Paylaş
“Burnundan kıl aldırmamasıyla” ün yapmış olan İsrail, hatırladığım kadarıyla, bugüne dek ilk kez bir ülkeden özür diliyor.
Türkiye’nin aç talebi vardı:1) Özür; 2) Tazminat; 3) Gazze ablukasının kalkması. Hiçbirinden vazgeçmedi. Ahmet Davutoğlu’nun ifadesiyle üç yıl boyunca “nakkaş gibi işlenen” bir dış politikayla eğilip bükülmeden istediğini aldı.
Bu üç yıl içinde kararlılık pozisyonundan vazgeçmeden diplomasinin gereklerini beceriyle yerine getiren ve her ikisi de İsrail’i gayet iyi tanıyan Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile Washington Büyükelçisi Namık Tan’ın haklarını vermek gerek.
Bu arada, her yönden gelen baskılara ve telkinlere direnilerek, özellikle “özür” talebinin, Türkiye’nin asla vazgeçemeyeceği bir “ilke” haline getirilmesi, Türkiye’nin yakın tarihteki en büyük diplomatik başarısına imkan verdi.
Geçen üç yıl içinde, Türkiye ile İsrail arasında sayısız “uzlaştırma” girişimi yaşandı. “Özür” sözcüğünden vazgeçilmesi meseleyi halledecekti. “Pişmanlık” ya da “üzüntü” anlamı taşıyan ve ima yoluyla “özür” anlamına gelebilecek İngilizce “regret” sözcüğü üzerinde duruldu. Yani, Türkiye’nin İsrail’in “regret”ini kabul etmesi beklendi.
Türkiye, “regret” yerine doğrudan doğruya ve başka hiçbir anlam taşımayacak şekildeki “apology” sözcüğünde direndi ve önceki gün İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, ABD Başkanı Barrack Obama’nın tanıklığında Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’a “apology” ifade etmesiyle, Türkiye’nin dik durduğunun, İsrail’in “özür dileyerek” eğildiği kayda geçmiş oldu.
Bu tür sözcüklerin simgelediği durumlar, sadece geçmişe dönük hesapları temizlemek ya da anı yani durumu kurtarmak açısından değil, bir ülkenin gelecekteki konumunu belirlemek açısından da önem ve değer taşır. Türkiye için gelinen noktanın “diplomatik zafer” sayılmasının sebebi de budur zaten.
İsrail’in en etkili köşe yazarlarından ve Türkiye-İsrail ilişkilerini iniş-çıkışlarıyla yıllardır dikkatle izlemekte olan Zvi Bar’el, dünkü Haaretz gazetesinde gelinen noktanın anlamını gayet açıklıkla yorumlamıştı:
“Son birkaç gün Türk Başbakanı Erdoğan için pek iyi oldu. Perşembe günü bir iç rakip, ayrılıkçı Kürtlerin lideri Abdullah Öcalan, tarihi bir ateşkes ilan etti ve Cuma günü azgın rakibi Benjamin Netanyahu’ya yönelik taleplerinin tümü kabul edildi. Özürün tam olarak ifade tarzı, diplomatların, müzakerecilerin ve başkanlık danışmanlarının yıllardır üzerinde çalıştıkları tam ifade tarzı, gerçekte, çok önemli değildir. Tek bir sonuç ortadadır: İsrail özür dilemiştir, tazminat ödemeyi ve Gazze ablukasını kaldırmak için adım atmayı kabul etmiştir.
Üç yıl önce ulaşılabilecek olan ve ulaşılması gereken anlaşma noktalarına nihayet ulaşılmıştır, ama aradan geçen zaman yapacağı tahribatı yapmıştır...”
Evet, binbir takla atmaya, attırmaya gerek yok; durum ortadadır, İsrail, tek kelimeyle, Türkiye’den özür dilemiştir ve bundan sonrası aradan geçen süredeki tahribatın tamiratıyla geçmesi beklenen dönemdir. Ve, bunun için, İsrailliler, Tayyip Erdoğan’ın ağzına bakmaktadır.
Şu son haftanın, Tayyip Erdoğan’ı içte ve dışta güçlendirdiğine, zaten hayli güçlü konumda olan Türkiye Başbakanı’nın daha da güçlendiğine ve onunla birlikte, Türkiye’nin, dış dünyada daha da güçlenmiş olduğuna hiçbir kuşku yoktur.
Bir başka Haaretz köşe yazarı Barak Ravid, “Erdoğan-Netanyahu uzlaşması”ndan söz ederek, “Çıkarlar, ego ve siyaset üzerinde zafer kazandı” diyerek daha “orta yoldan” bir değerlendirme uslubunu tercih etmiş. İki ülke ve iki lider arasındaki ilişkilerin “ulusal gurur altına gizlenen iç politika ve ego oyunlarına kurban edildiğini” ileri sürüyor ve şimdi gelinen noktayı “çıkarlar, çıkarlar, çıkarlar” olarak niteliyor.
Peki, şimdi ortaya çıkan bu “çıkar kesişmesi” nereden kaynaklanıyor?
Sıraladığı üç unsur var: Suriye’deki karışık, belirsiz durum; İran’ın nükleer programı ve bir miktar Amerikan baskısı.
Ancak, bu üç unsur, Türkiye’nin herhangi bir tavizini değil, İsrail’in “özür dileme noktası”na varmasını anlatıyor. İsrail –ve bu arada bir önceki Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman ile koalisyon hükümetinin başında bulunan- Başbakan Netanyahu, defalarca “özür dileme”yi reddetmişti.
İsrail’in Türkiye’ye ihtiyacının, Türkiye’nin ihtiyacından daha fazla olduğu son üç yılda ortaya çıktı.
Türkiye’nin “özür” karşılığında, İsrail ile “normalleşme”yi kabullenmesi, aslında İsrail’den ziyade ABD’nin gönlünü ferah etmeye dönük bir işlev taşıyor.
Esasen, ikinci kez Başkan seçildikten sonra ilk ve merakla beklenen dış gezisini İsrail’e yapan Obama’nın bu gezide elde ettiği tek somut gelişme, hiç beklenmeyen bir konuda gerçekleşti: Türkiye ile İsrail arasında, “özür” üzerinden köprülerin yeniden kurulmaya başlanması.
Unutmayalım, henüz kurulmuş bir köprü yok. “Özür” ile Türkiye-İsrail ilişkileri, 31 Mayıs 2010 tarihindeki Mavi Marmara olayının öncesine gelmiş oldu.
Hatırlayalım, 31 Mayıs 2010 öncesi Türkiye-İsrail ilişkileri, İsrail’in 2008’deki Gazze Saldırısı ve Ocak 2009-Davos’taki “one minute” vak’asından sonra gayet soğuk bir haldeydi.
İsrail’in özürü, üç yıllık kopukluğu tamir ediyor ama “balayı”na girildiğine işaret etmiyor. Yine de, Türkiye ile ilişkilerinin “tamir süreci”ne girmesi, İsrail’e bölgede diğer sürtüşme alanlarında ihtiyacı olan “manevra alanı”nı sağlayabilir.
Diyarbakır Newroz’u ve İsrail özüründen sonra, Türkiye’nin bölgede ve genel olarak dış politikada “manevra alanı”nın ise çok genişlemiş olduğu kesin.
Çok kişi, Türkiye ile İsrail arasında ortaya çıkan yeni durumu, bölgede “Amerikan hattı”nın “mevzilerini tahkim etmesi” olarak yorumluyor. Bu, yanlış olmayabilir ama farklı bir değerlendirme de pekala geçerlidir:
İsrail, Türkiye’nin önünde eğilmeye mecbur bırakılırsa, Türkiye’nin bölgesel gücü gelişir ve dolayısıyla “manevra alanı” genişler...
Paylaş