Geçen hafta yazdığım “Günlük Hayatta Görme Engelli Olmak” başlıklı yazımda vergi dairelerinde vergi işlemleri yapılan bilgisayarlarda kullanılan özel paket programın görme engellilerin kullandığı ekran okuma programlarına uyumlu olmadığına değinmiştim.
Gelir İdaresi Başkanlığı bünyesinde yüzlerce görme engelli memur çalıştığını, bu nedenle görme engellilerin sözü geçen paket programın ekran okuma programları ile uyumlu hale getirilmesini talep ettiklerini söylemiştim.
Benzer bir talep de görme engelli velilerden geldi.
Bildiğiniz gibi karne dönemi yaklaşıyor.
AB Türkiye 2015 İlerleme Raporunda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden kaynaklanan haklar ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadının henüz tam olarak uygulanmadığı; geçtiğimiz iki yılda, özellikle, ifade özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü alanlarında önemli ölçüde gerileme kaydedildiği ifade edilmekte.
Yine aynı raporda, ayrımcılık yapmama ilkesinin yasal zeminde ve uygulamada gerektiği biçimde hayata geçirilmediğinin ve korunmaya en muhtaç gruplar ile azınlık mensuplarının haklarının yeterince korunmadığının altı çizilmekte.
AB Türkiye 2015 İlerleme Raporu’nda engelliler ile ilgili olarak da :
TBMM, engelli kişilerin entegrasyonu konusunda bir bireysel şikâyet mekanizması oluşturan BM Engelli Hakları Sözleşmesi İhtiyari Protokolü’nün kabul edildiği
Ocak ayının ikinci haftası olan 7-14 Ocak tarihleri arası her yıl Beyaz Baston Körler Haftası olarak anılır. Baston, çağlar boyunca körlerin bağımsızlaşmasını ve özgürleşmesini simgeleyn en önemli araç olmuştur. Basit bir değnekten evrimleşerek baston haline gelen nesnenin beyaz baston oluşunun öyküsü yirminci yüzyılın başlarına uzanır. 1921 yılında Londra’da trafik kazası sonucu görme yetisini yitiren bir fotoğraf sanatçısı çevredekilerin kendisinin kör olduğunu anlaması için bastonunu beyaza boyar. Londra sokaklarında beyaz bastonuyla dolaşan bu sanatçının deneyimi o denli başarılı olur ki, 1931 yılında Fransız Körler Örgütü körlerin bastonunun beyaza boyanmasını ve Beyaz Baston adıyla simgeleştirilmesini kararlaştırır. Giderek yaygınlaşan bu uygulama körlerin kullandığı bastonun dünyanın her yerinde Beyaz Baston olarak anılmasına neden olur.
Beyaz Baston Körler Haftası nedeniyle ben de bugünkü yazımda görme engelli bir okurumdan üç ayrı tarihte aldığım mektuplardan söz ermeye karar verdim.
2 Kasım 2015 tarihinde aldığım ilk mektup görme engellilerin seçimlerde yaşadıkları zorluklarla ilgili. Okurum: “Biz görme engelliler seçimlere özgürce katılamıyoruz. Çünkü biz görmeyenler oy pusulalarını göremediğimiz için oyumuzu bir refakatçıyla kullanmak zorunda kalıyoruz. Bu da, hem bizim oyumuzun gizliliğini ortadan kaldırıyor hem de, her insana güvenilmeyeceği için, oyumuzu kullanırken bize yardım eden kişinin bizim söylediğimiz yönde oy kullandığını bile bilmiyoruz. Refakatçi bizim oyumuzu kendi kafasına göre de kullanmış olabiliyor,” diyor. Oy verme işlemini mutlaka bir refakatçi ile yapmak zorunda bırakıldıklarından dem vuran okurum, bunun anayasada belirtilen oyların gizliliği ilkesine aykırı bir durum olduğunu söylüyor ve görme engellilerin oylarını kimseye bağımlı kalmadan kullanabileceği erişilebilir ve eşit bir sistem getirilmesi gerektiğini savunuyor. Yetkililere “ben görmüyorum diye kimsenin benim kime ya da nereye oy verdiğimi bilmek gibi bir hakkı olamaz. Lütfen beni oyumla baş başa bırakın,” diye sesleniyor.
Hukuk Fakültesi mezunu olan okurum 4 Aralık 2015 tarihinde gönderdiği mektubunda ise görme engellilerin santral memurluğu dışındaki görevlerde de çalışabileceğini hatırlatıyor:
“Dar gelirli bir aile, gelişmemiş bir toplum, o toplumda engelli bir kız çocuğu olmak! O çocuğun engelli de olsa toplum içinde var olan, yapıcı olabilen, özgür bir birey olma düşü vardı. Tek başına yaşama geçiremeyeceği kadar büyük bir düştü bu. Nasıl olacaktı ki? Kadının ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü, okuma hakkı dahi olmadığı bir toplum. Kız çocuklarını okutmayan bir toplumda engelli bir kız çocuğu için imkânsızı istedim belki de… Hayal etmek ile başlar her şey derler. O kız çocuğu da hayallerine sıkıca sarıldı galiba.”
Bu sözler Türkiye Kas Hastalıkları Derneği yönetim kurulu üyelerinden Fatma Çoban’a ait. Daha tanıdığım gün Fatma’ya hayran kaldım ben. Ve o günden beri onun hikayesini yazmayı düşlüyorum.
On iki çocuklu bir ailenin beşinci çocuğu olarak 1968 yılında Tatvan’da dünyaya gelmiş Fatma. Annesi ile babası amca çocukları. Annesi de babası da sağlıklı. Daha ilkokul öğrencisi iken kas hastası olduğunu öğrenmiş Fatma. Ailenin ilk çocuğu, yani Fatma’nın en büyük ağabeyi de kas hastasıymış; onu otuzlu yaşlarındayken kaybetmişler. İlk çocuktan sonra gelen iki çocuk küçük yaşlarda hayata veda etmiş, sebebi bilinmiyor. Fatma onların da muhtemelen kas hastası olduğunu düşünüyor. Dördüncü çocuk, yani Fatma’nın şu anda elli yaşında olan ağabeyi ise hayatını sağlıklı olarak sürdürüyor. Fatma’dan sonra doğan çocuklarda ise hastalık sıra atlamış; yani Fatma’nın kendinden küçük yedi kardeşinin üçü kas hastalığına yakalanmış. Bir erkek bir de kız kardeşi otuzlu yaşlarının başlarında büyük ağabeyleri gibi hayata gözlerini yummuşlar. Sağlıklı olan dört kız kardeş halen evli, hepsinin çocukları sağlıklı. Fatma ve kas hastası olan kız kardeşi aileyle birlikte yaşıyor.
Bugün yeni bir başlangıç yapıyoruz. Yeni bir yıl yeni umutlar demek benim için.
Herkesin fikrini serbestçe söyleyebildiği
Yine herkesin birbirini anlamaya çalıştığı
Kimsenin kimseye yan gözle bakmadığı
Kimsenin özel hayatına karışılmayan
Hiçbir konuda ötekileştirme yapılmayan
Hiç kimsenin kendini dışlanmış hissetmediği
Ameliyatımdan sonraki en kritik zaman dilimi olan 45 günlük süre geçtiğimiz Cuma günü tamamlandı. Ve ben o gün sabah erkenden kontrol için hastaneye gittim. Gerekli filmler çekildi ve tetkikler yapıldı. Sonuçlar bu kritik sürenin sorunsuz tamamlanmış olduğunu gösterdi.
Ben bu ameliyatı yalnızca dik oturabilmek, eğrilip bükülmüş vücudumun içinde sıkışıp kalmış iç organlarımı biraz olsun rahatlatabilmek ve yine eğri duruşumdan kaynaklanan ağrılarımdan kurtulabilmek için oldum. Kas hastalığımda hiçbir değişiklik olmadı, yani hala ileri düzeyde bir kas hastasıyım. Kollarımı kaldıramıyorum, ellerimi çok az kullanabiliyorum ve yürüyemiyorum. Ancak, dik oturabiliyor olmak bile hayatımda çok şey değiştirdi. Artık ben de herkes gibi arkama dayanarak oturabiliyorum ve oturduğum zaman ayaklarım yere değiyor. Bunun ne kadar mutluluk verici bir duygu olduğunu söylediğim zaman beni anlamakta zorlanabilirsiniz. Çünkü belki de siz, bırakın yürümeyi, oturmanın bile ne kadar önemli bir şey olduğunu hiç aklınıza getirmediniz. Aslında haklısınız. Hiç kimse kendisi için çok normal ve sıradan olan bir hareketin ne denli önemli olduğunu düşünmez durup dururken. İnsanoğlu nedense hemen her şeyin kıymetini ancak kaybettiği zaman anlar. Sağlık konusunda da böyledir bu, sevgi konusunda da.
Günümüzde, çoğumuz hayatın vazgeçilmezinin para olduğunu düşünüyoruz. Tabii ki parasız yaşanmıyor. Ancak para peşinde koşarken yaşamın maddiyat dışındaki değerlerini göz ardı etmemeliyiz. Azimli olmalı ancak azmi hırsla karıştırmamalıyız. Dostlarımıza değer vermeliyiz. Para kıymetinden çok insan kıymeti bilmeliyiz. Sevdiklerimize sıkı sıkıya sarılıp onları kırmamaya özen göstermeliyiz. Hayatın bize sunduğu fırsatlar için müteşekkir olmalı ve tadını sonuna kadar çıkarmalıyız. Her günümüzü yarın ölecekmiş gibi dolu dolu yaşamalı ve içimizden geçenleri ertelememeliyiz. İşte o zaman yapmak istediğimiz şeylerin pek çoğunu gerçekleştirebildiğimizi göreceğiz.
Apple şirketinin kurucusu Steve Jobs, bildiğiniz gibi, dünyanın en zengin adamlarından biriydi. 49 yaşında mesleğinin zirvesindeyken pankreas kanserine yakalandı. 7 yıl süren yaşam mücadelesini 2011 yılında kaybetti. Hastalığının son günlerinde bakın neler söylemişti:
Engelli çalışanların ve engelli yakını olan çalışanların yaşadığı sorunlara bakıldığında, çoğunun kurumlardan ve yapılan düzenlemelerin doğru uygulanamamasından kaynaklandığı görülüyor. Bunların en önemlilerinden biri de, bugünlerde sıkça dile getirilen, “bir kereye mahsus tayin hakkı”.
Kanunlarımızın konu ile ilgili maddeleri şöyle:
Devlet Memurları Kanunu Ek Madde 39: “Devlet memurlarının, hayatını başkasının yardım veya bakımı olmadan devam ettiremeyecek derecede engelli olduğu sağlık kurulu raporu ile tespit edilen eşi, çocukları ile kardeşlerinin, memuriyet mahalli dışında resmî veya özel eğitim ve öğretim kuruluşlarında eğitim ve öğretim yapacaklarının özel eğitim değerlendirme kurulu tarafından belgelendirilmesi hâlinde, ilgilinin talebi üzerine eğitim ve öğretim kuruluşlarının bulunduğu il veya ilçe sınırları dâhilinde kurumunda bulunan durumuna uygun boş bir kadroya ataması yapılır.”
Devlet Memurları Kanunu 72.Madde (Ek fıkra: 6/2/2014-6518/10 md.): “İlgili mevzuatı uyarınca verilecek rapora göre kendisi, eşi veya birinci derece kan hısımlığı bulunan bakmakla yükümlü olduğu aile fertleri engelli olan memurların engellilik durumundan kaynaklanan yer değiştirme taleplerinin karşılanması için düzenlemeler yapılır.”
İşitme engeli ülkemizde genel olarak diğer engeller kadar önemli görülmüyor. Bana kalırsa, görebilmenin ya da yürüyebilmenin işitmekten daha önemli olduğu düşünülüyor. Sanırım bu algıya biraz da işitme engelinin dışarıdan fark edilmeyişi neden oluyor. Oysa hepimizin bildiği gibi duyabilmek ve duyduğunu anlayabilmek, iletişim kurabilmenin en temel adımı.
İşitme cihazı kullanan işitme engelliler hakkındaki en büyük yanılgı ise, işitme cihazlarının gözlük gibi kullanıldığı zaman, sorunu ortadan kaldıran çözümler olduklarının düşünülmesi. Oysa ki, birçok işitme engelli işitme cihazı kullanmasına rağmen, gündelik faaliyetlerini sürdürdükleri kapalı alanlarda, kalabalık ortamlarda veya hizmet noktalarında maruz kaldıkları arka plan sesleri ve çevresel gürültüler nedeniyle, konuşmaları algılamakta zorluk yaşamakta. İndüksiyon döngü (İD) sistemleri farklı hizmet noktalarında yaşanan bu zorluğu gidermek için dünya çapında standart haline gelmiş bir hizmet. İD sistemlerinde mevcut sesler özel olarak geliştirilmiş bir amplifikatör aracılığıyla manyetik dalgalara dönüştürülüyor.
İşitme cihazları ve cochlear implantlar çevrelerindeki sesleri bir mikrofon aracılığıyla algılayan ve yükselterek tekrar ileten sistemler. Ancak işitme cihazında girdi kaynağı olarak, mikrofona ilave “telecoil” de kullanılması durumunda, işitme cihazı sesleri temsil eden manyetik sinyalleri de algılayabiliyor. İşitme cihazının içinde, bir çubuğa sarılı küçük bir tel olan “telecoil,” manyetik sinyalleri toplayan bir anten işlevi görüyor ve topladığı sinyalleri sese dönüştürüyor. İşitme cihazı kullanıcıları cihazlarında bulunan bu mekanizma sayesinde, İD sistemlerinde üretilen manyetik dalgaları ses olarak algılayabiliyorlar.