Suriye politikası: ‘Değerler’ ve ‘realpolitik’

Türkiye, ‘değerler’ ile ‘realpolitik’ arasındaki ilişkiyi ve dengeyi kuramadığı ve şaşırdığı için ABD’nin başını çekeceği ‘herhangi bir oyunun içinde’ yer almaya ‘hazır’ hale geldi.

Haberin Devamı

Rusya’nın St. Petersburg (Sovyetler Birliği döneminin Leningrad’ı) şehri bugün G-20 Zirvesi’ne ev sahipliği yapıyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, adını ilk kez bu şehrin belediye başkanı olarak duyurmuştu. Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyerine İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan başlayarak, Türkiye’nin başbakanlığına tırmanışına geçmesine benzer bir durum…
St. Petersburg, Obama’nın Amerikan Kongresi’nin onayına başvurmaya karar vermesinden ötürü geciken ama gerçekleşme ihtimali de son derece yüksek olan, ABD’nin ‘Suriye’yi füze saldırısı ile cezalandırması’ eyleminden hemen önce dünyanın en üst düzeydeki liderleri arasında muhtemelen son ‘yüz yüze’ temas imkânını ifade edecek olmasından ötürü, bir ‘rutin’ G-20 zirvesi olmaktan çıktı.
Gözler tabii ki Obama-Putin görüşmesinde olacak (böyle bir görüşme olursa şayet). Türk medyası ise St. Petersburg’u, Taksim-Gezi eylemlerini yüzüne gözüne bulaştırmasından ve Mısır’daki gelişmeler karşısında Türkiye’yi uluslararası yalnızlığa sürükleyen dış politikasından ötürü Tayyip Erdoğan’ın içte ve dışta çok hırpalanmış olan ‘imajı’nı ne kadar düzeltebileceği ya da düzeltip düzeltmeyeceği açısından değerlendireceğe benziyor.
Tayyip Erdoğan’ın, Obama ve Putin ile ‘ayak üstü’nden öteye içerikli bir görüşmenin tarafı olup olmayacağını göreceğiz.
Ne var ki ‘Usta’nın, Suriye konusundaki son açıklamaları, St. Petersburg’da her kim ile ne kadar görüşürse görüşsün, Suriye konusunda ‘anlamlı’ bir katkının sahibi olamayacağını ortaya koyuyor.
ABD Başkanı Barack Obama’nın, Suriye’ye kimyasal silah kullanmasından ötürü girişme kararlılığını ifade ettiği ‘sınırlı askeri harekât’a bozuk atan ve Şam’daki ‘rejim yıkılana’ kadar ‘askeri harekât’ talep ederek, 1999’daki ‘Kosova örneği’nden yana olduğunu bildiren Tayyip Erdoğan, dün St. Petersburg’a giderken ‘her türlü koalisyonun içinde yer almaya hazır olduğunu’ bildirdi.
Erdoğan’ın ‘Kosova analojisi’nin yanlışlığına bir önceki yazımızda derinlemesine değinmiştik. En son ifade ettiği “Her koalisyonun içine girmeye hazırız” yaklaşımı da bir başka ‘savrulmayı’ ifade ediyor.
“Obama’nın Kongre kararı, Suriye’ye zaman kazandırıyor diye düşünüyor musunuz” sorusuna verdiği cevap şöyle: “Biz şu anda her türlü koalisyonun içine girmeye hazır olduğumuzu söyledik.”
Yakın tarihe kadar, Türkiye’nin –özellikle Ortadoğu’da- ‘başkalarının peşinden giden değil, izlenen ve sözü dinlenen bir ülke haline geldiği’nin Başbakan tarafından sürekli olarak dillendirilmesinden sonra, Suriye’ye ilişkin olarak gelinen nokta bu: Her türlü koalisyonun içine girmeye hazır olmak.
Muhafazakâr David Cameron İngiltere’de, Demokrat Barack Obama ABD’de parlamentoya sormayı düşünürken Suriye’nin komşusu Türkiye’de ‘muhafazakâr-demokrat’ Tayyip Erdoğan’ın TBMM’yi dert edinmemesi de ilginç. Bu, ‘her şeye hazır olmak’ duygusuyla mı açıklanmalı acaba?
Türkiye, Suriye ile ilgili her türlü gelişmeye, her türlü sonuca gerçekten hazır mı?
Suriye Dışişleri Bakanı Yardımcısı Faysal Mikdad’ın, Türkiye’nin (ve Ürdün’ün) Suriye’ye yönelik askeri harekâta destek olması halinde, ‘savaşı bölge çapında yaygınlaştıracakları’nı ve ‘Türkiye’nin de vurulacağını’ bildirmesi üzerine, Başbakan Tayyip Erdoğan, St. Petersburg yolunda, “Biz her türlü ihtimale hazırız da Suriye, hazır mı acaba?” sorusuyla ‘Şam’dan gelen tehdit’e cevap verdi.
Yani, Türkiye’nin Suriye’nin bir saldırısını savuşturabileceğini ama Türkiye’nin buna tepkisine Suriye’nin karşı koyamayacağını ima etti. Türkiye’nin Suriye’den gelen tehdidi savuşturabileceği besbelli. Patriot’lar başta olmak üzere NATO koruması altında. Zaten, NATO Genel Sekreteri Rasmussen de bunu açıkça ifade etti ve Türkiye’ye vaki olabilecek bir Suriye saldırısının tüm ‘ittifak’a karşı yapılmış sayılacağı ve buna karşı koyulacağını belirtti.
Doğu Akdeniz’den üzerine yağacak Amerikan Tomahawk füzeleri altındaki, güneyinde hiçbir hava savaşında başedemediği bir İsrail bulunan Suriye’nin, NATO şemsiyesi altında kuzeyindeki Türkiye’ye karşı savaşı yaygınlaştıracak kadar ‘aptal’ olmasının beklenemeyeceği bir yana, Başşar Esad rejiminin öyle bir gücü de yok zaten.
Yani, Türkiye, NATO ‘koruyucu şemsiyesi’ altında olmasa bile, Suriye’nin Türkiye’ye saldıracak gücü yok.
Suriye ile ilgili gelişmelerde, Türkiye açısından ‘esas sorun’, bir ‘Suriye tehdidi’ altına girmek değil. Türkiye’nin, nasıl bir Suriye istediğini tam olarak bilememesi, -bir anlamda hükümetin dış politikada ‘pusula’yı kaybetmesi- ya da istediklerinin ‘gerçekler’e uyuşmaması veya isteklerini gerçekleştirmek için yeterli güce sahip bulunmamasıdır.
Türkiye, ‘değerler’ ile ‘realpolitik’ arasındaki ilişkiyi ve dengeyi kuramadığı ve şaşırdığı için, ‘Ortadoğu’da oyun kurucu ülke’ olma iddiasından ABD’nin başını çekeceği ‘herhangi bir oyunun içinde’ yer almaya –mecburen- ‘hazır’ hale geldi.
Roger Cohen’in dünkü New York Times’ta ‘Red Lines Matter’ (Kırmızı Çizgiler Önemlidir) başlıklı ve ABD’nin ‘itibarını korumak için Suriye rejimine karşı askeri harekâtının kaçınılmaz olduğunu’ savunan ilginç bir yazısı yer aldı. Yazının bir yerinde, ‘değerler’ ile ‘realpolitik’ arasındaki şaşmaz ilişkiyi gayet çarpıcı biçimde dile getiriyordu:
“Değerler, dış politikanın tümü olamazlar; büyük ihtimalle bırakın tümünü çeyreği bile olamazlar ama değerlerden tümüyle sıyrılmış bir ABD politikası asla Amerikalı olamaz. ABD otoritesi, özgürlük ideallerine bağlı, kanunların hüküm sürdüğü bir devlet olarak, moral konumundan güç alır. Ağzından çıkanın geçerliliğine de eşit ölçüde bağlıdır. Suriye’de, ABD dış politikasının iki birbirindan ayrılmaz parçası –değerler ve realpolitik- bir araya gelmiş durumdadırlar.”
Türkiye’nin sıkıntısı bu noktada. Mısır’da ‘değerler’ namına ülkedeki ve uluslararası mevcut siyasi dengelerde iktidara çok kısa süre içinde geri dönüşü mümkün olmayan Müslüman Kardeşler’in peşine takılarak ‘realpolitik’ tümüyle terk edildi.
Oysa Suriye’de, bir buçuk yıl öncesine dek, ‘realpolitik’ mülahazalarla bugünden özünde hiçbir farkı olmayan Başşar Esad ile ‘balayı’ yaşanıyordu. Alevi-Nusayri mezhepçi bir diktatörlük rejimi, Lübnan’da eline Refik Hariri’nin kanı bulaşmışken ve Batı dünyası nezdinde tecrite giderken ona ‘cankurtaran simidi’ni Türkiye’nin bugünkü hükümeti uzatıyordu.
Suriye rejiminin, bugün 100 bin insanın kanına mal olan zulmüne karşı çıkmakta elbette bir yanlışlık yok. ‘Değerler’in devreye gireceği yer orası. Ancak, rejim üzerindeki her türlü ‘etki’yi yitirecek bir yola girerseniz, ayrıca an-Nusra ve Irak-Şam İslam Devleti gibi el-Kaide uzantısı güçler, ‘lojistik’ bakımdan Türkiye topraklarından yararlanarak, rejime karşı mücadele yürütürlerse, Türkiye’nin gerek ‘bölgesel’ ve gerekse ABD dahil, Batı ve –tam da bu nedenden ötürü Rusya üzerinde de- uluslararası ağırlığı hafifler.
Suriye konusunda şu andaki Türkiye profili böyle. Böyle olunca, ‘her türlü koalisyona girmeye hazır’ hale gelirsiniz. Bu da ‘oyun kuruculuk’tan ‘oyun dışında kalmamak için ABD’yi izlemeye mecbur kalmak’ anlamına gelir.
‘Realpolitik’ yönünden yanlış değil ama Mısır’da ortaya atılan dış politikada ‘Değerli Yalnızlık’, Suriye’de ortadan kalkmış oldu.
Böyle bir dış politika olamazdı zaten…

Yazarın Tüm Yazıları