1 Ağustos 2008
DOĞRUSUNU isterseniz, Anayasa Mahkemesi önceki gün tam bize uygun bir karar aldı: "AKP laiklik karşıtı eylemlerin odağıdır... Ama Türkiye’yi o yönetsin..."
Tebrik ederiz...
Bu memlekete bundan daha uygun bir karar bulunamazdı.
Benzetmek gibi olmasın ama, seçimlerde halkımızın dilinde dolanan slogan ile ancak bu kadar paralel olabilir bir karar:
"Çalsın, ama iş yapsın..."
*
"Laikliğe karşı eylemlerin odağı" olmak, rejime ve devletin temel ilkelerine karşı ağır bir suç mudur?..
Suçtur...
Bu suçu işlediği mahkeme kararıyla sabit görülen (ki Anayasa Mahkemesi sabit gördü) kamu hizmetlerinden mahrum edilmekten hapis cezasına kadar, cezalandırılmaz mı yasalarımızda?..
Cezalandırılır...
Ama siz aynı suçu işlemiş olanlara "Türkiye’yi sen yönet" dediniz...
Öyle mi?..
*
Ve seviniyorsunuz...
İki gündür bayram var...
Mutlusunuz, "laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmiş" olanlar, sizi yönetmeye devam edecekler diye...
Laiklik; devletin en temel ilkesidir.
Laiklik; Anayasa’mızın daha girişinde, değiştirilmesi "teklif dahi edilemez" hükümler arasındadır.
Siz; bu asla vazgeçilmez ve değiştirilemez ilkeyi yıkmak isteyenlerin "odağına" Türkiye’yi teslim ettiniz...
Doğru mu?..
*
Sevinçlisiniz...
"Laiklik karşıtı eylemlerin odağı" devletin başında oturacak ve sizi yönetecek diye keyfiniz yerine geldi...
Mutlusunuz...
Üzerinizden bir yük kalktı...
Etekleriniz zil çalıyor...
Ülkenin felakete sürükleneceğini düşünüyordunuz, eğer "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" çekip gitseydi...
Demek ki bu Anayasa Mahkemesi kararı tamı tamına bize göredir...
Yakıştı mı?..
Yakıştı...
Bu karar, bize yarar...
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2008
BELKİ bundan sonraki buluşma yerleri "halanın evi"dir... Halanın evindeki buluşmaya ilk gelen Cumhurbaşkanı, işaretparmağı ile perdenin tülünü hafif aralayıp açık tek gözü ile sokağa bakarken:
"Hala bir ses duydun mu?.."
Hala:
"Kedidir Abidullah..."
Cumhurbaşkanı:
"Kedi değilse o’dur hala... Bak, yine geldi tıkırtı... Sanki tık tık gibi..."
Hala:
"Pencerenin önünden de kara bir şey geçti mi?.."
"Geçti..."
"Kaç ayağı vardı?.."
"Neyin?..."
"Geçen şeyin... Dört ayağı varsa kedi... İki ayağı varsa demek ki Başbakan..."
*
Başımıza gelene bakın; Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın gece karanlığında, sivil plakalarla "eniştenin evinde" devletten gizli buluşmalarıdır konumuz...
Aynı gün Independent Gazetesi’nin başyazısında şöyle diyordu yorumcu:
"Dünyanın en önemli siyasi projesi tehlikede..."
Siyasi projenin ne olduğunu da açıklıyor yazı:
"Müslüman, ama demokratik bir ülke yaratma projesi..."
Hangi proje bu, bilirsiniz; ABD’nin BOP kapsamında, Türkiye’de bir "ılımlı İslam" yaratma projesi...
Oysa bizim tek projemiz vardı; Mustafa Kemal’in, onurlu özgürlük savaşını vererek, Müslümanların yaşadığı Anadolu’da kurduğu "laik, demokratik, çağdaş, hukuk devleti" projesi...
Bizler için "yeryüzünün en önemli siyasi projesi" bu değil miydi?
Ama AKP ile birlikte her şey değişti.
Yeni bir projeleri var arkadaşların; laik cumhuriyeti silip, yerine ılımlı İslam devleti kurma projesi...
*
İşte dün Anayasa Mahkemesi tüm bunlara "Devam" dedi.
Artık en yüce yargı tarafından "aklanmış" AKP’yi kimse tutamaz.
Güya tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı ile ülkenin Başbakan’ı, devletten, hatta kendi odalarının duvarlarından dahi gizledikleri "projelerine" devam edebilirler.
Eniştenin mekánı olur...
Halanın evi olur...
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2008
HİÇBİR zaman söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmuyor. Misal "şeffaflık" diyor...
Oysa "şeffaflık" diyen Başbakan, daha bir gece önce korumalarını atlatıp sivil plakalı arabayla, arka yoldan ve garaj kapısından Çukurambar’daki eniştenin evine gelerek Cumhurbaşkanı ile buluşmuştu, tıpkı bir kaçak gibi.
Şaşırtmaca olarak da, başka model bir sivil arabayla eve dönüyor, ama sivil plakayı bu sefer buna takıyorlar.
Eminim kapı çalarken parolaları da vardı:
"Tık...tık...tık..."
Cumhurbaşkanı; sağ elini kulağına huni yapıp iyice eğilerek ve içerden kapının deliğine dayayarak:
"Kim o..."
"Benim ben Abdullah Bey... Ben Tayyip, Tayyip..."
"Parola?.."
"Ampül ahiret gününe kadar yansın..."
"İşaret?.."
"Fişi prize tak..."
"Tamam..."
(........)
Bizimkisi abartı...
Ama bir Cumhurbaşkanı ile Başbakan, böyle önemli günlerde, eniştenin evinde niye gizli buluşsunlar?..
Çünkü o "Bizim gizlimiz-saklımız olamaz... Her şey milletimizin huzurunda şeffaflık için de cereyan etmektedir..." lafı doğru değildi.
Milletimiz o saatte uyuyordu bir kere.
Yine de gören olursa diye aynı sivil plakayı, biri gelirkenki, öbürü giderkenki iki otomobile takmak ne oluyor, anlayan var mı?
*
Zaten Abdullah Gül de AKP’nin Cumhurbaşkanı’dır, bizim değil...
Çankaya’nın 27 odası, altı salonu, dört bahçesi varken, ben böyle eniştenin evinde Başbakan ile gece gizlice görüşen Cumhurbaşkanı görmedim.
Sevgili Mehmet Yılmaz, belki de Çankaya’nın dinlendiğinden şüphelendiklerini hatırlatsa bile, arka kapı toplantısının içeriği demek ki devletten de gizli.
"Şeffaflık" böyle...
Bence; kapatma davası, Ergenekon, terör, Askeri Şûra ve tüm bu kargaşa ortamını birlikte düşünürseniz; Türkiye’nin başı dertte...
Ve günler çok şeye gebe...
Kanıt bu:
Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın, arka kapıdan, eniştenin evinde, geceleri gizli buluşmaları...
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2008
TÜRKİYE bir savaş alanıdır.<br><br>Bombalar, kurşunlar, mayınlar, tabutlar, ölüler, yaralılar, gözyaşları, kan hiç eksik olmadı, olmuyor. Bir savaş alanıdır burası...
Türkiye’yi ele geçirmek isteyenler vuruşurlar:
Kürtçüler...
Dinciler...
Faşistler...
Eylemci sol...
PKK, Hizbullah, CIA, MOSSAD, mafya...
AB...
ABD...
Herkes yönetmek ister buraları... Uzaklarda oturan Fethullah Gülen, İmralı’ya kapalı Abdullah Öcalan dahi...
Niçin?...
*
Çünkü sahibi yoktur Türkiye’nin...
Tıpkı şehrin işlek yerindeki sahipsiz bir arsa gibidir, ilgi çeker, iştah kabartır ve sahibi yoktur.
İşte Türkiye...
Dünyanın işlek yerinde....
Rant var...
İşgale ve gaspa uygun...
Ve sahibi yok...
Anayasası sanki onun değil, hukuku-demokrasisi işlemez, iktidarı onu yıkmaktan sanık, muhalefeti kayıp, parlamentosu ona yabancı, cumhurbaşkanı eğreti, başbakanı sallantıda...
Ya gerçek mülk sahibi toplum?
Duyarsız, sessiz, sinmiş... Kolaycılık, avantacılık, cingözlük, tembellik... Okumamak, bilmemek, anlamamak kör etmiş gözlerini...
Kısacası o sahipsiz...
*
İşte; herkes sahipsize sahip olmak istiyor...
Ve vuruşuyorlar...
Bu örgütler, bu çeteler, bu çatışmalar, bu silahlar, bu bombalar, bu mayınlar, bu tabutlar, bu gözyaşı, bu kan ondan...
Sahibi olmayan Türkiye’yi ele geçirmek için çatışıyorlar.
Vatanın gerçek sahibi millet uyanıncaya kadar... Aklı başına gelene, gözü açılana dek, bu savaşlar sürüp gidecek...
Şimdilik...
Savaş alanıdır burası...
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2008
İNSANOĞLU mutlanınca nedense bir şey patlatmak ister; bir kahkaha, bir şampanya, belki tabanca, yanındakinin ensesine bir şaplak ya da havai fişek... Ben havai fişekleri severdim; uzaktaki bir mutluluğu haber verir bize.
Biz mutlu olsak da, olmasak da....
O patlayan fişeklerin altında bir yerde mutlu insanlar vardır.
Bu bizim dünyamızdır...
Martıların dünyasındaki mutlulukları ise bilemeyiz.
Balıkçı teknelerinin peşinden koştuktan sonra, doymuş karınla bir kayalıkta ya da bir çatının üzerinde, arada bir söylene söylene uyuklamaktır belki.
İşte burada insan ile martının kötü bir karşılaşması vardır:
Mutlu insanların havai fişekleri patladığında martılar korkup havalanırlar. Sürü sürü gökyüzünde daireler çizerek dolanmaya başlarlar.
Ve daha sonraki fişekler, havadaki o korkmuş martıları vurmaya başlar.
*
İstanbul Sokak Hayvanlarını Koruma Derneği Başkanı sevgili dost Fatma Balkanlı, her gün kliniklerine havai fişeklerden yarı yanmış martılar getirildiğini anlattı.
Kucağında yanmış bir martı ile gelen kadınların ve çocukların genelde "öldü" haberi ile ağlayarak dönüp gittiklerini söyledi.
Tüm kıyı şeritlerinde bu böyleymiş.
Özellikle İstanbul’da...
Hayvan dostlarının Valiliğe ve Belediye’ye yaptıkları başvurular, her zaman olduğu gibi elbette yanıtsız...
Okurum Figen Uysal ise e-mail’inde Levent’te oturduğunu ve her havai fişek şenliğinde martıların kaçışlarını yazmıştı:
"Görseniz, gecenin karanlığında sürü sürü havalanıp, çığlıklar atıyorlar... Kaçmak istiyorlar, tıpkı bizim depremlerdeki o kaçışımız gibi... Nasıl panik ve şaşkınlık içinde bağırıyorlar, anlatmak zor..."
*
Havai fişekleri ben de severdim.
Ama artık istemem.
Maçlardan sonra ya da düğünlerde mutlanıp, sıktığı kurşunla balkondakini öldürenler yetmezmiş gibi, şimdi de havai fişek patladığında canımız sıkılacak.
Havai fişekler her patladığında, korkusundan havalanmış bir martının karanlık gökyüzünde yandığını bileceğiz.
Bizler görsek de görmesek de, kıyılarımızın görkemli kuşları martılar çığlıklar atarak kaçışacaklar.
"Tıpkı bizim depremlerdeki kaçışımız" gibi...
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2008
ÜÇ tür sansür vardır:<br><br>- Yasaların sansürü.<br><br>- İktidarın sansürü.<br><br>- Patronun sansürü. Bu üçü de önemli değildir. Gazetecilik onuru bunları nasıl olsa aşar. Ama bir dördüncü sansür vardır ki, içine oturdu mu o sansür heyeti, ondan asla kurtulamaz gazeteci.
Nereye gitse o sansür heyeti de birlikte gider.
Kaçsa, içindedir...
Tam gerekeni yazacağı anda içindeki sansürcü "Olmaz ama..." der. Ve gazetecinin bir gözü hafif küçülür o an...
O sansür anıdır.
Düşünmeye başlar... Sandalyesinde, önce sağ kalçasının, sonra sol kalçasının üzerinde yaylanıp, psikolojik olarak yerinin rahatlığını test eder... Bilgisayara uzanmış elini çeker... Sırayla parmaklarını çıtlatır, tekrar başparmağına döner.
Elini tekrar bilgisayara uzattığında, yarı yolda tutup içindeki sansür heyetine kulak kabartır. İçindeki sansür heyetinden ses gelir:
"Sakın ha..."
*
Gözünün önünde bazı görüntüler belirir gazetecinin; bu görüntüler onun tıynetine göre değişir.
Kimisinin gözünün önüne Genel Yayın Yönetmeni’nin yüzü gelir...
Kimisine patronun yüzü... Patronun yüzü asıktır ve sanki bir şeye canı sıkılmıştır, yan gözle kendisine bakmaktadır...
Kimisi...
Artık tıynetine göre; kimisi Başbakan’ın uçağını görür... Uçağın geyik derisi koltuğuna oturmuştur... Başbakan tam karşısındadır... Hep birlikte gülerkenki fotoğraf çekilmektedir. Ve o birazdan "Başbakan ile havada..." başlıklı yazısını yazacaktır.
Kimisinin aklına Çankaya’da Cumhurbaşkanı’nın sofrası gelir. Beyaz eldivenli garson tabağına dolma koymaktadır, dolmayı çatalla ikiye ayırırken, Cumhurbaşkanı’na "Beyefendi, sizin varlığınız demokrasi için teminattır hakikaten..." demektedir ve Cumhurbaşkanı mutlandığı için bıyıkları gülme pozisyonu almıştır...
(..........)
Şu sıralarda kutlanan, sansürün kaldırılışının yüzüncü yılında (24 Temmuz 1908) en tehlikelisi gazetecinin içindeki sansür heyetidir.
O hálá oradadır...
Dönekleşir, kıvırır, kaypaklaşır...
Ama kurtulamaz gazeteci...
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2008
ZEKİ Sezer, DSP Genel Başkanı olarak hiç bu kadar ilgi çekmemişti. Kameralar ona yöneldi, mikrofonlar ona tutuldu, genel yayın yönetmenleri "Koşun çocuklar" dedi, muhabirler koştular... Çünkü "Yasak ilişki kasedi" çıkmıştı...
Genel Başkan; siyasi, ekonomik, sosyal, binlerce konuya girmişti de, kimse merak edip dönüp bakmamıştı bile.
Giriş-çıkışlarda orada sadece şoförü ve karpuz satıcısı olurdu, bu sefer medya ordusu oradaydı... Kapının önü dolu... Pencerelerden girmek isteyen olduğu gibi, çatıdan tıkırtılar geliyor...
Ki dün ben de acele aradım, bizim Leyla bağladı.
Zeki Sezer’e "Herhalde çok meşgulsünüz" dedim, o "Herkes beni arıyor, hiç bu kadar ilgi çekmemiştik" dedi.
Herkesi kınayarak konuya girdim:
"Şu kaset işi..."
Uzun uzun "gizli ilişki kasedi" yalanının iğrençliğini, siyasetin kirli yüzünü anlattıysa da kapatırken ona akıl verdim:
"Bence hemen bir kaset yap..."
*
Zeki Sezer’in birçok siyasi yönü tartışılabilir. Ama o ahlaklı, düzgün, dürüst birisidir. İyi bir baba ve aile reisidir. Zaten bu yazı Zeki Sezer’i değil, bizi anlatıyor:
O gün medya koştu...
"Gizli ilişki kasedi" birkaç gün önce Bülent Ecevit imzalı hayali bir soru önergesi ile ortaya atılmıştı ve Bülent Ecevit’in soru önergesi yazamayacağı dahi hesaba katılmadan tüm medyada geniş biçimde yer almıştı, kocaman fotoğraflarla, büyük harflerle...
Televizyonlarda devamlı Zeki Sezer’in kafası gözüküyordu.
Oysa birçok ulusal soruna girmiş, ama medya ilgilenmemişti.
*
İşte bu noktada benim "hemen bir kaset yapın" teklifim geçerlilik kazanıyor.
Diyelim ki "Gizli ilişkiler kasedi" medyaya dağıtılır, editör kasedi takar, oturur karşısına; görüntülerde bir yatak, hareket eden bir cisim, fondan iniltiler gelmektedir...
Bir anda Zeki Sezer’in kafası gözükür ve başlar:
"Değerli basın mensupları... Ülkemizin geldiği bu kritik noktada DSP olarak siyasi görüşümüzü açıklıyorum... DSP olarak şunu belirtmek isteriz ki..."
Olmaz mı?...
Olur...
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2008
HÜRRİYET İnternet sitesinde önceki gün (22.07.2008) tercih yapacak gençler için üniversiteleri tanıtan bir araştırma-haber vardı. Tanıtma sırası Sabancı Üniversitesi’ne gelmişti ve üniversitenin vasıfları sıralanıyordu. Haberin başlığı şöyleydi:
"Bu üniversitede Atatürk’ü eleştirmeye izin var..."
İşte size tercih nedeni:
Atatürk’ü eleştirmek...
*
Tabii ki haberin perde arkasını, nasıl yapıldığını, kulisini-mulisini biz bilemeyiz.
Merak edip açıp bakarsanız; Hürriyet İnternet’in muhabiri Sabancı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Tosun Terzioğlu’na (nereden icap ediyorsa) soruyor:
"Yani bir öğrenci ben Atatürk’ten ve icraatlarından hoşlanmıyorum derse, buna izin var mı burada?.."
Rektör yanıtlıyor:
"Yapabilir tabii... Hangi kaynağı kullandığı, doğru ve yeterli kaynak seçip seçmediği bunlar çok önemli..."
(........)
Doğrusunu isterseniz akademik özgürlüğü vurgulamak açısından buraya kadarını normal görebilirsiniz de...
Ama Hürriyet İnternet’in editörleri, tüm haberin içinden bunu cımbızla bulup, manşetler arasında kocaman verdiler:
"Bu üniversitede Atatürk’ü eleştirmeye izin var..."
*
Tebrik ederiz...
İş buraya kadar vardı mı?..
Yani sizin açınızdan, "Atatürk’ü eleştirmek" bir üniversitenin "üstün vasfı" sayılabiliyor mu artık?... Atatürk’ten hoşlanmamak, yaptıklarını eleştirmek, bir üniversitenin "kalitesini gösteren" nedenler arasında olabiliyor mu sizce?..
Bu kadar mı çok döndü gözünüz?..
Atatürk cumhuriyetini ve devrimlerini savunanlar izlenip, fişlenip, toplatılırken... Atatürk’e vurmak dönek ve iktidar yalakalarının modası olmuşken... Üniversitelerdeki son Atatürkçü rektör ve dekanlar ayıklanırken...
Bu mudur gurur duyduğunuz şey:
"Bu üniversitede Atatürk’ü eleştirmeye izin var..."
Bu mudur vasfınız...
Böyle midir kaliteniz?..
Vefanız böyle midir:
Atatürk’e vurmak...
Yazının Devamını Oku