29 Haziran 2007
TÜRK Silahlı Kuvvetleri, hemen sınırımızın dibindeki PKK kamplarına karşı gerekeni yapmak istiyor.<br><br>ABD istemiyor. Başbakan’ımız kimden yana?
ABD’den yana...
Ben hiç böyle Başbakan görmemiştim...
Dünyanın neresinde olursa olsun, kendi ordusunun değil, ülkesindeki terör örgütüne destek veren bir başka ülkenin yanında yer alan Başbakan’ı bir gün dahi orada oturtmazlar.
En geri kalmış, en bağımlı, en gelişmemiş, en uyduruk ülkelerde dahi...
Ama ne yapacaksınız? Görüyorsunuz; bu arkadaşlar hálá birinci parti çıkıyorlar yoklamalarda...
*
Allah’tan dilini tutamıyor.
Dilini tutamadığı için, ne yapmak istediği, amacı ve kafasındakiler konusunda dili onu arada bir ele veriyor.
Dilini tutsa, birçok niyetini anlamamız mümkün değil.
İyi ki dili durmuyor.
Bir de bakıyor ki dili elden kaçtı.
Sen kalk Apo’ya "Sayın" de...
(Apo’ya "sayın" diyen başkaları yargılanırken, mahkeme, Başbakan’ın aynı şeyi söylemesinde bir sakınca görmemişti önce. Ancak dün bir üst mahkeme bu konuda yargılanmasına karar verdi, biliyorsunuz... Gerçi sonuç değişmiyor; Başbakan’ın dokunulmazlığı var, yargılanacak değil..."
*
Türkiye berbat durumdadır.
Ülkenin Başbakan’ı, kendi komutanlarının, kendi Genelkurmay Başkanı’nın, kendi ordusunun değil... Tam tersine, ülkesinin savaştığı tarafın tezini halkının gözünün içine baka baka destekliyorsa...
Davranışları, söylemleri ve kararları ile ülkesini bölmek isteyenlere güç-cesaret-destek veriyorsa...
Sokağa dahi çıkamaması gerekirken, seçimlerde yeniden birinci parti olması bekleniyorsa...
Ne yapacaksınız?...
Ve çocukları marşlar söyleye söyleye gidip, tabutlar içinde evlerine dönerken, bir millet başına geleni görmüyorsa...
Yırtınırsınız boşu boşuna...
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2007
ALMAN genci Marco’nun, İngiliz kızı Charlote’un üzerine çıkması, Marco’nun şu an hapiste olması ve Batı medyasının yaygarası, AB’ye tam üyelik sürecimizi etkiler mi? Bizim polis zabıtlarına göre "Tam birleşme olmamakla birlikte, şüpheli şahıs (Marco) mağdurun üzerine çıkmıştır" gözüküyor.
Bu durumda AB’yi etkilememesi lazım.
Marco ifadesinde, "O da beni istiyordu" derken, mağdurun (Charlote’un) "Yanımda oturmasına izin verdim, o üzerime çıkmış" demesi, demek ki hani tam üyelik değilse bile tam üyeliğe yakın gibi bir şey...
İşte tam bu noktada Ertuğrul Özkök meseleye eğildi.
Özkök; 17 yaşında bir Alman gencinin "Bu benim ilk cinsel deneyimim olacaktı" demesini anlamaya çalışmamızı önerdikten sonra ekliyor:
"Çok naif bir şey..."
Eğer peşinden, "O İngiliz kızı kardeşimiz, kızımız, akrabamız, arkadaşımız da olabilirdi" demeseydi...
Ki bunun üzerine kafası karışa karışa okurlar, "oğlan tarafı", "kız tarafı" olarak telefonlara sarıldılar.
*
Aynı saatlerde konu Brüksel’de masaya yatırılıyordu.
Alman Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier, Başmüzakereci Ali Babacan ile özel olarak bu meseleyi görüştü.
Steinmeier, muhtemelen, sol yumruğunu boru yaparak, sağ elinin işaret parmağını sol ele 1.5 santim kadar yaklaştırıp hızla uzaklaştırarak "Bir şey olmamış ki..." dedi.
Bu tür sakıncalı şeylerin olmaması için önlem olarak, Haşemalı erkeklerin ve tesettürlü kadınların cemaatine mensup Ali Babacan kızardı.
Yine muhtemelen üç adım geri sıçradı ve içinden şeytan kovmayı okudu.
Gazetelere göre Babacan ona, "Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu" anlattı.
Bunu nasıl yaptı bilemiyoruz.
*
Sorun da zaten burada:
Hukuk devleti olmak-olamamakta...
Bir İngiliz kız, bir Alman oğlan... Dünyanın bir yerinde, bir odada, birisi öbürünün üzerine mi çıkmış, öbürü naif bir girişimde mi bulunmuş... Her neyse, şikáyet varsa yasaların uygulanmasına kalır sorun...
Ama bu yer Türkiye ise...
Dünya ayağa kalkar... AB masalarına taşınır iş... Batı basını kıyametler koparır...
Çünkü; hukuku olmayan, kendi yurttaşını dahi koruyamayan, insanların sokaklarda hukuku aradığı bir ülkeye böyle yapılır. Birbirimizi kandırmadan, kendi kendimize sormalıyız:
"Biz bu hukuka güveniyor muyuz, elálem güvensin?.."
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2007
"İSTİKRAR" sözcüğü Arapça’dır. İlk iki hecesi "istik..." Anadolu’nun çoğu yerinde halkımızın elli kusur yıllık talebini ifade eder:
"Ekmek istik..."
"İş istik..."
"Maaş istik..."
Bir harf eksiğini alırsanız, bu sefer siyasilerin talebine varırsınız:
"Oy isti..."
"Milletvekili olmak isti..."
"Milletvekili oldu, şimdi şeyimizi isti..."
*
Yok eğer "istikrar"ın başını atarsanız "...ikrar" ortaya çıkar ki, bu samimi beyan, dürüstçe ve açıkça söyleme anlamınadır.
Ve bildiğiniz gibi hep sonradır:
"Bizi kandırdı..."
"Hırsız çıktı..."
"Memleketi batırdılar..."
"Yani bu kadar da olmaz" gibi...
*
"İstikrar"ın ortasında "tik" vardır.
Birçok şey, ulusal birer "tik" olarak durmadan tekrarlanır.
Örneklemek gerekirse; özellikle egemen sermayenin "AKP giderse istikrar bozulur" tezi bir tik’tir, bilirsiniz:
"İstikrar önemli..."
"İstikrar bozulmasın..."
"Bu istikrar bozulursa..."
*
En sonda "...ar" gelir...
"İstikrar"ın en son iki harfi "ar’sızlık" asıl istikrarı bozsa bile, "ar" arkada kalır...
Şimdi diyebilirsiniz ki:
"Türkiye’nin Cumhurbaşkansız kalışı, devletin parçalanması, toplumun bölünmesi, TSK ile çatışma, meydanlar, tabutlar... Bunun neresi istikrar..."
Olsun...
Patronlar böyle isti...
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2007
SOL gözümü düzeltmek için bilgisayara-televizyona bakmadığım bu on günlük zamanda, kulak misafiri olduğum tek şey, Deniz Baykal’ın Başbakan ile ilgili soru soran gazetecilere, "Burada Tayyip Erdoğan uzmanları varken bana görüş bildirmek düşmez" demesi oldu. Yeni bir gazetecilik alanı değilse bile, tanımlama yeni:
Tayyip Erdoğan uzmanlığı...
İsmi konulmamış bir uzmanlık, ilk kez kurumlaştı sayılır.
Eskiden de diyelim ki Süleyman Demirel uzmanlığı vardı.
Bilmem kaçıncı kez iktidara geldiğinde, "Demirel ekonomiyi yüz günde düzeltecek" haberini Süleyman Bey bu uzmanların kaleminden okumuş, ikinci gün "Acaba başka neyi düzelteceğim" diye erkenden kalkıp gazetelere bakmıştı.
Hiçbir şey düzelmeyince Demirel uzmanının, "Beyefendi saçınız çoğaldı" diyerek daha somut uzman görüşü bildirmesinin tanığıyım.
Beyefendi aynaya bakıyor, kel...
Uzmana göre saçı var.
Peşinden darbe olunca Kenan Evren uzmanlığı görüldü.
Yurt gezilerindeki sofralarda, "Paşam siz kayısı seversiniz" diyordu uzman. Paşa, "Ben kayısı sever miyim, sevmez miyim?" diye düşünüp, bir yandan tabaktaki kayısıya, bir yandan ünlü uzmana bakıp, onun güvenilirliği karşısında kayısı sandığı erikleri "Netekim bu kayısılar....." diyerek yiyordu.
Arkasından Özal uzmanları...
Halkımız, "Özal, Türkiye’yi küçük Amerika yapacak kişidir" bilgisini yine uzmanın kaleminden duymuştu.
Biliyorsunuz; Türkiye, Amerika oldu, ama Latin Amerika...
*
Son beş yıldan bu yana ise Tayyip Erdoğan uzmanlığı ile karşı karşıyayız.
AKP’nin önceki gün açıklanan seçim beyannamesi uzmanın eline geçer geçmez, Tayyip Erdoğan’ın yeniden tek parti iktidarında neler yapacağını uzman gözüyle bildiriyor bize:
"Halkı kucaklayacak..."
"Devlet kurumları arasında görülmemiş uzlaşı dönemini açacak..."
"Kişi başına milli geliri 10 bin dolara çıkartacak, maaşlar artacak, bir tek işsiz bırakmayacak..."
"Sokakta huzuru sağlayacak, kapı-pencere açık yatılacak..."
"Çiftçi, esnaf, memur altın çağa girecek..."
"Türkiye’yi kimse tutamayacak..."
Tayyip Erdoğan uzmanı böyle diyor.
Şimdi, "Beş yıllık tek parti iktidarında bunları niye yapmamış?" gibi gereksiz bir soru aklınıza gelse bile...
Siz uzman değilsiniz...
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2007
SERT yapılı, fazla gülmeyen babamın hiç ağlamadığını ve hiçbir zaman ağlamayacağını düşünürüm. Bir gün babam ağladı.
Bir cenaze töreninde, Urfa’nın eski mezarlığının kenarındaki taş duvarın üzerine oturdu ve ellerini yüzüne kapatarak ağlamıştı.
O gün babamı daha çok sevdim.
Çünkü ben çabuk ağlarım.
Babamın ağladığını da görünce, aramızdaki fark azalmış, biraz daha ona benzemiş, biraz daha yakınlaşmıştık.
*
Önceki gün gazetelerde haber vardı:
"Komutan ağladı..."
Son günlerde cami avlularında, mezarlıklarda şehitlerimizin cenaze törenlerinde sık sık görüyorum:
"Asker ağlamaz" deyiminin boş bir laf olarak uçup gittiği, dıştaki yaldızlı üniformanın içindeki "insanın" öne çıktığı yer orası olmalı.
Ama ben en çok ağlayan o komutanların omuzlarındaki dayanılmaz yükün ağırlığını düşündüm:
Bir yandan laik cumhuriyeti korumak ile demokratlık arasında sıkışıp kalmaları... Bir yandan başkomutanları Mustafa Kemal’in vasiyeti ile koşmak istedikleri o Batı uygarlığına karşı birer suçluymuş gibi gösterilmeleri... Bir yandan kimi kendi devlet adamlarının ve kimi kendi aydınlarının ihanetine uğramaları...
Ama asıl:
İç-dış güçler elbirliği ile ellerini-kollarını bağlarken, dış destekli terörün yırtıcı kuş gibi arada bir dalıp çocuklarını birer birer alıp götürmesi...
Bence canını yaktı komutanın.
Ve komutan ağladı...
*
Sert yapılı babamın ağladığını gördüğüm gün, onun gözündeki yaştan daha ziyade, yüzünün arkasındaki duygulu insanın farkına varmıştım.
O günden bu yana ben ne zaman ağlayan bir asker görsem, onun içindeki dayanılmaz insani duyguların, tüm kuralları yıkıp, tüm komutları aşıp, üniformayı bir kenara atıp ortaya çıktığını düşünürüm.
Aklıma babam gelir.
Önceki gün gazetelerde haber vardı:
"Ve komutan ağladı..."
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2007
İZMİR Kuş Cenneti, Çevre Bakanlığı tarafından "Koruma Sahası" olmaktan çıkartıldı.<br><br>Niçin?.. Koruma altına alınmış bir doğal Kuş Cenneti’ni niçin "korumaktan" vazgeçerler?
Orası; altında Türkiye Cumhuriyeti’nin imzası olan Uluslararası Ramsar Sözleşmesi kapsamındadır. Yani Türkiye orayı tüm insanlığın malı sayarak, 150 devlete "Koruyacağım" diye söz vermiştir.
Ayrıca "Birinci Derecede Sit Alanı"dır.
(.......)
Hepsi bir yana...
238 çeşit kuşun ve bu arada pembe patili "Guguk"un yuvasıdır orası.
O, bu günlerde bir dalın üzerinde önce aşk şarkıları söyler ve dans eder, minik kara gözlerini süze süze.
Tıpkı bizler gibi sevdalanır.
Tıpkı bizim kadınlarımız gibi, özenle yuvasını yapar, tül tül otlarla perdelerini asar.
Bu arada durmadan şarkısını mırıldanır.
Uzaklaşıp uzaklaşıp yuvasına konar, her konduğunda "Ne güzel yuvam var" der gibi sevinçten kanat çırpar.
Yakında dünyaya gelecek yavruları için yuvasının yumuşak olmasına özen gösterir, durmadan otlardan minderler-yastıklar hazırlar.
Tıpkı annelerimiz gibi...
(........)
Şimdi onun yuvasını yıkacaksınız...
Niçin?...
Onun yuvasını hangi müteahhide, hangi holdinge, hangi sermaye grubuna söz verdiniz?...
Kimin dozerleri-kepçeleri gelip Kuş Cenneti’ni yerle bir edecek ve orada apartman blokları yükselecek?...
Peki; dönüp dünyaya ne diyeceksiniz?...
Onlara bir tek temiz ırmak, bir tek bozulmamış koy, bir tek kirlenmemiş deniz, bir tek yanmamış orman, bir tek suyu tükenmemiş göl bırakmadığınızı, sıranın "Guguk"un yuvasına geldiğini nasıl anlatacaksınız?...
Bir akla ve yüreğe sahip misiniz?...
Merhametiniz var mı?...
Vicdanınız nasıl elverir?...
Nasıl kıyarsınız Kuş Cenneti’ne?...
Nesiniz siz?...
İnsan mı?...
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2007
KAÇ gündür Başbakan ortada yok.<br><br>Kuzey Irak sınırında operasyon yapılıyor, Genelkurmay Başkanı teröre karşı gerekeni yapmak için "siyasi karar" bekliyor. Tüm dünya medyası Türkiye’den söz ediyor.
Sınır bölgesinden yurdun dört bir yanına durmadan sıra sıra tabutlar taşınıyor.
Başbakan yok...
Halbuki her konuda, karada olsun, havada olsun ne kadar çok konuşurdu.
Arkadaşlar, "Bugün ortaya çıkması kuvvetle muhtemel" diyorlar.
"Sınıra mı gidiyor?.."
"Hayır, cumaya..."
*
Peki niçin?..
Çünkü; kendi Genelkurmay Başkanlığı, amansız saldıran teröre karşı siyasi karar istiyor. Sınırımızın hemen dibindeki saldırı merkezlerini yok etmek için Türk ordusu operasyon izni peşinde.
Ama ABD operasyona karşı...
Başbakan?..
Akıl almaz şekilde ve Türkiye tarihinde hiç görülmemiş biçimde, medya aracılığı ile "Asker yazılı talepte bulunsun" diyor.
Ve ortadan kayboluyor.
*
Tayyip Erdoğan, Türkiye gibi bir ülkeyi yönetecek donanıma, yeteneğe sahip değildir.
Kemal Derviş’in IMF ile başlattığı ekonomi-politika sonucu, holdingler ve yabancı sermaye lehine sağlanan kimi olumlu veriler dışında bir "eserini" bilen var mı?
4.5 yıl en güçlü şekilde ve tek başına iktidar olmuş, akşam aklına geleni sabahleyin yasalaştırma olanağını bulmuş bir Başbakan’ın akılda kalan tek şeyi:
Devleti darmadağın etmek...
İşte:
Terör bir anda palazlanıp vurmaya başladı.
Ankara’nın göbeğinde çarşıları uçururken, karakolları basmaya vardı iş, tabutları sayamıyor insan...
Ama ülkenin Başbakan’ı kendi ordusuna değil, kendi ordusunun savaştığı PKK’ya destek veren ABD’ye bakıyor.
Ortada yok...
Sesi çıkmıyor...
Kayıp...
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2007
PARTİLER "merkeze" kaydıklarını söylüyorlar:<br><br>"Beyefendi siz neredesiniz?.." "Merkezde..."
"Merkez neresi?.."
"Tam ortası..."
".....?"
"Biliyorsunuz, biz halkımıza daha çok hizmet vermek için yola çıkmış bulunuyoruz. Merkez sağdan şimdi merkeze oturmuş oluyoruz. Partimizi merkeze koyduğumuz zaman, aziz milletimiz de merkezimize şeyini koyacaktır, ağırlığını..."
Sadece sağ partiler değil elbet, sol partiler de merkeze kaymaya çalışıyorlar.
Böylece herkes merkeze geldiği için merkez kalabalıklaşıyor.
*
Nedir merkez?
Bildiğiniz gibi klasik tanımıyla; ideolojiler yelpazesinde sağ ve sol vardır.
Kapitalin adamları ile emeğin adamları kendi ideolojilerine ihanet etmeye başladıklarında, bunun en pratik ve kulağa hoş gelen yöntemi "merkeze oturmak" şeklindedir.
Merkez; yani her şeyin ortası...
Döneklik için en uygun alan...
Herkese hoş görünmek için en elverişli mekán...
Sağ partiyseniz; yoksulların oylarını almak için... Sol partiyseniz holdinglerin desteğini kapmak için en münasip yer.
Ne siyah, ne beyaz.
Gri...
Hem ucuz emekten yana olmak, hem emekçinin mutluluğunu istemek gibi... Hem eğitim eşitliğinden söz etmek, hem dolarla eğitim veren lüks kolejleri desteklemek gibi... Hem zehirli sularını ırmağa akıtan fabrikadan, hem ırmaktan yana olmak gibi...
İkiyüzlü olmak için en uygun pozisyon.
*
Herkes merkeze geçiyor bugünlerde.
"Beyefendi sizin yeriniz?.."
"Merkez..."
"Merkez?.."
"Ortası... Biz kendimizi merkezin ortasına koyduk. Merkezimizi aziz milletimize açıyoruz. Partimizin dışında duran halkımız, bu merkezin kapasitesini ve çekiciliğini gördüğünde, ayağını içeri sokacaktır..."
Yazının Devamını Oku