Paylaş
İngiltere Kralı VIII. Henry’nin beşinci karısı Catherine Howard, iki gün geçirdiğimiz Kent yakınlarındaki Oxon Hoath adındaki o şatoda doğmuş büyümüş. Catherine Howard, Kral’a erkek çocuk veremeyince, Kral’ın ikinci karısı Ann Boleyn ile aynı akıbete uğramış. Kellesi gitmiş. VIII. Henry ile Ann Boleyn evliliği, İngiltere Kilisesi’nin Vatikan’dan kopmasıyla sonuçlanmış büyük bir tarihi olay olmuştu. İşin ilginç yanı, Ann Boleyn, Catherine Howard’ın anne tarafından kuzeni. “İkinci eş” Ann Boleyn de, “beşinci eş” Catherine Howard’ın da, kafaları “zina” iddiasıyla kesilmiş. 16. Yüzyıl. Bizde Kanuni Süleyman-Hürrem Sultan dönemi…
DPI (Demokratik Gelişim Enstitüsü) toplantısı için iki gece kaldığımız Oxon Hoath’ın işletmecileri, tarihi binanın odalarında gece hayaletlerin dolaşabileciğine dair şaka yolu uyardılar bizi. Catherine Howard’ın değil ama İngiltere milli futbol takımının hayaleti dolaştı orada.
İngiltere’nin İtalya karşısında elenişine İngiltere topraklarında, Kent’te tanık olduktan sonra, İtalya’yı yarı finalde Almanya karşısında İtalya’da izledim. Yine tarihi bir mekanda. Piazza del Popolo’da.
Piazza del Popolo, Roma’nın en bilinen, en güzel meydanlarından biri. Tam ortasında Roma İmparatoru Augustus’un MS 10 yılında Mısır’dan getirdiği bir yüzü II. Ramses dönemine ait bir obelisk yani dikilitaş var. Bu meydanda da 1820’lerin sonuna dek kelle kesilirmiş. Şimdilerde büyük kutlamalar yapılıyor.
Eski Roma’ya kuzey yönünden Via Flaminia’dan girilirmiş ve bugünkü Piazza del Popolo, Roma’ya dışarıdan gelen konuğun ilk ayak bastığı nokta imiş.
Istituto Affairi Internazionale yani Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün “Arap Baharı ve Körfez”le ilgili konuyla ilgili ve birçoğu bölgeden gelen uzmanın katıldığı toplantının yapıldığı Palazzo Rondinini de, Roma’nın en önemli caddelerinden Via del Corso’nun üzerinde ve Piazza del Popolo’nun dibinde bir küçük saray idi. Via Flaminia’dan gelip, meydanı boydan boya geçip gün boyu Palazzo Rondonini’deki toplantıdan çıktığımda Piazza del Popolo, ellerinde İtalyan bayrakları binlerce kişi tarafından doldurulmuştu bile. İtalya-Almanya maçı bekleniyordu.
Bugünlerde beni ters anlama eğiliminin güçlü olduğunu Roma’da farkettim. Bir twit ile maçı İtalyanlarla Piazza del Popolo’da seyredeceğimi duyurduğumda bazı arkadaşlar, benim İngiltere’deyken İngiltere-İtalya maçında İngiltere’yi tuttuğuma, Roma’da ise İtalya’yı tutacağıma hükmetmişler ve tercihlerini ona göre, benim tersime yapmaya karar vermişler.
Oysa ben o twitte sadece İngiltere-İtalya maçını İngiltere’de seyretmiş olduğumu duyurmuştum. İngiltere’yi tuttuğumu yazmamıştım. Zaten, İngiltere’yi de tutmamıştım.
İtalya-Almanya maçında ise “tarafsız” idim. Gönlüm, “Akdenizli” kimlik ağır bastığı için, Almanya karşısında her zaman için İtalya’yı tutmaya meyilliydi. Ama bir yanda da Almanya takımında Mesut Özil’in oynuyor ve onun Alman takımının “orkestra şefi” olması, onun yanısıra Tunus kökenli Sami Khedira, ayrıca Lucas Podolski ve Miroslaw Klose gibi Polonya asıllılar, Boateng gibi Gana kökenli bir siyah, Alman takımının “enternasyonalist-kozmopolit” niteliğinden ötürü ona sempati duymam için de yeterli bir sebepti.
Piazza del Popolo’da, aynı toplantıda bulunduğumuz Fas’lı bir öğretim üyesi ve büyükelçi, “Ne var bunda?” dedi, “Fransa takımına baksanıza, neredeyse bir tane Fransız ve beyaz yok”. Ben de “Almanya’dan bahsediyoruz dikkat edin” diye karşılık verdim, “vatandaşlığın bile ırk esasına göre belirlendiği bir ülkeydi orası. Bir Türk’ün yönetiminde Polonyalıların, Arapların ve dahası bir siyahın bulunduğu bir milli takıma sahipler şimdi. Üstelik, başlarında bizim Fenerbahçe’nin eski antrenörü Joachim Löw var. En önemlisi, pozitif futbol oynuyorlar. Ben bu Alman milli takımıma nasıl sempati duymam.”
Aslına bakılırsa, İtalya da kendi ölçülerinde hayli “radikal” değişikliklere işaret eden bir milli takıma sahip. İtalyan milli takımları oldum olası sapasağlam bir savunma futbolu ile ün yapmışlardı. Yeni antrenörleri Cesare Prandelli, hücum varyasyonları ile oynayan, risk alan, geleneklerinin tam tersine göze hoş gelen bir futbol oynayan İtalyan millli takımı oluşturdu. Almanya’yı yıkan ve İtalya’yı finale çıkartarak Euro 2012’ye damgasını vuran ise simsiyah bir oyuncu: Mario Balotelli.
Mario Balotelli adını nerede, ne zaman duysanız İtalyan olduğuna hükmedersiniz doğal olarak; ama o Gana kökenli, siyah bir “İtalyan”, henüz 21 yaşında ve renginden ötürü sorunlu olduğu İtalya futbol ortamı yerine İngiltere’de, bu yılın lig şampiyonu Manchester City’de futbol yaşamını sürdürüyor.
İkinci Dünya Savaşı’nın Nazi-Faşist ittifakının tarafları Almanya ile İtalya, bugün çok renkli, çok dinli, çok farklı ulusal kökenlerden gelen insanlardan oluşan milli takımlarıyla karşılaştılar.
Piazza del Popolo’da İtalyan bayraklı –tek tük Alman bayraklılar da göze çarpıyordu- binlerce kişiyle birlikte meydana kurulmuş dev ekranda maçı izlerken, son dakikalarda Almanya penaltı kazanınca, topu penaltı noktasına yerleştirmek üzere yürüyen Mesut Özil’in görüntüsü Roma’nın tarihi meydanını kapladı. Benim içimde nedense kocaman bir gurur duygusu kabardı. Bütün meydan ıslıklar ve yuh sesleriyle inledi. Mesut, golü attı. Piazza del Popolo buz kesti. Maçın bitmesine daha bir dakika vardı ve ne olur ne olmaz, bir gol daha yemekten korkuyorlardı İtalyanlar.
Hakemin maçı bitiren düdüğü çalınca, bütün İtalya gibi Piazza del Popolo da ayağa kalktı. Ben de sevindim. Maç bittiğinde, bir çok İtalyan için o anı, Piazza del Popolo’da yaşamak “tarihi an” sayılıyordu. Maç bittiğinde, ben de “tarafsızlığım”dan sıyrılıp, “İtalyan” oldum.
Ertesi gün yani dün, İtalyan gazetelerine göz attım. Birinin birinci sayfası boydan boya simsiyah bir Balotelli fotoğrafına ayrılmıştı ve üzerinde “Il Gigante” yani “Dev” yazıyordu.
Futbol böyle bir şey. Kavramları, kavrayışları kökünden değiştirmekte, bir yandan milli duyguları kamçılar gibi görünürken “milliyetçilik” ve “ırkçılık” gibi kötü, ilkel düşünceleri yerle bir etmekte bir rol oynuyor.
Piazza del Popolo’da futbol ile buluşmadan önce, yanı başında Palazzio Rondonino’da Arap dünyasındaki gelişmeleri ve tabii bizim gündeme getirmemizle Suriye’yi tartıştık.
Katılımcılar düzeyli ve akıllı insanlardı, aralarında hiç kimse, dinlediklerimden benim “savaş yanlısı” ve “Türkiye’nin Suriye’yi işgal etmesinden yana olduğumu” sonucunu çıkartmadılar. Radikal’deki yazılarımı okuyanların bir bölümünden daha kavrayışlı olduklarına kuşku yoktu.
Bu konuya döneceğim. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim; Suriye’de rejim ülkenin önemli bir bölümünde kontrolü kaybetmiş durumda. Hür Suriye Ordusu, birçok yere hakim.
Geniş çaplı savaş şeklindeki bir dış müdahale gerekmeden Başşar Esad’ın zalim rejiminin çökme ihtimali mevcut…
Paylaş