- Nereden biliyorsun, o iki seçenek üzerinde düşündüğünü?
Paul, “Sol tarafında su içeceği bir yer var. Karşısına da biz çıkmış durumdayız. Filler, ön ayaklarından birini kaldırıp sallamaya başladığında bir karar verecekler ve o kararı vermeden önce düşünüyorlar demektir. Bakın ön ayağını sallıyor bu da” diyor. Dev, 6 tonluk o koca gövdesiyle sağına dönüp, su içmeyi gitmeyi seçiyor. Kararını vermiş durumda.
10 kişi alan, üstü ve yanları açık jipin en önündeyim. Peki ya, sağa dönmek yerine üzerimize gelmeyi seçseydi? Kaçacak durum da yok. Filler saatte 40 kilometre sürat yapabiliyorlar; bizim jip yavaşlayıp durduktan sonra o sürate çıkamaz. File yakalanacağımız, kaçamayacağımız besbelli. Kararı farklı olsa, ne yapardık?
Paul, ne yapacağını ve yapacağı şeyden sonuç alacağını bilen insanların rahatlığı içinde, “Öyle bir durumda, birinci kural, kaçmamaktır; bulunduğu pozisyonu muhafaza etmektir. Fil üzerimize gelse, kapının üzerine vurmaya başlayacak ve avazım çıktığı kadar bağıracaktım. Bu tavır file bir direnme olduğunu, saldırısına karşı konulacağını gösterir ve bu caydırıcı olabilir. Kaçarsanız bitersiniz. Onun sizden daha güçlü olduğunuzu, onun karşısında yenileceğinizi teyid etmiş olursunuz zira…”
Benzeri bir uyarıyı, bir aslan ailesinin burnunun dibine kadar sokulduğumuzda da yapıyor. “Ayağa kalkmayın” diyor, “aslanı sinirlendirmeyelim; tiz sesler de, ceylan sesi frekansını ona hatırlatır, aniden saldırmasına yol açabilir.” “Aksi halde aslan insana saldırmaz” diye de ekliyor.
Savanda vahşi hayvanlar, insanları jiplerin içinde görmeye alışkın oldukları için, iri metal taşıma aracıyla insanı aynı şey, entegre yapılar olarak algılıyorlarmış. Ama kaçan bir insan ya da yerde yani “dört ayak üzerinde” bir insan görürlerse, saldırırlarmış.
Paul, bilge bir edayla, “Zira kaçan her şey, onun için kovalanması gereken bir şeydir; bir gıda maddesidir” diyor , çalılıklar, yüksek otlar ve kısa ve orta boylu ağaçlar arasında jipi sürerken.
Güney Afrika’yla ilgili
Aralarında en geç olanı sözü diğerlerine bırakmayıp, siyasi tahliller yapıyor. Kendisini “politikacı” olarak tanımlıyor. Diğer arkadaşlarının herbiri telekomünikasyondan bilgisayara çeşitli mühendislik dallarında üniversitede okuyorlar; o ise lise sondaymış ve seneye siyaset bilimi okuyacakmış. Biraz da o nedenle, siyaset konusunda hepsinden daha iddialı. Ya da siyasete merakından ötürü siyaset bilimi okuyacak.
“Kaç yaşındasın?” sorusuna bu kadar bilgiç olmanın gururuna yaşının alçakgönüllüğü karışan sevimli bir yüz ifadesiyle “Sadece 18” karşılığını veriyor.
“Yaz şuraya adını” diyorum, bir kağıt parçasını uzatıyorum; “Bakarsın, 15-20 yıl içinde dünya çapında bir siyaset adamı olursun, ben de sağda solda hava basarım, seni tanıdığım için” diyorum. Yazıyor: Lebohong Mlageni.
“Aynı kuşaktan olan beyaz gençlere içinde bir nefret duyup duymadığını” soruyor Bejan Matur ona. Lebohong Mlageni, “Bizim lugatımızda öyle nefret ya da kıskançlık gibi sözcükler ve duygular bulunmaz” diyor. “Hristiyan kültürümüz bu gibi düşünceleri önler…”
Belki de bu hal, Hristiyan olmaktan ziyade Güney Afrikalı siyah olmakla ilgili. Zira bir gece önce, Cape Town’da Afrika müziğinin davul gürültüleri arasında bir restoranda bize konuşan Komünist Partili (Hintli Müslüman kökenli) bir bakan yardımcısı Yunis Carrim, “Tüm Afrika’da Güney Afrikalılar kadar affetme duygusuna sahip, yüreği şefkatle dolu insan bulamazsınız” demişti.
Siyah mücadelenin yüreğinde Soweto’da siyah delikanlılarla konuşurken, bu saptamanın ne kadar isabetli olduğu hissediliyor. Bu hissi edinebilmek için belki de Vilakazi Sokağı’ndan daha uygun bir yer bulunamaz. Rehberimiz Muhammed Bhabha, Vilakazi Sokağı’nı “dünyanın en eşsiz sokağı” olarak ilan etmişti bile.
Neden mi öyle?
“Dünyada iki Nobel Barış Ödülü sahibi birden çıkartan tek sokak!”
Saniye tereddüt geçirmiyor, çevresini gözleriyle kontrol edip, fısıltı halinde bir sesle ve gülümseyerek, “Cape Town belediye başkanlığı”
Güney Afrika’da biz DPI (Demokratik Gelişim Enstitüsü) heyetine mihmandarlık yapan Mandela döneminin eyalet bakanlarından ve ANC’nin eski milletvekili, Hint kökenli Muhammed Bhabha, ANC’nin Cape Town’da belediye seçimlerini kaybetmesine ANC’ye oy vermeyen beyaz oyların etkisine bağlıyor. Yeni belediye başkanı da bir kadın. Ama, Nomaindia Mfeketo gibi siyah (yani African) değil. “Coloured”, yani “renkli.” Renkli demek, siyah-beyaz karışımı, melez anlamında kullanılıyor.
Muhammed Bhabda, “imtiyaz hiyerarşisi”ni şöyle sıralıyor: 1. Beyaz (ezici çoğunluğuyla Afrikaan); 2. Coloured (Renkli-Melez), 3. Hintli 4. Simsiyah (African).
Simsiyah dememin sebebi, Güney Afrika jargonunda “siyah” dendiği vakit, simsiyah olanlar ile, renkli-melezler ve Hintliler birarada anlaşılıyorlar.
Nüfustaki oranlar ise ters yönde, simsiyahlar yüzde 75-80 arası, Hollandalı kökenli Afrikaanlar yani beyazlar yaklaşık yüzde 12, “Renkliler” yüzde 8 dolayında, Hintliler ise yüzde 2.
ANC, Mandela ve diğer birçok liderinin üzerinde titrediği çok-kimlikli yapısı bir yana, beyazlar nezdinde “siyahların temsilcisi”.
Cape Town ise, merkezinde siyahların pek az hissedildiği bir şehir. Ya da Apartheid dönemi olsun, sonrası ve bugünler olsun Güney Afrika beyazlarının kendilerini –diğer başkent Pretoria ile birlikte- en fazla hissettirdikleri şehir.
Nomaindia Mfeketo ile görüştüğümüz ve her köşesini gezdiğimiz parlamento binası, 1885 tarihini taşıyor. İçi de, dışı da kolonyal mimarinin güzel örneklerinden. Parlamento binasının bulunduğu caddedin alt köşesinde, pastel sarı renkte, iki katlı küçük ve yine çok hoş bir mimarisi ile dikkat çeken bir yapı var. Üzerinde
İlk defa göreceğim yerlere ilişkin müthiş bir merak vardır içimde ve gördüğüm anda tanırım. “İşte” dedim kendime, “şu aşağıda yılan gibi kıvrılarak akan su, Zambezi nehri olmalı. Dolayısıyla, nehrin kuzeyi Zambiya, güneyi Zimbabve. Dünyanın en görkemli doğal harikalarından biri olan Victoria Şelaleleri’nin yakınından uçuyoruz…”
Demeye kalmadan, üzerinden uçarken dünyanın en büyük yapay gölünü görüyorum: Kariba Gölü. Sömürgecilik döneminde Kuzey Rodezya-Güney Rodezya olarak bilinen Zambiya ile Zimbabve’ye ayırıyorlar.
Uçak, Güney Afrika’ya yaklaşırken, bir yandan gözlerim aşağımdaki Afrika coğrafyasını tararken, bir yandan da elimden bırakamadığım Nelson Mandela’nın bir roman sürükleyiciliğindeki otobiyografisini, “Long Walk to Freedom”u (Özgürlüğe Uzun Yürüyüş) okuyorum. Johannesburg’a yaklaşırken, kitapta okuduğum yerleri göklerden göreceğim, aynı şekilde Johannesburg’dan Cape Town’a uçarken göreceğim yerler gibi.
Kitabı neredeyse uçak ile aynı hızda okur gibiyim. İstanbul’dan havalanalı 10 saat kadar olmuş, 325. sayfasına gelmişim. Gözlerim sayfanın ilk paragrafına takılıyor, düşüncelere dalıyorum:
“Hiçbir zaman bir asker olmamış olan, hiçbir zaman bir savaşta yer almamış, hiçbir zaman bir düşmana silah sıkmamış olan bana, bir ordu kurmak görevi verilmişti. Bu kıdemli bir general için bile altından kalkması güç görev iken, askeri bir acemi için haydi haydi öyleydi. Bu yeni örgütün adı Umkhonto we Sizwe (Ulusun Mızrağı) olacaktı, ya da kısaca haliyle MK. Mızrak sembolünün seçilmesinin nedeni, bu basit silahın yüzyıllar boyu beyaz istilacılara Afrikalıların bununla direnmiş olmalarından ötürüydü…”
Akşam, Cape Town’un en gözde yeri Waterfront’ta bir yandan yemekteyiz; bir yandan da harıl harıl not tutuyoruz. Güney Afrika’nın bir numaralı askeri konular ve güvenlik uzmanı sayılan Prof. Laurie Nathan, Güney Afrika “barış süreci”nde Apartheid rejiminin Güney Afrika ordusu ile ANC’nin (şu anda iktidarda bulunan African National Congress yani Afrika Ulusal Kongresi) “yeni Güney Afrika”ya geçiş dönemini anlatıyor. O konuda kendisinin önemli rolü var. ANC’nin nasıl “silahlarını bıraktığını” anlatıyor.
Laurie Nathan, Apartheid rejimine karşı koymuş beyazlardan biri. Yani bir Afrikaan. Afrikaan, Güney Afrika’da Hollanda kökenli beyazların adı. 1600’lerden beri Güney Afrika’dalar. Afrikaan denildiğinde onlar, “African” denildiğinde siyahlar anlaşılıyor.
Nathan’ın bir ara
Karşılaştığımız anda, Washington’da gazete için kısaca söylenilen ismiyle “Post”un özelliğini hatırlatarak sordum, “Tayyip Erdoğan gelmeden önce, Başkan Obama kahvaltı masasında kruvasanını yerken okuması için bir şeyler yazmaya mı geldiniz?”
Kevin Sullivan güldü, “Aynen öyle” diye karşılık verdi. Malum, Washington Post’un şöhreti, “Amerikan başkanlarının kahvaltı ettikleri sırada ilk göz attıkları gazete” olmasıdır. Taze sıkılmış portakal suyu, kruvasan (croissant) eşliğinde. Ve, başta Tayyip Erdoğan, birçok şey konuştuk Sullivan ile.
Doğal olarak, bana, Tayyip Erdoğan’ın Obama ile neleri konuşmak isteyeceğini, bunun nedenlerini ve neler isteyeceğini sordu. Tahminlerimi öğrenmek istiyordu. Bunların arasında “Suriye” konusunun çok ön sırada olduğunu söyledim. Suriye, giderek Amerikan Başkanı’nın da boynuna dolanan bir halat ya da ciddi bir başağrısı halinde.
Financial Times’ın etkili yazarı Gideon Rachman, gayet isabetli bir tespit ile “Suriye’nin Obama’nın stratejisini zora soktuğunu belirtiyor” ve şu hususları ifade ediyor:
“Başkan’ın amacı Ortadoğu’dan ziyade Asya’yı pivot olarak almaktı. Obama, Amerikan müdahalesi olmadığı takdirde sadece işlerin daha da kötüye gideceğine dair değil, ABD’nin harekete geçmesinin meseleleri düzelteceğine ikna olmak istiyor. Aksi halde, Suriye’de ne kötü giderse –ister batı silahlarının yanlış ellere geçmesi olsun, ister Esad’ın düşmesinden sonra mezhepçi katliamlar- bütün bunların Amerika’nın ‘üzerine yıkılması’ndan korkuluyor. Bu da, karşılığında, Amerika’nın işin içine daha fazla girmesi için baskıya dönüşecek. Sözü edilen kaygılar tümüyle mantıklı. Ancak, Başkan’ı zayıf göstermek için kullanılıyorlar.”
Suriye üzerinden “zayıf gösterilmek istenen” Amerikan Başkanı, Beyaz Saray’da karşısında “kendisinin zayıflamaması için” ABD’nin daha fazla (ama Irak’takinden çok farklı biçimde) işin içine girmesini kendisinden talep etmesi muhtemel, “güçlü” bir Türkiye başbakanı bulacak.
Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) “Blurring the Borders: Syrian Spillover Risks Turkey” (Sınırları Bulanıklaştırmak: Suriye’deki Durumun Yayılması Türkiye’yi Riske Sokuyor) başlıklı 50 sayfalık raporu dün yayımlandı. Rapor, ayrıntılı biçimde, Suriye’deki gelişmelerin Türkiye için arzettiği riskleri irdeliyor. Raporun bir yerinde şöyle deniyor:
“Türk liderler Kasım 2012’de yeniden seçilmesi halinde Başkan Obama’nın Suriye’ye yönelik olarak kendilerininki gibi daha açık bir müdahaleci tavır benimsemesini ummuşlardı. Ama, ABD, silahlı muhalefetle temaslarını arttırmış gözüyorsa da, bu, Ankara’nın umduğu ölçüde gerçekleşmedi.”
“Süreç”le ilgili hemen her gün iki ayrı gazetede yazan ve son zamanlarda sık sık televizyon ekranlarında da görülen Ak Parti milletvekili Yalçın Akdoğan, Karayılan’ın Türk medya mensuplarıyla yaptığı söyleşideki sözleri üzerine, “normalleşme sürecinin silahsızlanmayla mümkün olacağını” söylemiş ve “Karayılan süreci yanlış anlamış” değerlendirmesinde bulunmuştu.
Bu, pek isabetli bir değerlendirme sayılmaz. Zira, Murat Karayılan, “süreci yanlış anladıysa, süreç yok” demektir. “Süreç”in bizzat kendisi, Murat Karayılan’ı ve örgütünü, “olmazsa olmaz taraf” haline getirmiştir. Öyle olmasaydı, 100’den fazla ve aralarında devletin yarı-resmi haber ajansının bulunduğu Türk medya ordusu Kandil’e Murat Karayılan’ı dinlemeye akın eder miydi.
“Süreç”in vardığı noktayı, Milliyet’te dün, köken olarak bir televizyon gazetecisi olan Mirgün Cabas “Arkamda gördüğünüz Kandil Dağı…” başlıklı yazısında mükemmel biçimde tasvir etmişti:
“Televizyon haber klişelerinin incisi, sahadan anonsların birincisi, ‘Arkamda gördüğünüz…’ diye başlar… Hafta içinde bu klişeyi TV canlı yayınında ‘Arkamda gördüğünüz Kandil Dağı’ diye duyunca ‘Tamam’ dedim, ‘Artık buradan öteye yol yoktur herhalde. Bunu da duyduk ya…’ Tankla topla değil ama canlı yayın araçlarıyla eşiğine gelinmiş bir Kandil Dağı ‘Geri dönülemez bir noktaya geldik’ diye Dışişleri Bakanı’nı başka bir açıdan doğruluyor. Çünkü bu kadar önünü açtığın, meşrulaştırdığın, normalleştirdiğin bir şeyi bir daha kolay kolay şeytanlaştıramazsın…”
Karayılan’ın ağzından alıntıyalım:
“Devletle görüşme konusunda bir strateji geliştiriyoruz. Önderliğimizle sorunların tartışılıp çözülmesi daha doğrudur. O da sıkı bir politika yürütmeseydi işler bu noktaya gelmezdi. Bu şimdiki bir sorun da değil. Bize gelip aracı olan –ki ismini vermeyeceğim çünkü ısrarla isim verilmesini istemediler- ama uluslararası bir kurum. BM çerçevesinde. 2005’te bunlarla bir görüşmemiz oldu. 2006’dan itibaren de düzenli hale geldi görüşmeler. Şartları şuydu: Gizli olacak, basına kapalı olacak, bilinirliği yönetimle sınırlı olacak. Buna sordular, yöneticileriniz kaç kişi. 11 kişi dedim. Yani bu görüşmeleri sadece o 11 kişi bilecek. Başbakan ile de görüşmüşler, temsilcisinin MİT Müsteşarı olduğunu söylemiş. Emre Taner o dönem MİT’in başında. Başlangıçta bunlar arada mekik dokuyordu.
2008’den itibaren de karşılıklı görüşmeler başladı. Bizim bir heyetimizi götürdüler. Özel uçak kaldırdılar. Oslo’da görüşmeler oldu. Ben heyetin içinde yoktum. Prensip olarak şehirlere inmiyorum. Ne olur, ne olmaz. Diyeceğim, o zamandan beri İmralı işin içinde olmazsa görüşmelerin sürmeyeceğini söyledik. Bu durumda görüşmeleri paralel yaptık. Karşı heyette MİT vardı, asker yoktu. Hakan Fidan geldiğinde MİT Müsteşarı değildi. Başbakan’ın müsteşarıydı. Hatta Oslo olmadan bir görüşme de başka yerde oldu, onu söylemeyeyim.
Kandil’e benden önce sadece sadece Hasan Cemal 2009’da gidip Murat Karayılan’la uzun ve çok önemli bir görüşme yapmıştı. O görüşme, aynı yıl gerçekleşen “Açılım”a ciddi katkı sağlamıştı.
“Kandil rekoru”, bir başka deyimle Murat Karayılan’la “görüşme adedi rekoru” Hasan Cemal’de. 2009, 2011 ve bir ay kadar önce (2013) üç kez gitti Kandil’e. “Görüşme süresi rekoru” ise bende. 2010’da altı buçuk saat ile.
Şunun şurasında bir ay öncesine kadar hayli gizemli, gidip gelmesi riskli bir yerdi Kandil. Risk, iki türlüydü: fiziki ve yasal. Fiziki, zira “derin” unsurların “faili meçhulüne kurban gitme potansiyeli” taşırdı Kandil’e gidip gelmiş olmak. Murat Karayılan ya da bir başka PKK yetkilisinden haber ve söylem taşımak, “terör örgütünü övme” suçlamasıyla hakkınızda yasal bir süreç başlatılması için yeterli olabilirdi.
Pınar Öğünç, dünkü Radikal’de “Sözde terör örgütü, sözde gazetecilik” başlığı altında son zamanların en ironik ve çarpıcı yazılarından birine imza attı. “KCK Basın Davası” iddianamesinde 65 kez Kandil geçiyormuş. “Sözde üst düzey yönetim merkezinin bulunduğu Kandil” ibaresiyle. 942 kez Abdullah Öcalan, 32 kez Murat Karayılan, 31 kez de Duran Kalkan isimleri.