Bekir Coşkun

Kurban...

20 Aralık 2007
ASLINDA birer kurbanlığız hepimiz.<br><br>Tıpkı bir dana gibi kaçıp kurtulmak istesek de kötü yazgılarımızdan, her zaman başaramayız. Kimi zaman insanoğlu "kurban" adını kendisi koyar:

"Kader kurbanları..."

"Terör kurbanları..."

"Trafik kurbanları..."

"Töre kurbanları..."

"İşsizlik kurbanları..."

"Yoksulluk kurbanları..."

*

Arkadaşımız Esra Kaya’nın dün verdiği bir habere takıldı gözüm bu yazıyı yazarken:

Bir öğretmenin bir kilo bayramlık çikolata alması için üç gün çalışması gerekiyor. Yok eğer bu bayramı ucuz bir tatil yerinde geçirmek istiyorsa, altı ay çalışmalı...

Bize "kurban olmamayı" öğretenlerin kurbanlık halleridir bu.

Yoksulluğun, hatta (telaş ve korkularına bakılırsa) zenginliğin kurbanı olunabilir.

Kimi zaman bir diplomanın kurbanı olur insan, kimi zaman durduğu yerin ya da olduğu zamanın...

60’larda, 70’lerde, 80’lerde "yurtseverliğin kurbanı" oldu on binlerce genç insan.

Kimi zaman bakarsınız kendi tutkularının kurbanı oluvermiş ve bağlanmış ayakları kurbanlığın.

Kimi zaman bir dostluğun...

Bir sevdanın...

Bir sevginin...

*

Ve bilirsiniz, çoğu zaman çaresizliğini şöyle anlatır kurbanlık:

"Elim-kolum bağlı..."


Evet...

Eli kolu bağlıdır.

Gözleri tıpkı o koyunun ya da dananın gözleri gibi çaresiz bakar.

Çırpınır...

Kurtulmak ister...

Didinir...

Debelenir...

Aslında her birimiz birer kurbanlığız...

Kutlu olsun kurban bayramınız.
Yazının Devamını Oku

Operasyon...

19 Aralık 2007
BU operasyon çok iyi oldu. Birincisi; herkes memnun:

- Tayyip Erdoğan memnun; "Operasyon yapılacak" dedi, yapıldı...

- PKK memnun; kimsenin burnu kanamadı...

- Askerler memnun; hedef vuruldu...

- ABD memnun; asıl hedef vurulmadı...

- Türk halkı memnun; istediği oldu...

- Kürtler memnun; korktukları olmadı...

Keşke bütün savaşlar böyle olsa.

İsabet tamam, hedef sağlam...

*

Biliyorsunuz; AKP iktidarı, TBMM’den aldığı tezkereyi uzun süre askerlere vermeyerek bekletti.

ABD’nin izni TBMM’nin izninden daha önemliydi çünkü.

ABD "Ben hedef göstereyim sen vur" dedi.

"Olur" dediler.

Tek sorun vardı; vuracaktık ama, acaba değdi mi, değmedi mi?..

Ve bir zaman ABD’nin "göstereceği yer" beklendi.

İşte o operasyon budur.

*

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üstün gücü, savaş yeteneği, yürekli pilotlar, askerler ve komutanlar tamam...

Bunu tüm dünya biliyordu, bir kez daha gördü.

Ama siyasetçilerin oyun ve entrikaları da elbette hiçbirimizin gözünden kaçmıyor.

Söyleyin; siz PKK olsanız orada durur muydunuz?

Nitekim isabet tamam, hedef sağlam...

Çünkü ABD, hem sınırın bu tarafından yana, hem öbür tarafından yanaydı. Operasyonun ertesi günü, ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın Kuzey Irak’a aniden damlaması boşuna değil.

*

AKP iktidarının ABD ile el ele verip; hem vuranın, hem vurulanın "çok memnun oldukları" yeryüzünün bu ilk operasyonunu yapmaları çok büyük bir başarıdır.

Türk halkına karşı dürüst olmalı.

ABD
’den alınan izinle kendini savunan koca Türkiye’nin, ancak gösterilen hedeflere atış yapmasının siyasi ayıbını, askerlerimizin gösterdiği başarının sevinci örtmemeli.

Birisi çıkıp anlatmalı, nasıl oldu:

İsabet tamam, hedef sağlam...

Yazının Devamını Oku

Piyanist...

18 Aralık 2007
TÜRKİYE "Kızımı alıp giderim" diyen piyanist-besteci Fazıl Say’ın "yerini" tartışıyor.<br><br>Türkiye sınırları içinde bir yerde mi dursun; yoksa sınırların ötesinde bir yerde mi?.. Diyelim ki bir zıplayışta, en soldan en sağdaki AKP’ye atlayıp, Kültür Bakanlığı koltuğunun üzerinde "duran" Ertuğrul Günay yer olarak "Biraz topluma insin" diyor.

Bakanın "yer değiştirme" konusunda uzman olduğu kesin.

Tek sorun; Fazıl Say "bakan" olmak istemiyor.

O yer olarak "adam" kalmak istiyor.

Yer gösterici olarak benim "gitmem" gerektiğini düşünen Başbakan ise Fazıl Say’ın "durması gereken yer" konusunda daha akıllanmış gibi, ona "Sen kal..." diyor.

*

"Git-kal"
meselesinde, piyano hani şu kemençe gibi olsa, koy cebine dolan dur...

Ama piyano ağır.

Piyanist daha da ağır, evrensel.

Benim fikrimi soracak olursanız; bence Fazıl Say "giderim" derken, aslında geldi...

Yerleşti...

Yeri; hepimizin yüreği...

O, bu ülkenin gerçek sanatçısı olduğunu gösterdi.

Önceki gece onu rüyamda gördüm, beyaz bir piyanoyu çalıyordu, ama ağlaya ağlaya...

*

Bu ülke her zaman; Başbakan’ın önünde ceketini kemerine sıkıştırıp göbek atan ve böylece kavşakta benzin istasyonu sahibi olan sanatçıları "sanatçı" sandı.

Ya da; sulu, densiz, geveze, içi boş, ülkesinde olup bitenleri umursamaz, bacak arası sohbetlerle ekranlara tutunan, kalitesizliği "sanat" bildi.

Oysa sanatçılar toplumun önderleridir.

Onlar doğal liderlerdir.

Her sanatçının birer kutupyıldızı gibi insanlara yön gösterme görevi vardır.

Dönüyorum Fazıl Say’a:

Artık kimse onun "durduğu yeri" değiştiremez.

Názım Hikmet gibi, Aziz Nesin gibi, Ruhi Su gibi...

Yüreklerimizdeki sahnelerde belki asırlar sürecek en büyük konserinde durmadan çalacak.

Nerede olursa olsun piyanist...
Yazının Devamını Oku

Dana kovalamaca...

16 Aralık 2007
KARDEŞLERİMİZ kaçan bir danayı kovalıyorlarsa...<br><br>Demek ki bayram geldi. Kimi zaman İspanyolların, boğaların önünden kaçma şenliklerini görürüz televizyonlarda. Bir kapıdan salınan boğalar ve onların önünde koşan, daha doğrusu kendini boğalara kovalatan İspanyollar.

Bizimkisi tersine:

Önde dana...

Arkasında arkadaşlar...

Hah...

Demek ki bayram var...

*

Bütün hayvanlar kesilirken korkarlar.

Korkudan titrerler ve gözleri hiçbir zaman olmadığı kadar irileşir, dehşet içinde etraflarına bakarlar.

Çünkü onları da Allah yarattı ve yaratırken onlara; beslenme, bebek sahibi olma, yavrularını koruma, savunma, sevme gibi duygular yanında "korkma" duygusu da verdi.

Siz hiç bir koyunun kaybolmuş bebeğini arayanını gördünüz mü?

Deliye döner...

Bağıra bağıra sağa-sola koşuşur.

Onun kokusunu bulmak için havayı koklar.

Ve bulduğunda... Çenesi ile onu altına çekerken, yüzüne durmadan öpücükler kondurur.

Çünkü o bir annedir.

(.....)

Tüm bu duygulara sahip bir canlının "korkma" duygusunun olmadığını söyleyebilir misiniz?..

İşte bu yüzden kaçar koyunlar, danalar.

Hele yakalanınca bir bıçağa bakışları var...

*

Ama ne yapacaksınız?

"Kesmek" ibadetse ve Diyanet İşleri Başkanlığı illa "kan akıtın" diyorsa...

250 bin yetim ve kimsesiz yaşlı binbir türlü çağdaş ihtiyaçları için yardım beklerken, illa onlara "kırmızı et" vermek istiyorsanız...

Danaları kovalamalıyız...

Dana korkar...

Ne zaman arkadaşların dana kovaladığını görsem...

Hah...

Demek ki bayram var...
Yazının Devamını Oku

Ambardakiler...

15 Aralık 2007
O geminin ambarında "mutlu zenginliğe" varmayı beklediler.<br><br>İnsan her "gullufff" dalga sesinden sonra "mutlu zenginliğe" biraz daha yaklaştığını zanneder. Ve karanlıkta sorar:

"Vardık mı?.."

1970’lerde "müreffeh memlekete", 1980’lerde "küçük Amerika’ya" ulaşmak için ambara doluşanlar da sormuşlardı:

"Vardık mı?..."

"Nereye?..."

"Küçük Amerika’ya?..."

*

"Avrupa’ya gidiyoruz" diye Edirne’den yola çıkıp, batıya doğru uzun bir yolculuktan sonra Lüleburgaz çayırına varanlar... Ya da "Medeniyete gidiyoruz" diye İzmir’den denize açılıp uzun bir yolculuktan sonra Aliağa kıyısına çıkanlar, hiç fark etmez...

Karanlık ambara doluşup beklemenin riskidir.

Ambardakilerin tek görevi vardır:

Teslimiyet...

Sessizce, tepkisiz, sorgusuz teslimiyet...

*

Sessizliğin, zavallılığın, teslimiyetin, hatta ahmaklığın ağır faturasıdır bu.

Ambardakiler, nereye gittiklerini bilmeden karanlıkta beklerler.

İnsan simsarlarının, sahtekárların, dolandırıcıların sunduğu bir "mutlu zenginlik" hayali, dümendekilere yarar sadece, zenginleşirler.

O kadar...

Ambardakiler için için sorarlar:

"Vardık mı?.."

"Nereye?.."

"Atatürk’ün gösterdiği muassır medeniyetin de biraz üstüne..."

*

Dalgalar "Gullufff...gullufff..."dur...

Uzun yolculuklardan (!) sonra aynı kıyıya çıkan ambardakilerin sevinci uzun sürmez, "helloooo..." selamı verilen çoban, "Aleykümselam?.." diyene dek:

"Burası yıldız gibi parlayan memleket mi?..."

"Yoook.
.. Bildiğiniz memleket..."

Hep böyle olur.

Kimi zaman geçen hafta olduğu gibi ambardakilerin tükenmiş hayatlarını toplarlar kıyılardan.

Teslimiyetin ve ahmaklığın ağır bedelidir bu.
Yazının Devamını Oku

Ce Ha Pes...

14 Aralık 2007
NERDESİN Ce Ha Pes?..<br><br>Meydanlarda yoksun, köyde, kasabada, mahallede yoksun. Sivil toplum örgütlerinin yanında yoksun.

Gençliğin içinde yoksun.

Kadının önünde yoksun.

Belli değil:

Türkiye’de var mısın, yok musun...

*

"Atatürk’ün partisi"
böyle mi olur?

Atatürk’ün kemikleri sızlarken, en çok ortadan kaybolan "Atatürk’ün partisi" midir?..

Türkiye karşı devrimin kucağına düşmüşken, grup toplantılarına kapanmış, Genel Başkan’ın parlak sözleriyle yetinip oturan bir parti "Atatürk’ün partisi" olabilir mi?..

Böyle mi yapardı Atatürk?..

Pes...

*

Nerdesin Ce Ha Pes?..

Bir parti bu kadar haklı olur, evrensel değerler bu kadar lehine olur, ama o nasıl bu kadar ortadan kaybolabilir.

Tutarlı, koltuğunun altında parlak projeleri, yumruk gibi toplumun önünde... Mahallede, kahvehanede, üniversitede, sokakta, meydanlarda, sivil toplum örgütlerinin yanında, aşkla, şevkle, bangır bangır olması gerekmez mi bu zamanda "anamuhalefet" görevini sırtlamış sosyal demokrat parti?

Ama yok...

*

Hepimizin vebali vardır.

Ama en büyük vebali Ce Ha Pes taşır sırtında.

En öndeki suçludur.

Zikzaklar çizerek, sağ kimliklere sığınarak, kendi içinde didişerek, olması gereken yerde olmayarak, sorun çıkartmaktan korkarak, bu dönemin kaymağını yiyen patronlara uyarak...

En büyük günahı taşır Ce Ha Pes...

Eğer memleket Ce Ha Pes’in "anamuhalefet" görevini üstlendiği dönemde Atatürk’ün Türkiyesi olmaktan çıkıp, Nakşibendi tarikatının eline düşmüşse...

Eğer yurtsever insanlar yalnız, bezgin, küskün, kırgın ve umutsuzsa, neyin boşluğudur bu?..

Ce Ha Pes yok ortada...

Pes, pes...
Yazının Devamını Oku

Akılsız başım...

13 Aralık 2007
NİÇİN AB’ye kızdınız?<br><br>Yani siz hem Türkiye’yi çağdaş yaşamdan uzaklaştıran dinci yönetimi destekleyeceksiniz, hem sizi AB’ye almalarını bekleyeceksiniz... Öyle mi?..

Türkiye "mahalle baskısından" korkacak... Kamuoyu yoklamalarında çarşaf çarşaf "kadın eli sıkmama eğiliminin arttığı", ya da "faizi haram sayanların çoğaldığı" yayınlanacak...

Memlekette "dinciliğin yükseldiği" ilan edilecek...

Ama siz AB’ye girmeyi umacaksınız...

Nasıl olur?..

*

İnsan dönüp bir kendine bakar.

AB’de, Türkiye’yi topluluktan uzak tutma eğilimi daha açık ve net ortaya çıktı.

Metinlerden "AB’ye katılım" ifadesini çıkarttılar.

Türkiye, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’yi suçluyor. Oysa Sarkozy’nin tek başına böyle bir karar alması olası değil.

Suçlu?...

Dönüp bir kez olsun "bize" bakmalısınız.

Ben "Geri vitesine takıp, geri geri asla ileri gidemeyeceksiniz" cümlesini yazalı tam beş sene olmuş.

*

Görmek isteseniz de istemeseniz de, Türkiye "ılımlı İslam cumhuriyetine" dönüştü.

Zırt-pırt yurtdışı gezilerinde, dünya medyasında yer alan o "Türkiye Cumhuriyeti fotoğrafına" bakın.

Türbanı-tesettürü yüzünden ülkenin sivil-asker laik kesimi Çankaya’ya girmiyor da, siz AB’ye gireceksiniz...

Nasıl?..

Tarikatlara terk edilen eğitimden, dinci sermayenin eline geçen ekonomiye... Artık sofulardan oluşan devlet kadrolarından, toplumun kaydığı tutuculuğa kadar...

Bir kez bakın.

Yine siz hem Türkiye’nin çağdaşlıktan uzaklaşmasını görmezlikten geleceksiniz, hem de bizi AB’ye niçin almadıklarına kızacaksınız...

Ne hakla?..

Bence; kısa vadeli çıkarları için AKP’yi alkışlayanlar ve olanları görmezlikten gelenler, uzun vadede her şeyi kaybettiler.

Bunlardan sadece birisidir, AB.

Kaybedilen Türkiye’nin yanında lafı mı olur, akılsız başım...
Yazının Devamını Oku

Sıra size gelecek...

12 Aralık 2007
SADECE son bir haftada gidenler:<br><br>Yargı...<br><br>Türk-İş... Medyanın yarısı...

YÖK...

Sıra size gelecek.

*

Meslektaşlarımız örtme-gizleme çabası içinde yine, yeni YÖK Başkanı için "muhafazakár liberal demokrat" tanımı yapıyorlar.

Hem "muhafazakár" hem "liberal" nasıl olunur?

Delikli şemsiye gibi...

Yazgıya bakın; o yaptığı araştırma ile "Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olacağını" biliyor, Abdullah Gül de onu çağırıp "YÖK Başkanı olacağını" biliyor.

İşin hikmetine bakın ki; bu kadar rektör-dekan içinden, yeni YÖK Başkanı şart olan "dekanlık-rektörlük" şartını taşımıyor ama, "türban serbestliğinden" yana...

Yani YÖK’te "türbandan yana dönem" başladı.

Bence "değişik" bir hoca yeni YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan.

Diyelim ki "cami sayısı üzerine" araştırması var, minareleri saymış...

İslami makalelere özel bir ilgisi var, dolayısıyla birçok İslami makalenin sahibi.

Birçok gazetede bu bilgi yoktu; ama Malezya İslam Üniversitesi’nde iki yıl görev...

Ve "vahi" üzerine çalışmalar...

Sonunda "vahi" geliverdi zaten:

"YÖK Başkanı oldunuuuuz..."

*

Neticede YÖK de gitti.

Bu elbette son değil; bundan sonra iktidarın etkili olamadığı ne kadar üniversite yönetimi varsa...

Akademiler, yüksek okullar...

Bilim kurum ve kuruluşları...

Elbette "ılımlı İslam"ı benimsememiş bilim adamları...

Arkasından:

Sivil toplum örgütlerinden, spor kulüplerine kadar...

Medyanın kalanı...

Sermaye...

Tepeden tırnağa her şey gidecek.

Artık kaçınılmazdır.

Sıra size gelecek...
Yazının Devamını Oku