20 Nisan 2007
Bu yazıyı belki de uçakta okuyorsunuz. 23 Nisan’ın pazartesiye denk gelmesini fırsat bilerek, 3 gün tatil ilan ettiniz ve bu tatili yurtdışında geçirmeye karar verdiniz. Eğer rotanız Londra, Paris, Milano, Madrid, Barcelona, Münih, Frankfurt, Dublin veya Brüksel ise okumaya devam edin derim.
Aslında her durumda okumaya devam edin, çünkü vereceğim bilgiler bir gün mutlaka işinize yarayacaktır. Hele hele marka meraklısı bir alışveriş delisi iseniz ve pahalı bir ürünü ucuza bulduğunuzda dünyada sizden mutlusu olmuyorsa...
Şimdi size tam 9 tane adres vereceğim. Avrupa’nın göbeğinde, saydığım şehirlere yakın bazı köylerin adresleri. Ama bu köylere taze yumurta veya ev yapımı reçel almaya gidilmiyor. Yüzde 70’e varan indirimlerle Burberry, Calvin Klein, Dior, Nicole Farhi, Versace sahibi olunuyor.
Bunların her biri birer outlet köyü. Kadın, erkek ve çocuk giyim, ev aksesuvarı, iç çamaşırı, ayakkabı, aksesuvar, kozmetik gruplarında ürün bulabiliyorsunuz. Mağazaların yanısıra kaliteli restoranlar ve oteller de barındırıyorlar. İşte kısa bilgi:
Londra/Bicester: Londra’dan 1 saat uzakta. Anne Fontaine, Burberry, Celine, Cerruti, DKNY, Hugo Boss, Paul Smith, Ralph Lauren, Tod’s bulabileceğiniz markaların sadece bir kısmı. Fiyatlar yüzde 60’a kadar iniyor. Şehirden servis var. Tel: 44 (0) 1869 323 200 www.bicestervillage.com
Paris/La Vallee: Merkezden 35 dakika uzakta. 75 lüks marka var. Salvatore Ferregamo, Max Mara, Armani, Christian Lacroix, Givenchy ve Kenzo bazıları. Fiyatlar normalin yüzde 33-60 altında. Paris Disneyland’e 5 dakika mesafede. Tel: 33 (0) 160 42 35 00. www.lavalleevillage.com
Madrid/Las Rozas: Şehir merkezine 30 dakika. York Düşesi ve Victoria Beckham sık sık ziyaret ediyor. Versace, Carolina Herrera, Jesus del Pozo, Villeroy&Boch alışveriş yapabileceğiniz adresler. Fiyatlar yüzde 60’a varan oranda indirimli. Tel: 34 91 640 49 00. www.LasRozasVillage.com
Barselona/ La Roca: Şehir merkezinden 40 dakika uzakta. 95’ten fazla butik var. Fiyatlar yüzde 60’a kadar düşüyor. Cacharel, La Perla, Mandarina Duck, Pepe Jeans, Tommy Hilfiger markalardan bazıları. Şehir merkezinden 3 kez servis kalkıyor. Tel: 34 93 842 39 00. www.LaRocaVillage.com
Milano/Fidenza: Merkeze 1 saat uzakta. 65’ten fazla butik, yıl boyu yüzde 70’e varan indirim uyguluyor. Fornarina, Furla, Trussardi, Versace, Stefanel, Samsonite gibi markaları bulabilirsiniz. Bolonya ve Floransa’dan da ulaşabilirsiniz. Tel: 39 0524 33551. www.FidenzaVillage.com
Brüksel/Maasmechelen: 150 markanın ürünlerini, 100 mağazada bulabiliyorsunuz. Fiyatlar yüzde 30-60 daha düşük. Düsseldorf ve Köln’e yakın. Feraud, Furla, Barbour, Murphy&Nye bazı önemli markalar. Dilerseniz yanınıza danışman veriyorlar. Tel: 32 (89) 77 40 00. www.MaasmechelenVillage.com
Frankfurt/Wertheim: Würzburg’un hemen dışında. Mağaza sayısı 80’nin üzerinde. Armani, Bally, Wolford, Rosenthal, Bogner adreslerden bazıları. Tel: 49 9342 9199-111. www.WertheimVillage.com
Münih/Ingolstadt: Şehrin 50 dakika kuzeyinde.Yaklaşık 60 butik var. Fiyatlar yüzde 60 indirimli. Venice Beach, Aigner, Helly Hansen, Mexx ve daha pek çok markayı bulabilirsiniz. Havalimanından otobüs kalkıyor. Pazarları kapalı. Tel: 49 (0) 841 886 3100. www.IngolstadtVillage.com
Dublin/Kildare: Şehir merkezine 1 saat. Kırktan fazla markayı yüzde 60 ucuz alıyorsunuz. Aralarında Karen Millen, L.K. Bennett, Molton Brown bulunuyor.Şehir merkezinden otobüs var. Tel: 353 (0) 45 520501. www.KildareVillage.com
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2007
Bu sene 1 Nisan, diğer yıllara oranla daha bir fazla perakendenin konusu oldu, buna karşılık eşe dosta daha az eşek şakası yapıldı sanki. Pek çok firma 1 Nisan’a özel kampanyalar, programlar hazırladı.
1 Nisan özel programı düzenleyenlerden biri Ikea’ydı. Günler öncesinden, Ümraniye ve Bornova mağazalarının kapılarını o gün sabah 8’de açacaklarını, 1 liraya açık büfe kahvaltı vereceklerini, gece yarısına kadar da açık kalacaklarını duyurdular.
Faaliyet bununla sınırlı kalmıyordu elbet, gün boyu çekilişler, palyaço gösterileri, eğlenceli yarışmalar olacaktı.
Ikea’nın restoranı zaten hep kalabalıktır. İnsanlar burada alışverişe gelmişken yemek yemiyor, yemek yemeye gelmişken mağaza geziyor. Mağaza geziyor diyorum, çünkü hiçbir şey almadan çıkanların sayısı az değil.
Mesela sabah erkenden gelip, direkt mağazaya girerseniz, rahat rahat alışveriş yaparsınız. Çünkü o sırada herkes restoranda kahvaltı yapıyor olur.
Ben de haliyle merak ettim, 1 Nisan’da 1 liraya açık büfe kahvaltı anonsu yapılınca ne oldu diye.
Ikea’cılarla konuştum ve o güne ait rakamlar aldım. Hakikaten 1 Nisan Ikea’da şaka gibi geçmiş, o kadarını söyleyeyim. Bakın neler olmuş:
Kapılar 8’de açılmış, 1 saat sonra restoranda oturacak yer kalmamış.
Restoran kuyruğu Ümraniye’de 47, Bornova’da 45 metreyi bulmuş.
Bunun üzerine personel restoranını müşterilere açmak zorunda kalmışlar.
O sabah her iki restoranda toplam 3 bin 371 kişi kahvaltı etmiş.
Elimdeki veriler bununla sınırlı kalmıyor. Bu 3 bin 371 kişinin boğazından geçen lokmaları da saymış bulunuyorum.
İşte tüketilen yiyecek miktarları
Kaşar peyniri242 kilo
Beyaz peynir259 kilo
Sosis/salam267 kilo
Yumurta4 bin 250 tane
Zeytin181 kilo
Domates250 kilo
Salatalık195 kilo
Tereyağı (paket)4 bin 844 tane
Bal (paket)3 bin 200 tane
Reçel (paket)3 bin 400 tane
Poşet çay7 bin 500 tane
Çekirdek kahve24 kilo
Ikea, önümüzdeki birkaç yıl içinde Türkiye’deki mağaza sayısını 5’e çıkarmayı hedefliyor. Bence o kadar emek harcamalarına gerek yok. O kadar büyük arazi bul, koca koca mağazalar ve depolar yaptır, nakliyatla uğraş... Büyük iş. Tutsunlar her alışveriş merkezinde birer dükkan, restorancılık işine girsinler. Fena mı olur şöyle her yerde Ikea restoranları bulsak.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2007
Kendi elimizle dünyanın sonunu getirmiş olduğumuz nihayet kafalara dank edince, endüstri tasarımcıları harıl harıl çalışmaya, çevreye daha az zarar veren ve hatta bir miktar iyileşme sağlamaya yardımcı olacak ürünler tasarlamaya başladı. Listeye her geçen gün yenileri ekleniyor. Örneğin BMWDesignWorks, Ecopod diye makine yapmış. Bildiğimiz geri dönüşüm cihazlarının ev tipi olanı. Çöpü her akşam dışarı çıkarmak yerine bunun içine atıyorsunuz. Çöpü dedimse, her şeyi değil tabii. Plastik veya cam şişe, alüminyum kutu atılabiliyor.
Cihaz, maksat çevre kurtulsun diye yapıldığından elektrikle değil insan gücüyle çalışıyor. Yukarıdaki kapaktan çöpü atıyorsunuz, alttaki pedala basıyorsunuz, sıkıştırılmış ambalajlar hazneye düşüyor.
Türkiye’den bakınca insanda "Eee, ne oldu şimdi, çevre nasıl kurtuldu" hissi uyanabilir. Tamam kutuları küçülttük, sıkıştırdık ama çöp yine çöp. Yok mu bunun şöyle, içine atınca alüminyum kutuyu tıraş bıçağına dönüştüreni filan?
Makine Türkiye’den bakınca güdük kalıyor ama üretildiği ABD’de veya Avrupa’da durum böyle değil tabii.
Mesela oralarda çöp vergisi bizdeki gibi ezbere alınmıyor. Herkes ürettiği çöp kadar vergi veriyor. Sonra çöpler ayrıştırılarak (kağıt, plastik, cam, alüminyum gibi) atıldığından çöp torbası kullanımı azaltılmış oluyor. Nihayetinde çöp torbasının kendisi de çöp. Normalde üç büyük şişe, iki kutuyla dolan torba, içine sıkıştırılmış çöp atıldığında dolmak bilmiyor. Ve tabii yine oralarda bizdeki gibi süpermarket poşetinden bozma olmuyor çöp torbaları. Belediyeden satın alınıyor belirli bir ücret karşılığında. Böylece daha az torba parası veriliyor, aile bütçesine katkı sağlanıyor.
Faydalı bir eser.
*
Madonna geçenlerde Beverly Hills’teki bir parkta, Malavi’de görüp beğendiği, dayanamayıp valize atıp getirdiği son çocuğu David’in altını değiştirirken yakalanmış. Etraftan durumu görenler donup kalmışlar. Yok yok, ortalık yerde çocuğun altını değiştirdiği için değil, eski tip bebek bezi kullandığı için. Madonna etraftakilerin afalladığını görünce, üşenmemiş bir de vaaz vermiş. Kullan at bebek bezleri çevreye zarar veriyor diye. Ateşli konuşmanın yarım saat kadar sürdüğü iddia ediliyor.
Annem bildim bileli "Şimdi çocuk bakmakta ne var. Bebek bezi bile yıkamıyor yeni nesil" der durur. Ardından da işten eve gelip, gece yarılarına kadar bebek bezi yıkamaktan ellerinin nasıl yara olduğunu anlatır.
Meğer annemin sorunu yıkanabilir bebek bezleri değil, tam otomatik çamaşır makinesinin henüz icat edilmemiş olmasıymış. Baksanıza koskoca Madonna bile eski tip bebek bezine dönmüş.
Dudak bükmeden evvel iki kere düşünün. Yeni doğmuş bir bebek günde 10-12, bir yaşında çocuk günde 5-6 bez kirletiyormuş yaklaşık olarak. Bu bizim bebek altını bağlatmaktan 2 yaşında vazgeçse, arkasında tam 6 bin 570 tane kirli bez bırakmış olacak. Hadi sizin bebek kirletmek konusunda tutumlu çıksın, olsun 5 bin. Az mı?
Bir de eski usul bez kullandığınızı varsayalım. Her gün çamaşır makinesini çalıştırırsanız, günde en fazla 12 beze ihtiyacınız var. Bebek büyüdükçe 5 farklı bedende bez alsanız, 5 x 12 = 60 eder. Sanırım 50 bezle de durumu kurtarabilirsiniz.
Görüyorsunuz Madonna haklı.
Acaba bebek bezleriyle birlikte dev çengelli iğneler de geri döner mi?
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2007
Bugünlerde hayır işlemenin en pratik yolu alışveriş yapmak. Sadece çarşı pazarda dolaşarak, dünya üzerindeki pek çok sorunun ortadan kalkmasına katkıda bulunabiliyorsunuz. Bakınız, naneli dudak kremi alarak aile içi şiddete son verebilir, kredi kartı ile doğayı koruyabilir, ayakkabı satın alarak Afrika’da AIDS’le savaşabilir, seçtiğiniz poşetle okullara yardım gönderebilir, bilezik alarak kanserle mücadele edebilir, tişörtle İstanbul’un tanıtılmasına yardım edebilir, sabun alarak çevre eğitimine yatırım yapabilirsiniz.
İş ki, alışverişe çıkın. Böylece eve döndüğünüzde hissettiğiniz suçluluk duygusundan da kurtulmuş olursunuz. Evet, para harcadınız, ama iyi bir amaç için!
*
Alışverişten elde edilen gelirin bir bölümünü hayır işlerine ayıran markalar arasından ilk aklıma gelenler The Body Shop, Garanti Bankası’nın çevreye duyarlı Bonus Card’ı, Mavi Jeans, Nike, Apple, Converse.
Yurtdışında da pek çok örneği var sosyal duyarlılık içerikli alışverişin. Bu aralar gündemi en çok meşgul edeni ise Bono’nun başını çektiği Buy Red (Kırmızı Al) kampanyası.
Afrika’da AIDS’le mücadele için yaratılan Buy Red kampanyasına katılan şirketler arasında Motorola, American Express, Apple, GAP, Emporio Armani ve Converse bulunuyor.
Bu markaların, kampanyaya özel tasarlanmış ürünlerini satın aldığınızda gelirin bir bölümü AIDS’le mücadeleye aktarılıyor. Kampanya manifestosunda şöyle diyorlar:
"...Dünya tüketicileri olarak büyük bir güce sahibiz. Neyi alıp, neyi almayacağımıza birlikte karar verebiliriz. Bu gezegende hayatın akışını ve tarihi değiştirebiliriz. Red, basit ama güçlü bir fikir. Şimdi bir seçeneğiniz var. Kırmızı kredi kartları, cep telefonları, ayakkabılar, moda markaları var...
Eğer bir Red ürünü satın alırsanız, onu üreten şirket kárının bir bölümünü Afrika’da AIDS’ten ölen kardeşlerimize ilaç alınması için gönderecek.
İnanıyoruz ki, tüketicilere bu fırsat sunulduğunda ve ürünler de ihtiyaçlarını karşıladığında Red ürünlerini almayı tercih edeceklerdir. Ve Red ürünlerini, Red olmayan ürünlere tercih ettikleri sürece daha fazla firma kampanyaya dahil olmak isteyecektir. Böylece daha fazla hayat kurtarılacak.
Red bir hayır kurumu değil, iş modelidir. Siz Red ürünleri alacaksınız, biz parayı alacağız, o parayla ilaç satın alacağız ve ihtiyacı olanlara dağıtacağız. Böylece onlar hayatta kalacak... İlaçları almazlarsa ölecekler. Ölmelerini istemiyoruz, onlara ilaç vermek istiyoruz. Biz yapabiliriz, siz de yapabilirsiniz. Çok kolay..."
*
Kitleler halinde hareket eden tüketici, gerçekten de 21. yüzyılın en etkili güçlerinden biri. Sadece parasını neye harcayıp neye harcamayacağına karar vererek pek çok şeyi değiştirebilir. Ama manifestoda dendiği gibi tarih yazabilir mi ya da tarih yazılacaksa böyle mi yazılmalı ondan emin değilim.
Açıkçası bu tip kampanyalarda neyi desteklediğimi artık karıştırmış durumdayım. İçimde hastalıklarla, çevre felaketleriyle mücadele etmekten çok alışverişi destekliyormuşum ve bir pazarlama yöntemine alet oluyormuşum gibi kötü bir his var.
"Alışveriş yap, dünyayı kurtar" yönteminden tek şüphelenen ben değilim elbette. Red, yurtdışında bardağı taşıran damla oldu. Kampanya fena halde eleştiriliyor. Eleştirenlerin sağlam bir de argümanı var: "Madem iyi bir şey yapmak istiyorsun, o zaman doğrudan hayır kurumlarına bağış yap. Birileri senin yerine bağış yapsın diye alışveriş yapma."
Yaratıcı pazarlama şirketi sahibi Ben Davis, buylesscrap.org (daha az çerçöp al) sitesini açtığında bu kadar ilgi göreceğini bilmiyordu. O sadece Red kampanyasıyla dalga geçmek istemişti. Ancak birkaç hafta içinde binlerce kişi siteyi ziyaret etti. Karşıtların bayrağı haline geldi.
*
Newsweek dergisinde yayınlanan bir haberde, harcanan ve bağışlanan rakamlar karşılaştırılmış. Kampanya İngiltere’de devreye girdikten itibaren, işbirliği içinde olan şirketler pazarlama için 100 milyon dolar harcamışlar. Buna karşılık Cenevre merkezli Global Fund’a bağış olarak 18 milyon dolar gönderilmiş.
2006 yılında yapılan araştırmalar 13-25 yaş arasındaki Amerikalıların bir şey satın alacaklarsa sosyal duyarlılığı olan markaları tercih ettiklerini ortaya koyuyor. Bu tip pazarlama yöntemleri en çok çocuklar, kadınlar ve yeşiller üzerinde etkili oluyormuş.
İnsan tabii düşünüyor; zaten tişört alacağım, bari şuradan alayım da parası iyi bir şey için kullanılsın, diye. Ama acaba gerçekten iyi bir şey için kullanılıyor mu ya da gerektiği kadar kullanılıyor mu? Bağışlar sembolik mi kalıyor? Birilerinin pazarlama kurbanı mı oluyoruz?
21. yüzyıl insanı paranoyak yapar!
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2007
Evlenme teklifi, söz, nişan ve düğün sezonu açıldı sevgili okurlar. Bu aralar en çok kız isteme, söz ve nişan faaliyetleri görülmekte. Artık nikah ve düğünler yaza... Sezon Hürriyet’in 5. katında da açıldı. Yıllardır daha ziyade boşanmalara alıştık, bu sene herkes evleniyor. 2007 yazı sona erdiğinde, 20’lerin sonu 30’larında başında ve bekar kimse kalmamış olacak. Haliyle ortada bir tek taş muhabbetidir almış yürüyor. Kızlar birbirine parmağındaki yüzüğü gösteriyor, erkekler nasıl bir yüzük alması gerektiğini tespit etmeye çalışıyor.
Düşündüm, bu tek taş yüzük seçme sıkıntısı yalnız bizim 5. katta yaşanmıyor olsa gerek. Türk erkeklerine bir hizmette bulunayım, işin inceliklerini öğreneyim dedim ve Diamond Mücevherat’ın sahibi Naci Şenocaklı’ya akıl danıştım.
Naci Bey, sevgiliye pırlanta armağan etme geleneğinin 1477’de Avusturya arşüdükü Maximillian ile başladığını anlattı. Maximillian, sevgilisi Mary’ye pırlanta vererek evlilik teklif etmiş. İşte tek taş pırlanta yüzük alırken dikkat etmeniz gereken noktalar:
Mutlaka güven duyduğunuz adresleri tercih edin. Mücevherciniz, seçimlerinizde sizi bilgilendirip fikir vermeli.
Taşın kesimi önemli. Kesimi düzgün yapılmamış bir taş, vermesi gereken parlaklığı ve yansımayı vermez. Kesimde, ışığın kırılma noktaları çok önemli. Işık, taşın içinde dans etmeli. Ancak doğru kesime sahip olan pırlantalar, ışığı içine alarak ideal parlaklığı ve yansımayı gerçekleştirir.
Taşın rengi de büyük önem taşıyor. Pırlantanın pek çok renk kategorisi var. Bunlar, sarıdan beyaza doğru olan tonlar.
Pırlantayı, ışığı en iyi alacak şekilde tuttuğunuzda, kesim kalitesini, rengini ve lekesini en rahat şekilde görebilirsiniz.
Çiftin yaşı, nasıl bir model seçileceğinde etkili. Gençler daha abartısız, daha ufak taşlı modelleri tercih etmeli. Yaşça daha olgun çiftler kendini daha çok gösteren tek taşları seçebilir. Tek taşın karatı kadar, montürünün tasarımı da çok önemli. Genç çiftler ince, sade ve kibar montürleri tercih etmeli.
Seçilen taş boyutunun yüzükle uyumu da çok önemli. Taş, montürün üzerinde tıpkı bir çiçeğin üzerine konmuş kelebek gibi durmalı.
Kaliteli bir taş seçerken göz önünde bulundurmanız gereken 4 ana ölçü var. Bunlar 4C olarak adlandırılıyor. Karat ağırlığı, berraklık, renk ve kesim. Bir taşın ağırlığı ile büyüklüğünü karıştırmamak gerekiyor.
Aynı karat ağırlığındaki iki pırlantanın fiyatı değişik olabilir. Bunun nedeni berraklık, renk ve kesimlerinin farklı olması. En değerli pırlanta renksiz olan. Pırlantada, doğanın parmak izleri olarak adlandırılan lekeler bulunuyor. Bu lekelerin sebebi karbon kristalleri. Lekeler azaldıkça taşın fiyatı da artıyor.
Fazla iri taşlı tek taşlardan ve kaba montürlerden uzak durun. Kibar bir elde, büyük bir tek taş, pek çok insan tarafından görgüsüzlük olarak yorumlanabilir. Daha büyük boyuttaki tek taşları, kolye olarak tercih edin. Pırlantayı seçerken, en büyük pırlantanın en iyisi olacağı düşüncesinden kurtulun.
Sevgilinizin parmak ölçüsünü bilmiyorsanız ve sürpriz yapmak istiyorsanız, biraz maceraya atılmanız gerekecek. Çünkü doğru ölçüyü bulmanın tek yolu, gizlice başka bir yüzüğünü aşırmak. Tek başınıza yapamayacaksanız yakın bir arkadaşından yardım isteyebilirsiniz.
Son bir bilgi: Şampanya bardağına atılan pırlanta yüzüğe bir şey olmaz. Ama elması atarsanız foyası bozulur. Aksiyonlu bir teklif planlayanların aklında bulunsun. Bir de teklifi yaparken, orkide gibi değerli bir çiçek veya çok şık bir mücevher kutusu kullanın.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2007
Geçtiğimiz hafta ucuza alışverişçilerin yeryüzü cenneti Çin’deydim. Ne efsaneler dinledim gitmeden önce. "Bana bak bir dolara Puma ayakkabı satıyorlarmış", "Giderken bavulunu fazla doldurma ya da boş bir bavul daha götür", "Sıkı pazarlık et, kazıklanma..." Gerildim haliyle. Ya dedim, dönüşte arkadaşlara karşı mahcup olursam, alacak bir şey bulamazsam ya da pazarlık etmeyi beceremezsem. Ki zaten hiç beceremem. Benim pazarlık dediğim şey şu diyalogdan ibaret:
- Şey, afedersiniz. Eee, şuradakini kaça verirsiniz?
- Etiketteki fiyat abla.
- İndirim yapamaz mısınız?
- Yok abla, valla kurtarmaz.
- Peki.
Abartmak gibi olsun, davul zurnayla yollandım Pekin’e. Uçakta kara kara düşünüyorum nasıl pazarlık edeceğim diye. Sonunda karar verdim: Ben pazarlık etmeyeceğim, satıcı edecek. Ben sadece fiyat soracağım, "Aaaa çok pahalıymış" deyip yürüyüp gideceğim. O beni ikna etmek için fiyat düşürecek. "Sen bilirsin, almazsan alma" tavrı takınırsa, yandı gülüm keten helva.
Beş günlük Pekin seyahati, benim açımdan yeni başlayanlar için hızlandırılmış pazarlık etme kursu gibi bir şey oldu. Çünkü uçaktan iner inmez pazarlık yapmaya başlamak zorundasınız. Taksilerin hepsinde taksimetre var, ama onlar yine de sizinle pazarlık etmeyi tercih ediyor.
Ne alıyor olursanız olun, pazarlığa üçte bir fiyattan başlayın, yarı fiyatın üzerine sakın çıkmayın.
Benim pazarlık etmek yerine almadan gidiyormuş gibi yapma metodu acayip işe yarıyor.
Çin’de pek çok kişi size İngilizce bildiğini söyleyecek, ama inanmayın. Konuşmaya başlayınca aslında bilmedikleri ortaya çıkıyor. Sizin de İngilizce bilmenize hiç gerek yok zaten. Çünkü tüm alışveriş işlemleri hesap makinesi üzerinden gerçekleştiriliyor. Önce o bir fiyat tuşluyor. Sonra siz gözlerinizi belerterek çok fazla diyorsunuz ve bir fiyat yazıyorsunuz. Sonra satıcı küçük bir çığlık koyveriyor ve "Arkadaşım sen beni öldürmeye mi çalışıyorsun" diyor. Hesap makinesi ikinizin arasında böyle 4-5 kez gidip geldikten sonra bir fiyat üzerinde anlaşılıyor.
Ben şahsen ikinci günden sonra yürüyüp gitme stratejisini bir kenara bırakıp, çatır çatır pazarlık etmeye başladım. Sanırım nedeni, pazarlık etmenin orada günlük hayatın doğal bir parçası olması.
Bana sorarsanız Pekin’den mutlaka alınması gereken iki şey var. Çay ve inci. Sakın öyle ucuza çay satıyorlar sanmayın. Bazılarının kilosu 2 bin Euro’ya kadar çıkıyor. Çin’de hayat çaysız geçmiyor. İnsanlar boyunlarına astıkları termoslarla dolaşıyor sokakta. Yüzlerce çeşit çay var.
İnci almak için doğru adres, Hongqiao market. Bu 4-5 katlı alışveriş merkezinin her katında başka bir şey satılıyor. Her katta onlarca bağımsız tezgah var. Bizim semt pazarlarının üstü kapalısı gibi. 15 YTL’ye bir inci kolye ve küpe satın alabilirsiniz. Ünlü markalara ait ayakkabıları, saatleri, elektronik ürünleri de burada bulabilirsiniz. Ayrıca ipek kumaşlar, el yapımı ürünler, hediyelik eşyalar da var.
Hatta şöyle söyleyeyim; Pekin’de hesaplı alışveriş yapmak istiyorsanız, bir gününüzü Hongqiao Market’e ayırın, kalan zamanınızda gezin tozun. Çünkü almak isteyeceğiniz her şeyin en ucuzunu burada bulacaksınız.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2007
Bu hafta alışveriş dünyasındaki yeni bir eğilimden bahsedecek, Pop-up Retail ne mene bir şeydir ona bakacağız. Türkçe’ye çevirme aşamasında büyük sıkıntı çektiğim, sonunda Patlangaç Mağazacılık demeyi uygun bulduğum Pop-up Retail, tıpkı internette sayfa açtığınızda ekranınıza zıplayan reklamlar gibi bir şey. Bir görünüp bir kayboluyor. Bakın şimdi aklıma geldi, karabatak mağazacılık mı deseydim acaba?
Pop-up Retail, daha çok indirim dönemlerinde başvurulan bir yöntem. Şehir merkezinde, tercihen şık bir mahallede, galeriye benzer bir yer buluyorsunuz. Orayı portatif mağaza haline getiriyor, en fazla bir ay kalıyorsunuz, sonra vınnn.
Şimdi böyle söyleyince birileri bu mağazalarda insanları dolandırıp kaçıyor gibi oldu ama değil.
Çok ünlü markalar ve tasarımcılar, son zamanlarda bu yolla indirimli satışlar yapıyor. New York, Londra, Tokyo, Paris, Berlin gibi şehirlerde örneklerine rastlamak mümkün. Hatta bu gezinti mağazaların en uç örneği Londra’dan çıkmış, 2003’te ünlü iki katlı otobüslerinden birini mağazaya çevirmişlerdi. Yanılmıyorsam, içinde 40 tasarımcıya ait giysilerle İngiltere’nin bir ucundan diğerine dolaşıp duruyor hálá. Amaç, modayı küçük yerlerde yaşayanların ayağına taşımak.
İlk yerli Patlangaç Mağaza ise Vakko tarafından 23 Şubat’ta açıldı, 4 Mart’ta kapanacak. Kendilerine yer olarak İstanbul’un şu anda en popüler bölgelerinden biri olan Tünel’i seçmişler. Yukarıda yaptığım tanıma uygun olarak Autoban Gallery’yi bir süreliğine sepetleyip, galeriye yerleşmişler.
Mağazanın vitrininde kocaman Designers On Sale (Tasarımcılar İndirimde) yazıyor. Vakko Couture ve Vakkorama V2K’de satılan markaları bulabiliyorsunuz. İçeride mağaza kapanana kadar müzik yapan bir DJ var. İyi müzik dinliyorsunuz, hem de bas bas bağırmıyor.
Görevliler son derece zarif. Sizinle bunaltmadan sohbet ediyor, atıştırmalık bir şeyler ikram ediyorlar. Benimle Ferhat Bey ilgilendi ki, son derece tehlikeli bir adam. Tehlikeli dediğim, para harcamak istemeyenler için tehlikeli. Benim diyen çelikten irade elinden kurtulamaz. Normalde, Kanyon’daki Vakko’nun abiye bölümünde çalışıyormuş.
İnsanın aklını çelen sadece Ferhat Bey değil elbette. Vakko ve Vakkorama V2K mağazaları, herkes gibi indirime girmiş, oranları yüzde 50’ye kadar çıkarmıştı. Bu mağazada üzerine bir yüzde 30 indirim daha eklemişler. Örneğin Anna Sui tasarımı elbiselere sahip olmak için, yeni sezonda ortalama bir markada satılan elbiseler kadar para ayırmanız yetiyor.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2007
Küresel ısınma insanlığın sonunu getirmeden evvel hapla beslendiğimiz günleri göreceğiz galiba. Gerçi şu anda da kısmen hapla besleniyoruz, ama ana öğün olarak açık büfeden tabağımıza farklı renklerde haplar koymaya başlamadık. Kanımca hap formatına geçmeden evvelki son basamakta bulunmaktayız: Kettle (su ısıtıcısı) safhası.
Dün akşam üç çeşit yemek hazırlamam 15 dakika sürdü. Sofra kurmak dahil, öyle söyleyeyim. Bir kettle sahibi olduktan sonra yemek çeşidi mesele değil.
Mönüde Romana soslu makarna, yeşil salata ve kremalı mantar çorbası vardı.
Ay başında markete (İstanbul’da oturanlara Nişantaşı, Cihangir, Avrupa yakası Boğaz hattı ve Etiler bölgesi marketleri çeşit bakımından tavsiye edilir) gidiliyor. Kaynar su dökülünce veya bizzat kaynatılınca yemek haline gelen ne kadar ambalaj varsa sepete atılıyor.
Bunların hepsi uzun ömürlü şeyler olduğundan buzdolabında büyük ölçekli rahatlama sağlanıyor, hatta sadece içecek konuluyor.
Acıktıkça kettle’ın düğmesine basıyorsunuz, o kadar!
Az daha ikinci önemli cihazın adını anmayı unutuyordum, mutfak kronometresi (bu terim üzerine 5 kişi kafa patlattık, TDK sözlüğüne baktık, gerçekten adı bu mu emin değilim. Yemeğin pişme süresini ayarlamak için kurulan zamazingoyu kastetmekteyim). Çünkü her şey an meselesi.
Dün akşam 2.5 su bardağı suyu kettle’da 1 dakikada kaynattıktan sonra tencereye döktüm, içine Romana soslu makarna ambalajını boca ettim. Kronometreyi 8 dakikaya kurdum. Ocağın yan gözüne başka bir tencere koydum. İçine sadece ısıtılması gereken, hazır halde satılan kremalı martar çorbasını döktüm.
Bu arada hazır yıkanmış ve doğranmış olarak satın aldığım yeşilliği dolaptan çıkardım. Bir kaseye zeytinyağı koydum, içine hazır salata sosu tozunu ekledim ve karıştırdım. Karışımı yıkanmış ve doğranmış yeşilliğin üzerinde gezdirdim. Böylece fesleğen soslu yeşil salatam 2 dakikada hazır oldu.
Kronometreye baktım, hala 3 dakikam var. Ben de sofrayı kurayım dedim.
O sırada kronometre çaldı, baktım soslu makarnam hazır. Mantar çorbası da kaynamaya başlamış, ateşten indirmek lazım.
Evde makarna kalmadığında hazır erişteyi kettle’lıyorum. Üç çeşidi var; mantarlı, acılı ve tavuklu. Kaynamış suyu döktükten 1 dakika sonra hazır hale geliyor. Tabak da kirletmiyorsunuz, kendi kasesinin içinde satılıyor. Üstelik kalan suyu da çorba niyetine içebiliyorsunuz.
Fakat korkmaktayım, bunları yiye yiye yakında bende bir takım reaksiyonlar meydana gelecek diye. Ambalajlara bakarsanız içlerinde koruyucu katkı maddesi, yapay tatlandırıcı filan yok, ama 15 dakikada da üç çeşit yemek yapılır mı canım?
Otomatik fiyat karşılaştırıcısı
Online alışveriş yapanlara müjde. Otomatik fiyat karşılaştırıcısı çıktı. Artık satın alacağınız ürün en ucuz hangi sitede satılıyor diye monitöre baka baka gözlerinizi bozmayacaksınız.
Tabii bu yeni hizmetin gerçek adı otomatik fiyat karşılaştırıcısı değil, onu ben uydurdum. Resmi adı www.fiyatara.com. Mynet’in bir hizmeti. Elektronikten sağlığa kadar 12 farklı kategoride, 10 binden fazla ürünün en uygun fiyata satıldığı e-ticaret sitesini buluyormuş.
Yazının Devamını Oku