Erdoğan ve Öcalan’la “Türkosfer”e yolculuk...

Türkiye’de yeni yılın ilk çeyreğinde yaşanan, 21 Mart yani Newroz’la birlikte hızlanan gelişmeleri, bir “bölgesel denklem”in oluşmasıyla ilgili daha geniş boyutları yakalayıp, daha büyük bir çerçeve içine yerleştirerek okumaya çalışmakta yarar var.

Öyle yapılmaz ise, sadece iç politikanın gelgitlerine kapılarak okunmaya çalışılırsa, ya iyi anlaşılamaz veya yanlış hükümleri beraberinde getirir. Önemli bir “dinamik” harekete geçmiş durumda ve ta işin en başından beri zaman zaman altını çizmeye çalıştığım gibi, bu “yeni dinamik” kendisini harekete geçirenleri de, kendisine rehin kılarak yani kendisini terketmelerine izin vermeyecek güçte ilerleyecek gibi.
Sözünü ettiğimiz “dinamik”in bir ucu Tayyip Erdoğan’ın, diğeri Abdullah Öcalan’ın elinde. Harekete geçiren iki “baş aktör” onlar. “Dinamik”in ritmi ve sürati ile geldiği nokta, ikisinin de ya da ikisinden birinin “vazgeçtim, oynamıyorum” diyebileceği noktayı geçmişe benziyor.
O nedenle, artık, “acaba, olan-biten Erdoğan’ın seçim taktiği mi?” diye kuşku belirtilecek nokta aşılmış sayılmalıdır. Öyle olsa bile, -“Süreç” yol aldıkça, bunun Tayyip Erdoğan’ın seçim hesaplarına yarayacağı besbelli- gelişmelerin hızı ve yönü, bu sorgulamayı artık çok anlamlı kılmıyor.
“Süreç”in harekete geçirdiği “dinamik”,  kısa vadeli taktik hesaplardan çok daha geniş ve büyük bir alana işaret ediyor. Türkiye’nin en ağır sorununun yükünden sıyrılarak, “bölge gücü” kimliğini gerçekten kazanabilmesi. Bunu becerebilirse, önümüzdeki 10 yıl içinde, dünyanın en önemli 10 ülkesi arasına girme şansı da var. Bugünden 10 yıl sonrası ise, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. Yıldönümü.
Paradoksal biçimde, Türkiye, Cumhuriyet’in 100. Doğum gününde, Cumhuriyet’in yerine aldığı ve enkazı üzerinde inşa edildiği Osmanlı’nın “vizyonu”nu güncelleştirerek, dünyanın önemli ülkeleri, uluslararası sistemin etkili aktörlerinden biri olabilecek.
O, yani “Osmanlı vizyonu”nun güncelleşmesi demek, Ortadoğu’daki sınırların, benim (ve başka bazılarının da) “Sykes-Picot düzeni” dediğimiz post-Osmanlı dönemi İngiliz-Fransız ikilisinin çizdiği sınırların fiilen iptali demektir.
Sınırlar, coğrafya atlasları üzerinde kalabilirler ama Türkiye, Irak ve Suriye ile –özellikle bu iki devlet sınırlarının, kendi sınırlarına bitişik kuzey bölgeleriyle ekonomik bir entegrasyona giderek ve “siyasi nüfuz” kurarak- bir şekilde birleşebilir ve bu suretle, sınırları kağıt üzerinde bırakabilir. Yani, fiilen kaldırmış olur.
Bu konuda, yani mevcut sınırları anlamsızlaştırmak konusunda, örneğin, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun düşünceleriyle, Abdullah Öcalan’ın 21 Mart Newroz Mektubu’nun içeriği arasında özde ciddi hiçbir fark yoktur.
Sykes-Picot 1916 sınırlarının aşınmakta olduğu ve fiilen ortadan kalkmakta bulunduğu, benim 2013 başında ikinci baskısını yapmış olan “Mezopotamya Ekspresi” adlı kitabın temel tezlerinden biriydi.
Mevcut “Süreç”i ortaya çıkaran ve mümkün kılan da zaten bu tarihi şartlar oldu. Türkiye’de “Süreç”in hangi yönde ilerleyeceğinin zeminini, Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesi, hayli gevşek bir federalizme dayalı bir Irak’ın kurulması ve Suriye’deki son iki yıldaki gelişmeler oluşturmuştur.
Irak’ın kuzeyinde Mesut Barzani yönetiminde bir “Kürdistan Bölge Yönetimi” kurulması, bu yönetimin kurulduğu topraklar altında petrol ve doğal gaz, hidrokarbon kaynakları olmasa ve Suriye’nin Türkiye sınırı boyunca nice Kürt yerleşim merkezinde PKK’nin Suriye kolu PYD’nin fiilen iktidarını oluşturması olmasa, “İmralı Süreci” ya da “Çözüm Süreci”, adını ne koyarsanız koyun, söz konusu olabilir miydi?
Dışarıdan bakınca, ağaçlar arasında kaybolmadan orman gözükebildiği için, örneğin Financial Times, “durum”u yakalamış ve doğru tasvir ediyor. “Ankara, Ortadoğu’nun Kürt ipliğinin ucunu çekiyor” başlıklı -“ipin ucunu yakalayıp çektiğinizde, yumağı çözmek” anlamındaki gayet parlak başlığı attığı- önemli makalesinde, Tayyip Erdoğan’ın “Irak ve Suriye Kürtlerini ‘Türkosfer” içine çekmeye çalıştığını” belirtiyor. Makalenin yazarı David Gardner, ilk bakışta Erdoğan’ın taktiklerinin bir stratejinin parçası gibi gözükmediğinin altını çiziyor.
Zira, Erdoğan, Türkiye’nin Kürtlerine verilecek tavizleri sınırlandırmaya, asgari noktada tutmaya çalışırken, bir proto-devlet olan Irak Kürtleriyle bağları güçlendiriyor. Kürdistan Bölge Yönetimi’nin Kürt bölgesinin petrol ve gaz rezervleri üzerinde zaman içinde gerçekleştirmekte olduğu egemenlik iddialarını destekliyor, ki, bu, Irak Kürdistanı’nı Bağdat’tan kopmaya doğru götürüyor. Irak Kürdistanı, ordu da dahil, bir bağımsız devletin ihtiyaç duyduğu herşeye sahip. Suriye Kürdistanı ise bir tür özyönetimi amaçlıyor. Ama Ankara, Türkiye Kürtlerine özerkliğin epey altında kalan haklar öneriyor.
David Gardner, bunları sıraladıktan sonra soruyor:
“Yani, Erdoğan, bir kaplanın sırtında mı gidiyor?”
Cevabı şöyle veriyor:
“Eğer, uzun oyunu, Irak ve Suriye Kürtlerini Türkiye’nin nüfuz alanı içine sokarak, evde (yani Türkiye’nin içinde) minimalist bir anlaşmanın zemini döşemek ise, hayır. Bir devlete sahip olmak için söz konusu olan pan-Kürt arzu, şayet müreffeh bir ‘Türkosfer’in içinde yatıştırılacaksa – yani, ekonomik entegrasyon yakıtı ile (muhtemelen bir miktar Irak petrol ve gazıyla) ateşlenecek şekilde iki ulus bir devlette buluşturulacaksa, sorunun cevabı, hayır olacaktır. Çoğunlukla Sünni olan Türkler ve Kürtler, Tahran’dan Bağdat üzerinden Şam’a uzanan Şii güçlere karşı omuz omuza olacaklardır. Bu, bir yandan, Kürt sorununu çözerken, bölgeyi de tekrar Mezopotamya ve Büyük Suriye (Lübnan, Filistin ve Ürdün’ü ihtiva eden) şeklindeki Osmanlı coğrafyası haline çevirecektir. Fransız ve İngilizlerin teğellediği 1916’nın Sykes-Picot Anlaşması sökülecektir. Öcalan’ın silahlara veda mektubu ‘yapay sınırlar’a karşı bir söylem niteliğinde. Pusulasını Anadolu ve Mezopotamya’nın üzerine yerleştiriyor. Erdoğan’ın hangi yönü ayarladığını bir noktada öğreneceğiz...”
Evet. “Durum” budur. Öcalan’ın “stratejik” kararı, söz konusu bakış açısıyla ilgilidir. Çıtayı birçoklarının sandığından daha aşağıya çektiği ve Kürtlerin –sadece Türkiye Kürtleri değil-  “Türkosfer”in içinde yer almasını istediği ve bu amaçla “isyan”ın son bulmasını istediği, 21 Mart mesajının içeriği idi.
Tayyip Erdoğan’ın “stratejik ufku” da –esas itibarıyla- farklı değil.
O yüzden, “Süreç”in iki “baş aktörü”, Tayyip Erdoğan ile Abdullah Öcalan ve bu yüzden, “Süreç” çok güçlü bir ivmeyle, önüne çıkanı altına alan bir sel gücü ve hızıyla ilerliyor. “Provokasyonlar”dan “bağışık” değil.
Gelişmelerin gittiği yönden -bölgesel ve uluslararası- kimin çıkarları zarar görecekse, “sabotaj ve provokasyon” adresi olarak, oralara bakmak gerekecek.
Önümüzde hareketli ve heyecanlı bir gelecek uzanıyor...
Yazarın Tüm Yazıları