Paylaş
Bir gün içinde üç kez F-16, Suriye helikopterlerinin sınıra çok yaklaşmış olduğu gerekçesiyle havalandı.
Bundan sonrası bir “hata” ya da bir “provokasyon”a bakar. Ondan sonrasını bilemeyiz. Rusya ne kadar, nereye kadar Başşar rejiminin arkasında ve keza İran ne kadar?
Türkiye, “Sünni halk ayaklanması”nın başından beri, bir başka deyimle Suriye’de “rejim değişikliği”nin kendisini dayatmasından beri, bir “Türkiye-Suriye çatışması”ndan kaçınıyordu. Türk dış politikası, Suriye’ye karşı “lokomotifliği”ni Türkiye’nin yapacağı ama bir “kollektif eylem”den yana oldu.
“Kollektif eylem”den kasıt ise öncelikle siyasi ve diplomatik baskı idi. Irak’ta 2003’te olduğu gibi komşu ülkenin “koalisyon güçlerinin ortak askeri müdahalesi” kastedilmiyordu, “kollektif eylem”den.
Hatt, Ahmet Davutoğlu dış politikası, Türkiye-Arap Birliği eksenli bir “kollektif eylem”i, Türkiye-NATO eksenli bir “kollektif eylem”e tercih ediyordu.
Türkiye, Suriye muhalefetine kapıları açarak, İstanbul’u mesken ve merkez tutmasını sağlayarak, bir yandan Suriye’nin Baas-sonrası geleceğine yatırım yaparken, bir yandan da Suriye’nin kaderini belirleyecek herhangi bir girişimde “baş rol oyunculuğu”na kendiliğinden aday olmuştu.
Suriye muhalefetinin ve Suriye’deki rejimin devrilmesinden yana olan bölgedeki herkesin Türkiye’den beklentisi, “tampon bölge” oluşmasında ön alması ve bu yolla rejimin çökmesini hızlandırmasıydı.
Türkiye, “tampon bölge” fikrinden de uzak durdu.
Türkiye’nin Suriye politikasına, “içerden” yükselen tepkiler ve muhalefet, hükümetin “ABD’nin taşeronu olarak” Suriye ile savaştan yana bir politika izlediği zehabına dayanıyordu.
Bu yanlıştı. Böyle bir politika yoktu.
Bununla birlikte, geçen hafta Türk F-4 uçağının düşürülmesinden bu yana, değişen “angajman kuralları” ve Suriye’nin Rusya-İran desteğinin sürmesinden güç alarak oynadığı “oyun”la, Türkiye’nin en istemediği durumlara, bir “Türkiye-Suriye çatışması”na sürüklenmesi tehlikesi var.
Başşar rejimi, belli ki, ikide bir helikopterlerini sınırın dibine Türkiye’yi test etmek amacıyla gönderiyor. Ve, hemen İncirlik ve Batman’dan F-16’lar havalanıyor.
Bu arada, Türkiye’nin Suriye ile “angajman kuralları”nın değiştiğini açıklamasının, Türkiye-Suriye sınırı boyunca fiilen “tampon bölge” oluşumunu beraberinde getireceğini belirtmiştik. Gelişmeler, bu gözlemimizi de doğruluyor.
Suriye muhalefet örgütü SUK’un (Suriye Ulusal Konseyi) bir önceki başkanı Burhan Galyun, geçen hafta Türkiye’den Suriye’ye girdiğini, bir gün boyunca konvoylar halinde İdlib kenti yakınında dolaştığını, halkla görüştüğünü ve Hür Suriye Ordusu kontrolü altındaki bölgeden aynı akşamüstü İstanbul’a döndüğünü açıkladı.
Kilis’in hemen karşısındaki Azaz’dan dumanlar yükseliyor. Suruç’un karşısına gelen Ayn el-Arab bölgesinde çatışma sesleri sınıra kadar geliyor. Bütün buraları Kürt bölgeleri. Afrin-Kamışlı arasının denetimi, bu hatta güçlü olduğu bilinen PKK’nın Suriye kolu PYD’nin eline geçerse, bu “tampon bölge” mi sayılacak; Türkiye’nin sınır ötesine girmesine gerekçe mi?
PKK’nın en tepesindeki isimlerden Duran Kalkan’ın, Abdullah Öcalan’ın ve Murat Karayılan’ın mesajlarından farklı biçimde “askeri çözüm dönemi”nden söz etmesinin, acaba “Suriye perspektifi” ile hiç mi ilişkisi yok?
Bu “karambol ortamı”nda Türkiye’deki iktidarın kucaklayıcı bir “ulusal birlik” politikası gütmesine ihtiyacı olduğunu defalarca vurgulamaya çalıştık.
Alevi sorunu süren, Kürt sorununu KCK davaları üzerinden kangrene dönüştüren, Uludere’yle gereksiz ve anlamsız “moral zemin kaybı” yaşayan bir ülkenin, çok geniş bir manevra alanına ihtiyacı olduğu Suriye politikasında zorlanacağı besbellidir.
Başşar, son kozlarını oynuyor. Zaten acımasız bir diktatörlük rejiminin başında. Gelinen noktada “Benden sonra tufan” zihniyetiyle hareket etmesi için onun için zor değil.
Nitekim, Suriye’nin içinde daha da sertleşmekten yana. Rus dostlarına, “yeni askeri taktiklerinin sonuç vermekte olduğunu, bu gidişle iki ay içinde isyanı tümüyle söndürebileceğini” bildirmiş 1 Temmuz günü.
Bunu neye dayanarak söylüyor?
Şam’ın banliyösü olan ve aylardır Hür Suriye Ordusu ve muhalefetin elinde sayılan Duma’yı taş taş üzerinde bırakmayarak temizledi. Şam üzerindeki tehdidi kaldırdığını zannediyor.
Bu arada, ordunun üst düzeyinde epey temizlik yapmış ve birçok komutanı tam maaşlı olarak emekliye sevkedip, yerlerine Şebbiha adı verilen paramiliter güçlerin Alevi-Nusayri kökenli şeflerini getirmiş. Büyük ateş gücü ve acımasızlıkla sonuç almayı tasarlıyor.
Bir yandan da, Suriye’de birçok şehir boşalmış ve rejimin kontrolünden çıkmış durumda. Örneğin Hama ve İdlib böyle. Çatışma, başladığı 14 aydan beri ilk kez Şam ve Halep’e taşınır vaziyette.
Başşar, yüksek ateş gücü ve Sünnileri hedef alan katliamlarla Türkiye-Suriye sınırının dibine kadar harekete geçerse, Türkiye ne yapacak? Her gün üç kez F-16 mı kaldırılacak?
Peki, Şam rejimi, Afrin-Kamışlı hattını fiilen PYD’de terkederse ve orada tasarlanın tam tersine bir “Kürt tampon bölgesi” kurulursa, Ankara’daki Ak Parti hükümetinin tavrı ne olacak?
Bir de Batı dünyasında yankı yapan ama Türkiye’de üzerinde durulmayan çirkin bir Suriye gerçeği söz konusu: Suriye Hristiyanları yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan sürülüyorlar. Bu, Başşar’ın yani rejimin değil, S.Arabistan ve Katar gibi ülkeler tarafından para ve silah yardımıyla desteklenen çoğunlukla Selefi eğilimli rejim muhaliflerinin eseri. Rejim, tam tersine, böyle bir çirkin fotoğrafı istismar ediyor, yarar sağlıyor.
Lübnan sınırına yakın Kuseyr kentindeki binlerce Hristiyan kaçmış. Homs’un 80 bin Hristiyanı artık şehirde değil. Bu konuda geçen cuma günü International Herald Tribune’da yayımlanan “Suriye’nin tehdit altındaki Hristiyanları” başlıklı yazı şöyle bitiyordu:
“Esad rejiminin uzaklaştırılması bir küresel ahlaki yükümlülük haline gelmiştir. Ama, Suriye’nin geleceğini tüm azınlıklar için güvence altına almak da bir görevdir.”
Türkiye’nin bu konuda sesi duyuldu mu?
Bütün bunlar akla gelen ve sorulması gereken sorular. Sormaya ve Suriye konusunu gündemde tutmaya devam edeceğiz…
Paylaş