Paylaş
Kendi adını merkeze almak ve kendi adı üzerinden Türkiye’yi kutuplaştırmak, öyle anlaşılıyor ki Tayyip Erdoğan’ın istediği bir şey. Ve öyle anlaşılıyor ki onun 'oyun kurgusu' bu.
Ülkenin kutuplaşmasını istemiyorsunuz. 'Tek Adam' yönetimine kayacak bir Türkiye’nin tehlikeli mecralara kayacağından endişe duyuyorsunuz. O takdirde, 'anti-demokratik adımlar'a, 'otoriter-otokratik eğilimler'e, 'faşizan gidişat'a karşı koymak durumundasınız.
Tayyip Erdoğan’ın adını geçirmeden, bu nasıl yapılacak? Nasıl yapılabilir? Adını geçirdiğiniz her anda, onun 'oyun sahası'na girmiş, onun istediği oyunu oynamaya sürüklenmiş oluyorsunuz. Açmaz burada.
Bunu yaptığınızda, yani 'Tayyip Erdoğan oyun sahası'nın içine çekildiğinizde ise 'irtifa kaybetmemek' neredeyse imkânsız.
Tayyip Erdoğan’ın külhanbeyi ve kaba üslubu bir yana, özellikle Gezi’den bu yana yaptığı konuşmaların içeriğinde de Türkiye insanının düşünce ufkunu açan, genişleten bir şeyler bulabilmek mümkün değil.
Öte yandan, biat kültüründen gelen ve kendini 'Yeni Türkiye’nin yeni eliti' olarak sunmaya çalışan taraftar korosunun entelektüel biçareliği de ortada.
Türkiye’nin ekonomi ve dış politikada bunca iddiasına ve 12 yıllık AKP iktidarına rağmen, 'İslam düşüncesi' namına uluslararası alanda öne çıkan hiçbir isim olmadı.
Türkiye’nin genç İslamcıları, hiç değilse 1980’lerde İslam düşüncesinin uluslararası meselelerini tartışırlardı. Bugün ise büyük ölçüde, hükümet politikalarını sorgusuz sualsiz destekleyen şakşakçılara dönüştüler. Bir kısmı da 'havuz medyası'nın kendilerine servis edilen sözümona bilgilerle döşendikleri kişilik katli yazıları ile ömrünü tüketen çapsız ve düzeysiz kalemlere...
Bunlara, 'devşirme' katkısı, AKP iktidarına yönelik ve Tayyip Erdoğan isminin çevresindeki günlük polemiklere, sözde 'boyut' ve 'düzey' getirmekten öteye geçmiyor. Pek başarılı oldukları söylenemez.
Çünkü, Tayyip Erdoğan’ın kişisel performansının damga vurduğu genel 'faşizan gidiş', kolay makyaj tutmadığı için 'devşirmeler'i yazıp çizdikleri ve konuştukları bakımından zora sokuyor. Tayyip Erdoğan’ı ve AKP’yi koruyacağım derken kendilerini korunaksız bırakıp, itibarsızlaştırıyorlar.
Ne var ki 'kolektif sığlık' ve bunun yol açtığı 'akıl ve zekâ gerilemesi'nden herkes payına düşeni alıyor. Yani, 'biatçılar' ile 'devşirmeler'in dışında kalanlar da 'Tayyip Erdoğan merkezli bir gündem'de sıkıştıklarında onlara benzeme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorlar.
İktidar, gerek kaba güç ve gerekse mali imkânları ifade ettiği için 'iktidar odağı' içine yerleşenler, zekâ ve akıllarından feragat etmeyi, bu tür bir tercih ile kompanse ediyor olabilirler. Bu bakımdan, Türkiye’nin düşünce yaşamında görülen kuraklığın, zekâ ve aklın kaybolmaya başlamasının, daha çok demokrat düşünce ve duruş sahiplerine zarar verici nitelikte olduğu söylenebilir.
Adamakıllı bir açmaz yani.
Üzerinde durmaya, araştırmaya, tartışmaya değer nice konu, Türkiye gündeminde yok. Mesela, ABD’nin yeni bir dünya stratejisi var mı? Obama döneminin Ortadoğu’ya izdüşümü ne? ABD’nin Bush ve Obama dönemi politika farklılıkları, 'konjonktürel' mi, yoksa 'yapısal bir değişim'i mi ifade ediyor?
Amerikan düşünce hayatında bu ve benzeri konularda bir süredir hayli canlı bir tartışma cereyan ediyor. Bu konuların irdelenmesi, tartışılması, Türkiye ve bölge için taşıdığı anlamlar üzerinde durmak gerekmez mi?
Geçen hafta Daron Acemoğlu’nun 'Why Nations Fail?–The Origins of Power, Prosperity and Poverty' adlı kitabından söz ederken 'içinde Tayyip Erdoğan olmayan' bir gündeme bilinçli bir geçişi tasarlamıştım.
Gelgelelim, ertesi güne, 'Danıştay vak’ası' ile başladık. Daha ertesi gün, Tayyip Bey, kükrüyor ve "İhanet edenlerin görevlerinden alınarak yerlerinin değiştirilmesi cadı avı ise cadı avı yapacağız" diye, bir 'hukuk devleti'nde akla hayale gelmesi imkânsız sözler söyleyebiliyor, 'bağırma seans'larına devam ediyordu.
O akşam, Türkiye’yi çok iyi tanıyan bir uluslararası şahsiyet ile konuşuyorduk. Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmak istemesini aklı almıyordu. Cumhurbaşkanı adayı olduğu anda, partisiyle ilişkisinin kesilmesi gerektiğini, seçime kadar partili gibi davranmasının anayasaya aykırı olacağını, Türkiye’nin 'her şeye rağmen' kurumları olan, en önemlisi 'hukuk kurumları' olan bir ülke olduğunu, bunların siyasetçileri bazı şeylere uymaya zorlayacağını ve dolayısıyla Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın işinin çok zor olduğunu söylüyordu.
Birkaç gün önce, Financial Times’ın geçen haftaki Türkiye ekinde iki çarpıcı Tayyip Erdoğan yazısı yayımlanmış olan dış politika editörü David Gardner da bana çok şaşırtıcı gelen aynı soruyu sormuştu: "Tayyip Erdoğan niçin cumhurbaşkanı olmak istiyor? Başbakanlık bu ülkede daha önemli bir mevki olduğuna ve bir sürü hukuki pürüz çıkacağına göre…"
Her ikisine de aynı şeyi söyledim: "Tayyip Erdoğan, Türkiye tarihinin en uzun süre başbakanlık görevinde bulunmuş kişisi. Cumhurbaşkanı tarihte ilk kez halk tarafından seçilecek. Tayyip Erdoğan’ın tarihte iz bırakmasını, tarihe bir ‘ilk’ olarak geçmeyi istemesi doğaldır. Böyle bir duygusal-psikolojik boyut pekâlâ olabilir. Anlaşılabilir bir şey bu."
Ve, ekledim: "Ayrıca, unutulmamalıdır ki özellikle 17 Aralık’tan ve ortaya saçılan tapelerden sonra cumhurbaşkanlığı makamı, birçok konuda başı sıkıntıya girebilecek bir siyasetçi için dokunulmazlık sağlayabilecek ideal bir makam…"
Acaba, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı hesabında, 'korku'nun da payı olabilir mi? Her konuşmasında, onu bunu azarlamak, bağırmak-çağırmak, bazı psikologların gözünde 'korkunun bastırılması' çabası. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın davranış kalıpları, 'yalnızlık' ve 'korku'yla da açıklanabilir mi?
Burada, haliyle Nâzım Hikmet’in Taranta Babu’ya Mektuplar'ından şu dizeler akla geliyor:
Mussolini çok konuşuyor TARANTA-BABU!
Tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA-BABU
Çok korktuğu için
çok konuşuyor!
Paylaş