10 Ağustos 2008
GÖLÜ arayan kuşları ben Seyfe Gölü’nde görmüştüm, bu köşeden hatırlar mısınız: "O sabah uzun bir yoldan geldiler, her sene yuvalarını yapıp yavrularını büyüttükleri göle doğru şarkılarını söyleye söyleye alçaldılar.
Gölün üzerine vardıklarında orkestra şefi ’sus’ işareti vermiş gibi bir anda sustular.
Orada göl yoktu çünkü.
Göz alabildiğince çatlamış toprak, kurumuş bir sazlık, bir su kaplumbağasından geri kalmış kabuğu ve kuş iskeletleri...
Gelen düzenli kuş grupları bir anda karıştı.
Şaşkındılar, ne yapacaklarını bilemediler.
Çığlıklar ata ata gölün boş çukurunun üzerinde dönmeye başladılar.
Ve gittiler....."
*
Dünkü Hürriyet’in 7’nci sayfasında Akşehir Gölü’nün hazin sonunu anlatan "Kuşlar göllerini arıyor" haberini görünce o yazıyı hatırladım.
(.......)
Doğanın yasaları vardır.
Asla değiştiremeyeceğimiz kaçınılmaz yasalar.
Doğa, kendisini sevenle dosttur. En basitinden deneyin isterseniz; iki çiçekten birisine su verdiğinizde ve o size bir taze çiçekle teşekkür ettiğinde görürsünüz yasayı.
Bir "ödül yasası"dır bu...
Kirletilen denizler balığınızı keser, arıları yok ederseniz meyve vermez elma ağacı.
"Ceza yasaları" vardır doğanın.
Tilkileri öldürdüğünüzde fareler, kirpileri öldürdüğünüzde yılanlar, kırlangıçları balkon duvarlarından kovaladığınızda sivrisinekler infazınızı yaparlar.
*
1960’tan sonra DSİ sulak alanları kurutmaya başladı. Her seçim yaklaştıkça sazlıklar, sulaklar kanallarla kurutulup yerleri köylülere "tarla" olarak dağıtıldı.
Fabrikaların yağlı-paslı atıkları nehirlere, kentlerin kanalizasyonları denizlere çoktan bağlanmıştı.
Şimdi?..
Şimdi insanın suyu yok...
Doğanın ceza yasasıdır bu.
Kentlerde su biterken, dört bir yandan yurdun kuruduğu haberleri geliyor. İnsanlar o kuş sürüleri gibi şaşkın.
Göçmen kuşlar gittiler, siz nereye gideceksiniz?..
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2008
O gün Deniz Baykal, Önder Sav’ın odasına dalıp "Kurtulduk Önder..." dedi: "Kurtulduk, AKP kapatılsaydı az daha iktidar olacaktık..."
Önder Sav, başparmağını üst damağına alttan bastırıp korku nidası sesi ile:
"Aagguuuppp..."
Baykal:
"Yani çok büyük tehlike atlattık..."
Sav:
"İnsan bir anda nasıl şey oluyor..."
Baykal:
"Evettt... Birkaç saatte olup biter her şey... Bir de bakmışsın ki başbakanım... Allah korusun arkadaşlar..."
Sav:
"Bir defasında sizin başınıza geldiydi, bir de baktınız ki başbakan olmuştunuz..."
Baykal, gözlerini irileştirerek:
"Yaaaaaa..."
Sav:
"Yine bir şey olmasın sonra..."
Baykal:
"Öyle deme ama... Bak yine tuhaf tuhaf konuştun Önder... Umutlu bakalım, iyi düşünelim ki iyi olsun... Allah göstermesin yani..."
*
Baykal, eliyle kravatının yerinde olup olmadığını kontrol edip, tam ortada olduğundan emin olduktan sonra telefona işaretle:
"Bak bakalım ’yes’te olmasın sonra..."
Sav telefonunu çenesi ile kaşları arasında bir yere getirip yakından bakarken:
"Bakıyorum ’no’da... Şurası yes, şurası no... Şurası yes, şurası no... Yes, no... Yes, no..."
Baykal:
"Bizim meselemiz dinlenmek, dinlenmek, dinlenmek..."
Sav:
"Üç-D..."
Baykal:
"Eveeeettt... Muhalefette istirahaten dinlenirken, telefondan kazaen dinlenerek gündemde kalıp, memleketi Allah’a havale ederek maneviyaten din’lendik mi... Ne etti?..."
"Üç-D..."
Baykal:
"Yoksa iktidar-miktidar, Allah korusun yani....."
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2008
DÜN masama yine o yaz ışığı vurduğunda hatırladım. Yine sıcaktı.
Yine sancılı bir sabahtı.
Yine serçeler kavga etmişlerdi saçakta.
Bir yıl önce...
"O benim cumhurbaşkanım değil" sözünü bu masada, bu günlerde yazmıştım, canım sıkılıyordu, canım...
Anayasa Mahkemesi tam bir yıl sonra, günlerce oturup düşünüp-taşınarak, 1’e karşı 10 oyla aldığı kararla doğruladı beni.
Doğrudur:
O benim cumhurbaşkanım değil...
*
Siz gözlerinizi yere dikseniz de, başınızı kuma soksanız da, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararı ve Türkiye’nin içine yuvarlandığı görülmemiş hukuk rezaletini anlamazlıktan gelseniz de...
Sırf çıkarlarınız için sessizleşseniz dahi...
Hakkında devletimizin en temel ilkesi "laikliğe karşı eylemlerin odağı olma" kararı bulunanlar, devletin tepesine oturup Türkiye’yi yönetemezler.
Ne cumhurbaşkanı olarak...
Ne başbakan...
Ne iktidar...
Bundan böyle aldıkları her kararda, yaptıkları her uygulamada, her adım attıklarında, Yüce Mahkeme’nin verdiği "laikliğe karşı eylemlerin odağı oldukları" kararı hemen önlerine konulur, göreceksiniz.
Bu benim cumhurbaşkanım değil.
Rektörleri de atayamaz.
O çenesi büyük arkadaşın, "Sezer de YÖK’ten gelen listeyi istediği gibi değiştiriyordu. Abdullah Gül de aynısını yapıyor, niye eleştiriyorsunuz? Bu sizin yaptığınız çifte standart" savı doğru değil.
Sezer, hakkında yüce mahkeme böyle bir karar verseydi, değil bir gün, bir dakika bile orada oturmazdı.
O nedenle hepimizin cumhurbaşkanıydı o...
Ama bu yönetimin boynunda Anayasa Mahkemesi’nin, "laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma" kararı asılı.
*
Bir yıl sonra belki...
Yine sancılı bir sabah...
Yine bu masaya yaz güneşi vurduğunda, serçeler saçakta kavga ettiğinde, ben evde olur muyum bilemem...
Ama sessiz kalan herkesin boynunda o "suçlu" kararı asılı olacak...
Göreceksiniz...
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2008
BUGÜN tam beş ay oluyor; Başbakan’ın 7 Mart 2008 günü kadınlara seslenirken, "En az üç çocuk doğurun" demesi... Bu demek oluyor ki, onun bu istemini elbette eksiksiz yerine getirenler dört ay on gün sonra doğuracaklardır.
Bence o çocukların adını "Tayyip" koymalı.
Böylece birçok "Tayyip"imiz olacaktır.
Dört bir yan Tayyip...
*
Çocukları da cayır cayır yanan ormanlarındaki çiçekleri gibi şanssızdır bu memleketin.
O bildiğiniz toplumsal ateş düştü mü:
Sorumsuzluk...
Yoksulluk...
Cehalet...
(.......)
Çocuk yaştaki kızların başlarını örtüp kaçak Kuran kursu yurtlarına doldurduktan sonra, sorumsuzluk ve ilkellik patlayıp da bina başlarına yıkılmasa dahi, cehaletin altında ezilip yok oluşlarını izlersiniz.
(.......)
İnsan Hakları Başkanlığı’nın raporunda açıklandı:
833 çocuk kayıp...
Bu çocukların tümü geçen sene kayboldu. Sadece İstanbul’da bir yıl içinde kaybolan 253 çocuğa ulaşılamıyor. Doğrusunu isterseniz kaybolan çocuk sayısı aslında 7 bin 183 imiş, ama 833 dışındakiler bulundu.
(.......)
Ankara’daki hastanede bir anda ölen 49 çocuğun, gofret kutularına konulmuş cesetleri ailelerinin kucağına verilirken, öbürlerinin yuvalarındaki arayışın, bekleyişin, umudun ve her akşam karanlığı çökerken yaşanan kahredici hüznün boyutlarını hiçbirimiz bilemeyiz.
*
Sadece son birkaç gün içinde medyada yer alıp da duyabildiklerinizdir bunlar, unutun gitsin...
Siz farkında olsanız da olmasanız da yoksulluğun, ilgisizliğin, cehaletin çocukları yakması sürüp gidecek.
Ama Başbakan "En az üç çocuk doğurun" diyor.
İsimlerini Tayyip koymalı, kız olursa Tayyibe...
Düşünebiliyor musunuz; zamanı gelip de 9 ay 10 gün dolduğunda bir Tayyip patlamasını...
Dilerim bir gün işsiz, bakımsız, unutulmuş bir genç yakasına yapıştığında, Başbakan Tayyip sorar:
"Adın ne?.."
"Tayyip..."
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2008
BEN her zaman "magazin muhabiri" olmak istemişimdir. Politika gazeteciliği aslında bana göre değil. Öyle bakacaktım magazin álemine; kim kiminle ne yaptı, kimin kalçası nasıl, Begüm kilo aldı mı, kimin memeleri gözüktü?..
Tarım Bakanı Mehdi Eker’in karşısına oturup "hayvancılığı teşvik yasası"nı konuşmak yerine, Nez’in karşısına oturup sesimi incelterek sorsaydım:
"Yeni klip çalışması var mı?.."
Ya da:
Yani Haşim Kılıç’ın "kapatma" kararını kovalamak ile şöyle bir haber peşinde koşuşturmak bir mi:
"Ajda bacaklarını açtı..."
*
İşte; beni gören okurlarımın aklına genelde "hükümetin durumu" gelirken, arkadaşımız sevgili Şermin Terzi o gün telefonla aradı. "Yayınlamak üzere bir sorum var" dediğinde, "hükümetin durumu" konusunda ezberim hazırdı.
Şermin sordu:
"Ajda Pekkan’ın bacaklarının durumu?.."
".........!"
Son zamanlarda okurlarımın "hükümetin durumu" konusundaki sorularına yanıt vermeyip konuşmaktan bile kaçmaya çalışırken, Ajda Pekkan’ın bacakları konusunda, sandalyemi öne çekip "Şimdiiiii..." diye başladım.
Peltek-meltek ama, adeta bülbül kesildim.
Ben her zaman magazin muhabiri olmak istemişimdir.
Gerçi AKP’lilere bakmaktan Ajda’nın bacaklarına bakmaya vakit bulamamıştım. Ama o an önümdeki gazeteleri açtım ve baktım:
Gerçekten güzeldi Ajda’nın bacakları.
Ve fikir olarak, "Bu bacaklar parti genel başkanı olsaydı, Demirel’den beter, iktidardan inmezdi" görüşümü açıkladım.
*
Kimi okurlarımın e-mail sorularına yanıt olarak da yazıyorum; böylece pazar günü Hürriyet’in birinci sayfasına girmiş oldum...
Oysa tatil dönüşleri "yazılarına başladı" spotları dışında bir tek yazım ne Hürriyet’in, ne Hürriyet İnternet’in ilgisini çekmiş değil...
Ha varım, ha yokum...
Bir tek gün olsun "gösterilmeye" değer bir yazı yazamadım.
Ama "Ajda’nın bacakları" deyince...
Bacaklar sayesinde oldu bu.
Sağol Ajda...
İşte o günden bu yana, gözüm devamlı bacaklarda...
Hani "soran olursa" diyorum...
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2008
ŞİMDİ arkadaşlar oturdular, Başbakan’ın değişmesini bekliyorlar. Daha önce de kaç kez "değişmesini" beklemişlerdi.
Olmadı...
Bu sefer baştan...
(.......)
Aslında "değişiyor" tezi, değişeceğine inandıkları için değil... Kendilerindeki "değişikliğin" üzerini örtmenin bir yöntemi...
Yani şimdi niye değişsin?..
6 yıl değişmedi, iki kez başbakan oldu değişmedi, otuz kez Türkiye’yi bunalıma soktu değişmedi, partisini kapatmanın eşiğine getirdi değişmedi...
Partisi kapatılmayınca niye değişir insan?..
*
Değişen kim?..
Siz...
Onun değişmesini beklerken, yavaş yavaş, için için, belli etmeden, usul usul, değişti herkes gülüm.
İşte:
Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) kararları dün açıklandı:
Bir ilk yaşandı bu sefer; Silahlı Kuvvetler’den "irticai nedenlerle ilişkisi kesilen" bir tek kişi bile olmadı.
Bu ne kadar da iyi bir şey...
Böylece Yüce Mahkeme kararıyla "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olmaktan sanık Başbakan, içinde "irticai nedenlerle ihraç" olan YAŞ kararlarına koyduğu geleneksel "şerh" zahmetinden de kurtulmuş oldu.
Türkiye’nin her santiminde "irticai faaliyetler" artarken, askeriyede "irticai faaliyetler" yok oluvermiş...
Tebrik ederiz...
(..........)
Doğrusunu isterseniz bu yaşanan izlemeler, dinlemeler, suçlamalar, gözaltılar, tutuklamalar arasında karışık kafam.
Hapisteki generalleri ve dinci gazetelerin-yazarların suçlamalarını göz önüne alırsak, yani "Atatürkçü faaliyetler" tespit edildi de, ama "irticai faaliyetler" yok...
Öyle mi?..
*
İşte bu "değişen" şey...
Sorun var mı?
Yok...
Uyum var mı?..
Var...
Değişe değişe böyle oldu gülüm...
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2008
O sene orman yanarken, nasılsa canını kurtarmış bir karaca, itfaiyecilere ve fotoğraf çeken gazetecilere aldırmadan bir ağacın altında durmuş, dönmüş yanan ormana bakıyordu. Ormancılar onun muhtemelen bir anne karaca olduğunu, arkasında bıraktığı onun için en değerli şeyleri terk edemediğini söylemişlerdi.
Tüylerinin yarısı yanıktı.
Dizleri titriyordu.
Öyle bakıyordu yanan ormana.
Dünkü gazetelerde Antalya’daki orman yangının fotoğrafları vardı; canını zor kurtarmış bir orman köylüsü, bir ağacın altında, ormandaki yangının dev alevlerine bakan gözleri yaşlı.
En değerli şeylerini arkada bırakmıştı.
Öyle bakıyordu ateşlere...
Tıpkı o karaca gibi...
*
Toroslar’ın Akdeniz’e bakan yamaçlarında, son iki günde yanan (10 bin hektar) ormanın kim bilir kaç yüz katını talan ettiler insanlar.
Zengin yabancılar gelip golf oynasınlar diye en eski ve gür ormanları, dev testerelerle, dozerlerle, kepçelerle kesip attılar daha birkaç ay önce.
Yine daha geçen gün, turizm yatırımcılarına "orman kesme" hakkı yasayla verilmedi mi, bu köşede boşuna yırtınmıştık.
Sorgun Ormanları...
Belek katliamları...
Kemer faciası...
Alanya rezaleti...
Antalya’da yeşil yok artık...
Kazdağları, ya da MNG rezaleti gibi her gün yağma-talan yaşanır da ormanlarda, kimse duymaz, bilmez...
*
Tüm bu yok edilişler yaşanırken, yöredeki insanlar seyrettiler. Çevreci arkadaşlarımızın tepki toplantıları 50-100 kişiyi geçmedi, oralarda yaşayanlar yağmayı-talanı umursamadılar.
Oysa; hırsız siyasetçi-rüşvetçi bürokrat-fırsatçı işadamından oluşan yağma-talan üçgenini durduracak tek güçtü yörenin insanları...
Ne var ki yeryüzü çok büyük değildir.
Onun üzerinde yaşayan tüm varlıkların yazgıları er-geç bir yerde kesişir, felaketlerimiz ortaktır.
Testereler, dozerler, baltalar ya da alevler...
Fark etmez...
Öyle bakar acılı insan, her şeyini almış alevlere...
Tıpkı o karaca gibi...
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2008
SEN anlamazsın...<br><br>Fikirler, düşünceler, tartışmalar kafa denilen organ ister. Senin çokça sözünü ettiğin organlarla anlayamazsın. Ben seni tanırım.
Sevgili küfürbazım...
(............)
Bak; Anayasa Mahkemesi’nin "Laiklik karşıtı eylemlerin odağı (yani merkezi) olduğuna" karar verdiği Başbakan ertesi gün (yani dün) neredeydi?..
Yüksek Askeri Şûra’nın başında...
Oradaki görevlerinden birisi de "laiklik karşıtı görüşlerin odağı" olmuş askerlerin Ordu’dan uzaklaştırılmasıdır, inanır mısın?..
Bu seni hiç rahatsız etmez...
Tıpkı devletin en yüce mahkemesinin, "devletin temel ilkesini yıkmanın odağı (merkezi) olduğuna" karar vermesi, sonra da ona "Devleti sen yönet" denilmesi gibi...
Bu da seni düşündürmeye yetmez...
*
Okumazsın...
Düşünmezsin...
Sormazsın...
İktidarın evlere çorba dağıtmasından onların "bulunmaz" olduğuna karar verirsin de... 14 milyon insanın niye belediyelerin bir tas çorbasına muhtaç olduklarını hiç mi hiç sorgulamazsın...
İşin bana küfretmek, sevgili küfürbazım...
Kömür dağıtılıyor diye sevinirsin...
Ama bu cennet yurdun üzerinde yaşayan her üç aileden birisinin niye devletin yarım ton kömürüne muhtaç olduğunu kendi kendine sormak aklına gelmez.
Ben biliyorum; şimdi "Bu eski iktidarların suçu" diyeceksindir...
Eminim...
1950’den bu yana, cenneti yoksulların cehennemi haline getiren iktidarlara sanki sen oy vermemişsin gibi...
Demirel’den, Tansu Çiller’e kadar...
Erbakan’dan, Mesut Yılmaz’a kadar...
*
Aslında bu cennetin sorunu sensin...
Uygar ülkelerin insanlarının asla vazgeçemedikleri ve ülkelerinin uygar olmasını sağlayan o "ilgi, bilgi, ilke, yurttaşlık ahlakı, ses, tavır, akıl, fikir" sende yok...
Yeteneğin bu:
Kaypak kaypak küfretmek, sevgili küfürbazım...
Yazının Devamını Oku