2 Eylül 2007
BARINAĞIN kapısı açılıp da birileri içeri girdiğinde, evlerden atılmış köpekler "Beni almaya geldiler" diye sevinç çığlıkları atarlar.<br><br>Ön patilerini tellere dayayıp "burdayım" der gibi bağırırlar. Oyuncu küçük köpekler, o evlerde öğrendikleri takla atma, el verme gibi numaralarını yapmaya başlarlar.
Hepsinin gözü kapıdan içeri girenlerdedir.
Kimisi, "O gelenler bizimkiler, seninkiler değil..." dercesine yanındaki köpeği pataklar.
Bir sevinç fırtınası eser barınakta.
Kimisi kapatıldığı tel kafesin kapısına kadar koşup koşup döner.
Kendilerini almaya geleni görmek için çırpınırlar, irili ufaklı köpekler, sevinç çığlıkları birbirine karışır.
Ama kimse gelip onları oradan almaz.
Gelenler gittiğinde, arkalarından son bir kez bakıp, hüzünle tellerin arkasındaki köşelerine çekilirler.
*
Böyledir belediyelerin köpek barınakları.
Oradakiler, insanlara biyolojik olarak en yakın, bir büyümeyen çocuk zekásına sahip canlılardır.
Bizlere bağlanırlar, severler, özlerler, üzülürler, ağlarlar... Bunu insanoğlu anlamak istemez.
İşte; Bandırma Belediyesi’nin barınağında görevliler bir gecede 280 köpeği öldürdüler. Sebep; içlerinden birisinde (elbette belediye veterinerinin aşı yapmaması ve bakımsızlık yüzünden) kuduz gözükmesi...
Bir insanda bulaşıcı hastalık görüldüğünde, tüm mahalledekileri öldürürler mi?..
Bandırmalılar sevecen, iyi yürekli, merhametli insanlardır. Bu Bandırma’ya yakıştı mı?..
*
Bölgenizde bir barınak varsa, gidip bakın...
Bir ölüm kampı gibidir çoğu.
Aklı, sevgisi, duyguları olan canlıları toplayıp tellerin arkasına kapatmak, onlara yardım için değil, onları sevmeyenlere ve istemeyenlere hizmet içindir.
Gözleri barınağın kapısında öyle beklerler onlar. Bir gelen olduğunda...
Sevinç çığlıkları atılır, küçük kaniş takla numarasını yapar, seter durduğu yerde zıplar, kangal kırması çıkış kapısına doğru koşup koşup döner. Ama onlar insanoğlunun merhametsizliğinin farkında değillerdir.
Bir gece o kapıdan canavar girer içeriye, insan kılığında...
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2007
ÖZELLİKLE düğünlerde dünürler arasında böyle şeyler olur. Gelinliğin boyu ya da davetiyenin rengi ile başlayan tartışma, oturma yeri ile tırmanıp, resim çektirme kavgası ile biter:
"İnsan sen de gel şöyle kenarda dur der..."
"Sanki dursam resmin teli dökülecek..."
"Aha ben de şuradan şuraya adımımı atarsam..."
*
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olması ile bir tür düğün evine dönen ortamdan son haberler tartışmaların yatıştığını gösteriyor:
Genelkurmay Başkanımız Büyükanıt 30 Ağustos resepsiyonunda "Öyle her şeye özel anlam yüklemeyin" derken, Cumhurbaşkanı Gül de "Her şey normal" dedi.
Zaten medya da bunu "Devletin tepesinde ılık rüzgárlar", "Normalleşme sağlandı", "Sıcak karşılaşma", "Buzlar eridi", "Asker m harfini koyarak cumhurbaşkanım dedi" başlıklarıyla sizlere duyurdu.
*
Tam böyle derken, sevgili Fatih Çekirge önemli bir ayrıntıyı bizlere duyurdu:
Büyükanıt Paşa, resepsiyon sonunda Cumhurbaşkanı Gül’ü selamlamadan yolcu etti, Başbakan aracına birerken de arkasını döndü...
Buyrun, düğün gecesi sorunsuz olmuyor.
Bir de iyi haber:
Başı açık eşiyle gelen TBMM Başkanı Toptan’ı esas duruşla selamladıktan sonra "Eşiyle gelmiş olan benim Meclis Başkanı’mı baş selamıyla uğurladım, gerekirse amuda bile kalkarım" dedi.
Bu tür sportif hareketlerle yeni bir tartışma başlıyor olmasın:
"Laiklikten yana olanlar havada perende atarken, Deniz Baykal ters taklayı gerçekleştirdi, daha sonra Başbakan Tayyip Erdoğan uzun eşek atladı..."
*
Böyle sürüp gidiyor...
Oysa bir tek gerçek var:
Bu, Amerikan The New York Times’ın önceki günkü Hürriyet’te yayımlanan yorum-haberidir:
"Laik devlet yapısının 84 yıllık iktidarına son verildi..."
Gerçek budur...
Bu toplum; Müslüman ülkeler arasında tek çağdaş-Batıcı-modern laik cumhuriyeti taşıyamadı...
Layık olduğu yönetime dönüyor, bu kadar...
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2007
ASKERLER ilk gün "Cumhurbaşkanım" yerine "Cumhurbaşkanı" dediler. Yani sondaki "m" harfini söylemediler. Bir harfle bir şey olmaz.
Ya baştaki harfi söylemeselerdi:
"Umhurbaşkanım..."
Bir "m" harfi önemli değil.
Misal; ben harflerin yarısını söyleyemiyorum, herkes anlıyor.
Ayrıca bizler toplum olarak altmış yıldır kuzu kuzu yaptığımız gibi "m"yi fazlasıyla söyleriz:
"Meeee..."
*
Kimileri harfleri çok önemli sayar.
Bence bir harf, iki harf, üç harf olmasa da olur.
Bakarsınız geriye "Cumbaş" kalmış, ki ben bunun "Cumhurbaşkanı" anlamına geldiğini her zaman anlarım.
Cumhuriyet tarihimizde askerler ilk kez bir Cumhurbaşkanı’na "Cumhurbaşkanım" demediler.
Bu "E-Muhtıra"dan sonra "M-Muhtıra" sayılır mı, bilemem.
Belki Başbakan, Uğur Dündar ile ilk televizyon sohbetinde bunu da dile getirip yakınır:
"Şimdi Uğur Bey biliyorsunuz "m" harfini söylemiyorlar..."
Uğur Dündar ilk defa duyuyormuş gibi gözlerini açarak:
"Sondakini mi?.."
"Evet, sondaki ’m’ harfini söylemiyorlar... Ne oluyor o zaman, bir ifade eksikliği oluyor. Sonuna koymazsan bu olmaz... Koyacaksın onu... Haaa, ben koymam diyebilir... Buna hakkın yok. Eksik olunca nasıl tecelli ediyor?.."
"Cuhurbaşkanım oluyor."
"Hayır sondakini söylüyorum, ikincisi..."
"Cumhurbaşkanı..."
"Hah... Bu ’m’yi yerine koyacaksın... Koymuyorsan, benim Cumhurbaşkanım değildir diyorsan, o zaman çek git..."
*
Sıkıysa...
Özür dilerim, mümkünse, kovun askerleri.
Ya da; iktidara şirin gözükmek istemeyen, başına ne geldiğinin farkında olan yürekli kimi insanlar "Cumhurbaşkanım" demeyecekler, "m"siz idare edeceksiniz.
Bir harfle bir şey olmaz.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2007
ŞAKİR Süter’in hasta yatağında dahi gazetecilik yaptığını, yoğun bakıma kaldırıldığı ana kadar çalıştığını anlattılar. Ailesine, "Ben bu hastalığı mesleğimle yeneceğim" demişti Şakir.
Oysa bizleri öldürenin mesleğimiz olduğunu belki de hiç aklına getirmedi.
O yakışıklı, sevimli, içten, yürekli, tertemiz dostuma söyleme olanağım olsa şimdi, söylerdim:
"Ölümle ölümü yenemezdin Şakir..."
Birlikte çalıştığımız yıllarda, yine böyle keskin satırlarla üzerimize geldiklerinde, loş bir odanın akşam vaktinde, zor yaşamımızı birbirimize anlatırken gözleri dolmuştu.
Sadece işlerini yapmak, sadece yüce bir mesleğin sırtlarına yüklediği yükü taşımak isteyen iki meslektaşın, eli satırlılara karşı sığındıkları ıslak göz pınarlarıydı orası.
*
Sevgili Ufuk Güldemir yine böyle genç yaşta öldüğünde, gözümdeki sorun azdığı için, birkaç yedek yazıyla izne ayrılmıştım.
Ona iki satırla "Güle güle Ufuk" diyemediğim için hálá arşivimdeki bir yazımın eksik olduğunu, arkadaşıma selam borcumu ödeyemediğimi düşünürüm.
Canım sıkılır.
*
Gazetecinin ölümü böyledir.
Bu veda haberleri, bu övücü yazılar, bu söylemler, aslında yaralı, parçalanmış bir bedenin üzerine örtülmüş nakışlı örtüler gibidir.
Altındaki bedenin satır izlerini örter, o kadar.
Ama gerçek yerinde durur:
Hiç mutlu olmamıştır gazeteci.
Bir tek gece olsun başı yastığa huzurla konulmamış, en güzel günleri bölünmüş, gülücükleri yarım kalmış, sevdaları yaşanmamıştır.
Siz bilemezsiniz.
Diyelim ki gece uzaktan gelen bir patlama sesi herkes için sadece bir ses olurken, o ses dahi gazeteciyi göreve çağıran sestir.
Hele Türkiye gibi seslerin, haykırışların, çığlıkların eksik olmadığı bir ülkede... Hukukun, insan haklarının, güvenin, huzurun olmadığı bir yerde, gelen haykırış ve çığlıklara çok dayanamaz gazeteci.
İşini iyi yapıyorsa bir de...
Satırlar inip kalkar bedenine.
Ne yapacaksınız?
Güle güle arkadaşım.
Güle güle...
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2007
DÜNÜ bir kenara yazın.<br><br>Karmaşık bir cumhuriyet tarihi içinde, dün olanlar önemliydi ve siz dünü yaşayan tanıklarsınız. Bir dönüm noktasıydı dün...
Devir-teslim töreni sanki gizli-saklı yapıldı.
Zaten AKP’ye oy vermiş olanlar da bulunamadı biliyorsunuz, hálá gizli-saklıdır.
Genelkurmay Başkanı’nın mesajı konusunda arkadaşlar, "İçindeki anlamı gördün mü?" diyorlar.
"Hangi anlamı?.."
"Gizli anlamı..."
Ne bileyim ben?..
Doğrusunu isterseniz, ben de laiklik üzerine yazılarımdan dolayı gizliyim, telefon açıp maneviyat adına bana küfür edecek olana karşı:
"Aloooo ulan kimsiniz?.."
"Ben Nuri..."
*
Bir mahcubiyet var.
Bir suçluluk...
Atatürk’ün sabahlara kadar oturup cumhuriyeti kurduğu o laikliğin sembolü Çankaya’ya tesettür geçip oturdu mu?
Oturdu...
Şimdi bunu "gizlemenin yolunu" da bulmadı mı arkadaşlar:
"Sophia Loren bağlayışı..."
Bence daha bir "gizlilik" için, Abdullah Gül de bando davulcusu kılığında içeri girse mi dersiniz?
Bunu öneriyorum, yine kovulmak istemem; ben Nuri...
*
Bir gizleme eğilimi var.
Bir mahcubiyet...
Ama tüm olanları tarihten nasıl gizleyeceksiniz?..
Çocuklar büyüyüp okuyacaklar yarın. Nasıl ki bizler tarihteki tüm kahramanlıkları da, ihanetleri de biliriz...
Tarihi nasıl kandıracaksınız?..
Nasıl gizleyeceksiniz yaptıklarınızı çocuklardan, torunlardan?..
Bu mahcubiyet, bu gizleme, bu suçluluk nasıl örtülür?..
Nasıl?..
Yazının Devamını Oku 28 Ağustos 2007
DEVLET adamı "gelişinden" değil "gidişinden" bellidir.<br><br>Bir manevi yolun iki yanına dizilmiş insanlar, dudaklarında dua, gözlerinde yaşla uğurluyorlarsa devlet adamını... Yüreğinde yurtseverlik olan herkes "teşekkür" ediyorsa...
Eller sallanıyorsa arkasından...
Fısıltılar onun gidişinin ülkemiz için bir güven kaybı olduğunu durmadan tekrarlıyorsa...
Çocuklar onu seviyorsa...
Trafik polisi; kendisine ve kırmızı ışığına saygı gösteren bu devlet adamına son selamını verirken burnunu çekiyorsa...
Bu ülkenin tüm zenginliklerine sahip çıkmış adamsa o...
Bir misal; diyelim ki o manevi yolun iki yanındaki ağaçlar, ağaçlardaki kuşlar dahi (2-B yasasının durdurulmasından dolayı) huzurlarını ona borçlularsa...
Yüzü ak...
Anlı açık...
Vicdanı rahat...
Başı dikse gidenin...
O benim Cumhurbaşkanımdı...
*
Bu yazı yazıldığı sırada Cumhurbaşkanımız Sezer’in görevi teslim edip Çankaya’dan ayrılmasına artık saatler vardı.
Son eşyasını toplamış, boşalttığı çekmecesini çekip son kez bakmıştır.
Eminim, telleri tamir edilmiş şemsiyesine, mutfak kapısının arkasında asılı fileye kavuştuğu için sevinçlidir bile.
Ama bir yandan da kendisine huzurlu bir gidiş hakkı vermeyen bu topluma kırgın...
Endişeli...
Tedirgin...
*
Ne yapacaksınız...
Arkasında yolsuzluk dosyaları onu kovalamadıysa...
Ne gelirken, ne giderken, sorgulanmaktan korunmak için bir "zırha" gereksinim duymadıysa...
Aslında rejimi yıkmak istemediğini anlatmak zorunda kalmadıysa...
Onu ikinci cumhuriyetçiler sevmediyse...
Tarikatlar, mollalar ona kızdılarsa...
Ve yobaz gidişini bayram sayıyorsa...
O benim Cumhurbaşkanımdır...
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2007
HAYVANLARI sevmek suç mudur?.. Yeryüzünün hangi toplumunda, asla çıkar sağlamayacak, asla getirisi olmayan bir sevgiyi böyle "suç" sayarlar?
Bir kediyi, bir köpeği, bir sincabı, bir kirpiyi sevmek "suç" olabilir mi?..
Yaşamı boyunca çıkarı olmadan, getirisi olmayan hiçbir şeyi sevmemiş insana bunu nasıl anlatabilirim?
Nasıl?..
*
"İnsanları sevmiyor, hayvanları seviyor" suçlaması ahmakça.
Hangi insan?..
Ormanı yakan insanı, ormandaki solucanlar kadar sevmediğim doğrudur.
Sulak alanın kara tavuklarını, o sulak alanı kurutup kooperatif evi yapandan daha çok sevdiğim de gerçek.
Ben hayvanları öldürten belediye başkanını, kedilerden daha çok sevemem.
Dolandırıcının, sahtekárın, ikiyüzlünün, saf insanları sömürenlerin, yetim malını yağmalayanların, yanımda bir katır kadar değeri yoktur.
*
İşte; Türkiye iki gündür linç edilen bir ayının hazin ölümünü izliyor. Büyükler dehşet içindeler, bakan çocuklar ağlıyorlar.
Ben o suda çaresiz, başı taşlarla ezilen ayıyı seviyorum.
Onu linç eden insanları değil...
Sopalarla kafasına vurula vurula öldürülen, her canlı gibi serinlemek için girdiği suda neye uğradığını şaşırıp canı yandıkça bağıran ayı ile bu eziyeti yapan insanlar kıyaslandığında...
Elbette ayıdan yanayım.
*
Ama "O insanları değil, hayvanları sever" diyen sevgi yoksunu hiçbir zaman bunu anlayamaz.
Bilemez...
Bu yüzden çocuklar; sevgiyi-barışı-merhameti anlatan Pako’nun köşesini, onun kin-nefret-düşmanlık-intikam aşılayan yazılarından daha çok okudular. Pako’nun okur sayısı, onun yazdığı gazetenin toplam tirajından fazlaydı, açıp bakın tiraj arşivlerine...
25 yıl yoksullar, işsizler, hastalar, yağmalanan ve çalınan insanlar için yazı yazmış birisi olarak açıkça söylüyorum:
Tabii ki önce insan...
Ama ben insan gibi insanı severim.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2007
BU işler bana göre değil. Ben magazinci olsam diyorum.
Diyelim ki "Cumhuriyet elden gidiyor" yerine "Banu ekranlara dönüyor" diye yazılar yazmak bir mi?
Bu siyasette dünyanın en güzel çiçeği (gül) dahi bıyıklı.
"367" rakamı yerine, karşılaştığım okurlarıma yüksek sesle ve peltek peltek uğraştığım rakamları anlatsam:
"En ideali 90-60-90 oluyor... 80-60-80 de olur ama, o kadar iyi olmaz..."
Gözüm rejimde olsa...
"Rejim tehlikede" yerine diyelim ki şöyle yazsam:
"Banu rejimde..."
Rejimin laiklik, hukuk, demokrasi gibi kavramları yerine, Banu’nun rejimi ile ilgili şu sözcükler aklımdan çıkmaz olsa:
Havuç...
Yoğurt...
Semizotu...
Ve yuvarlaklaşmış gözüm Banu’nun rejiminde olsa, arada bir arayıp uzun uzun bilgi aktarsam editöre:
"Herkesi kucaklayacak..."
"Bu çok iyi..."
"Rejime de devam diyor..."
"Harika..."
"Herkese seslenecek, gelin birlikte olalım diye..."
"Mükemmel..."
"G-string giyip çıkacak..."
"............?"
"Banu... Banu’yu söylüyorum..."
*
Çünkü öbür türlü arkadaşa "Başbakan’ı ben konuşturmadım"ı dahi anlatamıyorum.
Başbakan konuştu, o beni eleştiriyor.
Biliyorum; fırsat bu fırsat, Başbakan’a ve yeni Cumhurbaşkanı’na şirin gözükmek için bunu yapıyor.
Çam deviren Başbakan, o bana saldırıyor.
Ve ben "magazinci" oluyorum.
Bu işler bana göre değil.
Şu an itibarıyla Banu’yu kovalıyorum.
Banu’nun durumuna yakından bakıyorum...
Yazının Devamını Oku