğunluklu şehri Halep’in ayağa kalkması aşamalarına gelindi.
Birkaç bakanını yanına alarak kaçan Başbakan Riyad Hicab’ın başbakanlığı şunun şurasında ancak bir buçuk aylık. Ondan önce Tarım Bakanı idi. Tarım Bakanı olarak atanmadan önce ise Suriye’de olayların patlamasından hemen sonra Lazkiye Valiliği’ne atanmıştı
Lazkiye Valisi olmadan önce ise büyük bölümü İsrail işgalinde bulunan Golan tepelerinin merkezi Kuneitra’nın valisi idi. Lazkiye, bir Alevi-Nusayri mini-devleti kurulacak olsa, onun başkenti olacak yer. Mart 2011’de Deraa’da başlayan olaylar kısa sürede Lazkiye’ye sıçramış ve Riyad Hicab, Kuneitra Valiliği’nden Lazkiye Valiliği’ne getirilmişti.
Yani, Baas rejiminin güvenilir adamıydı. Zaten, Deir ez-Zor’ludur ve orada burada valilik görevlerine gelmeden önce, Deir ez-Zor Baas örgütünün başıydı. Şimdi, Hür Suriye Ordusu marifetiyle kapağı Ürdün’e atarak kaçması ve rejim karşıtı olduğunu ilan etmesi, Riyad Hicab’ın birdenbire tüm Baasçı günahlarından arınmasına anlamına gelecek mi?
Suriye’de rejimin yıkılmasından yana olduğum ve bunun en kısa zamanda, en etkin biçimde gerçekleşmesini istediğim doğru. Ama, bu illa “işgal”, “dış müdahale” vs. anlamına gelmiyor. Bunun yapılmasının binbir yolu var. Ancak, “tek bir şey” kesin ki, Başşar Esad’ın kanlı diktatörlük rejimine meşruiyet kazandıracak ve ömrünü uzatmaya yarayacak “her şey”e karşı çıkmak gerekir ve Kofi Annan misyonu tam da böyle bir misyondu.
İşte, sonuçta iflas etti.
Kofi Annan, girişiminin başarısızlığına ilişkin olarak üç hususun altını çiziyor:
Irak Kürdistanı, “komşularla sıfır sorun” dış politikasının geçerli olduğu tek “komşu” gibi.
Peki, Ankara-Erbil yakınlığı, Türkiye’nin Barzani’yi istediğini “dikte etmesine” imkan verebilir mi?
Daha açık söyleyelim: Şayet Davutoğlu, Mesut Barzani’ye:
1. Kuzey Suriye’de PYD ile işbirliğine son vereceksin;
2. Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı askeri harekata girişeceksin
diyebilir miydi?
Diyebileceğini veya dediğini varsaysak, Mesut Barzani, “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” hesabıyla ya da Türkiye’den “çekindiği için” bu taleplere “Tamam. Kabulümdür” karşılığını verebilir miydi? Verir miydi?
Hayır.
Bu sözler Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na ait. İlk harfinden son harfine kadar imzamı atarım. Tümüyle mutabıkım.
Suriye’de sınır boyundaki Kürt nüfusunun dağılımına ilişkin çizdiği şu tablo da bazı eksiklerine rağmen, büyük ölçüde doğru:
“Kamışlı’dan başlayalım, Nusaybin’in karşısına gelen bölgede Kürt nüfusu var. Oradan Suruç’un karşısına kadar Araplar, Kobani’de Kürtler, sonra Araplar ve Türkmenler başlar. Afrin’de bir paket daha Kürt düşünün. Oradan güneye iniyorsunuz Hatay’a doğru sadece Sünni Araplar var. İdlib’in güneybatısında biraz daha Kürt var. Sonra da Bayır Bucak Türkmenlerinin yeri başlar. Yani 900 km’lik bir blok yok. Bütün bu coğrafyanın arkasındaki beyin şehir Halep… Merkezi hükümet gücünü kaybedince de facto alanlar ortaya çıktı.”
Bakan, Halep için “Bu kadim şehirde üzerime güneş doğmamıştır. Bu kente aşığım. Olağanüstü bir yerdir” demiş; bu konuda da aynı duyguları paylaşıyorum. Ben de Halep’e aşığımdır. Olağanüstü bir şehirdir gerçekten de Halep.
Ama, Halep için böyle duygulara sahip ve Türkiye Dışişleri Bakanı sıfatı taşıyan kişinin “Fakat bugün o şehir top ve tank atışları altında yıkılıyor. BM Genel Sekreteri ile konuşurken UNESCO’yu harekete geçirme konusunda mutabakata vardık” demesi, kusura bakmasın ama laf değildir. Halep’te yıkımın ve katliamın önüne UNESCO ile geçilemeyeceğini Dışişleri Bakanı Davutoğlu herhalde biliyordur.
Türkiye’nin Suriye politikasının temel sorunu, muhalefetin eleştirdiği yönde değil. Temel sorun, yanıltıcı olmasında. Suriye halkına ve bölge kamuoylarına öyle bir izlenim verildi ki, verilen izlenimin gereği yerine getirilemiyor.
Başbakan, “Bir daha Hama’ya müsaade etmeyeceğiz” demişti; önceki gün de Davutoğlu da, “Keşke bugünkü gücümüzde olsak da Halepçe’yi engelleyebilseydik. Halepçe’den utanç duydum, keşke o zaman durdurabilseydik” diye konuşuyor.
Madem bugünkü gücümüz, o gün (yani 1988’de) olsaydı, Halepçe’yi durdurabilirdik; bu gücü Halep için kullanın bari.
Bundan beş ay önce Şam ve Halep, devreye girmemişti. Zaten, Suriye’nin bu iki büyük merkezinin “devreye” girmesi demek, rejimin sonu demek olacaktı.
Fouad Ajami’nin uzun yazısı, “Herhalde Halep en sonunda bu isyanın güzel müjdelerini verecektir” cümlesiyle başlayan bir paragrafla noktalanıyordu. Ve, o son paragraf şöyle devam ediyordu: “Halep kırsalı yöneticilerin kontrolünden çıkmış durumdadır. Rejim, Halep’i çatışmanın dışında tutmak için elinden geleni yaptı. Demografik ağırlığı ve iş adamları sınıfının derin cepleri ile Halep, Esad ve adamları için büyük kaygı konusuydu. O nedenle, bu şehre özel olarak demir yumruk uyguladılar. Ne var ki, böyle bir hal daima kırılgandır. Uygulamanın başarıya ulaşması, yeterli mali kaynakları olan kendinden emin bir rejimi, ve kaba kuvveti ve de boyun eğmiş bir nüfusu gerektirir. Bu ayaklanmayı Halep başlatmadı, ama ülkenin ağırbaşlılığı ve aklıseliminin başkenti olan bu şehir için, (isyanın) uzun zamandır hakettiği zaferini açıklaması harika olur.”
Ajami’nin keskin gözleminden hareket edersek, Başşar rejimi sarsılınca ve kendine güvenini kaybetmeye başlayınca ve tıpkı ülkenin diğer birçok kentinde ve kasabasında olduğu gibi, en kalabalık kent Halep de “korku duvarı”nı yıkınca; yani “halk boyun eğmiş bir nüfus” olmaktan çıkınca, şehir ayağa kalktı.
Halep, bu anlamda, belki de “rejimin sonunun geldiğini” ilan etti. Belki de “bu isyanın güzel müjdeleri”ni veriyor.
Daha iki hafta önce, Şam’ın merkezinde kendini korumaya çalışan rejim, şimdi ülkenin en büyük şehrine boyun eğdirmek için, kuşatmış, karadan top ve tanklarla, havadan savaş uçakları ve helikopterlerle ölüm yağdırıyor.
Rejimin Halep’i elinde tutmasının ihtimali elbette var. Ama, bu “katliam” demek. Üstelik, bağıra çağıra “geliyorum” diyen bir katliam Halep’in yüzyüze olduğu. Gerek Amerikalılar, gerek Avrupalı yetkililer ve bizim Başbakan, Tayyip Erdoğan bu “endişeleri”ni günler öncesinden dile getirdiler.
Önlenemez mi?
Önlenebilir. Önleme kararlılığı olursa, önlenebilir. Bunun için, yabancı orduların gelip Suriye’yi işgali gerekmiyor. Halep semalarını “uçuşa yasak bölge” ilan etmek, rejimin ölüm makinalarına hava harekatı düzenlemek mümkün.