Ayşe Özek Karasu

Erkek kanserden daha korkunç

10 Mart 2002
Bu başlık kesinlikle kinci bir ruh halinin ifadesi değil. Bir gerçek. AB verilerine göre, tüm dünyada 15-44 yaş arasındaki kadınların, erkek şiddeti sonucu sakatlanma ve ölüm riski, kanser, sıtma ya da trafik kazasının yarattığı sakatlanma ve ölüm riskinden daha fazla. ABD'DE HER 15 SANİYEDE BİR KADIN DÖVÜLÜYOR

2003 yılında kadına karşı şiddetle mücadele amacıyla dünya çapında bir kampanya başlatmaya hazırlanan Uluslararası Af Örgütü'nün raporlarında sayısız şiddet örneği var. Dünya Bankası'nın verilerine göre de dünyanın dört bir yanında kadınların yüzde 20'si fiziksel ya da cinsel şiddete uğruyor. ABD'de her 15 saniyede bir kadın dövülüyor. Hindistan'da evli kadınların yüzde 40'ı kıskançlık, yemek ve temizlik yüzünden düzenli olarak dayak yiyor. Bu oran Mısır'da yüzde 35.

RÜYASINDA KARISINI BAŞKA ERKEKLE GÖRDÜ ÖLDÜRDÜ

Pakistan'da bir erkek, rüyasında kendisini aldattı diye karısını öldürüyor. Tecavüze uğrayan kadınlar da suçlu bulundukları için öldürülüyorlar. Pakistan'da 16 yaşındaki zeka özürlü bir kız tecavüze uğradıktan sonra, kabilenin namusuna leke sürdüğü gerekçesiyle heyet kararıyla idam ediliyor. Cinayeti reşit olmayan erkek kardeşlere işletiliyor. Onlar da üç ay hapis yatıp çıkıyorlar.

BANGLADEŞ'TE GEÇEN YIL 272 KADIN KEZZAPLA KÖR OLDU

Bangladeş'te erkekler kitleler halinde karılarının suratına kezzap atıyor. Ya getirdiği çeyizi, ya pişirdiği yemeği beğenmediği için karısını cezalandırıyor. Bu ülkede geçtiğimiz yıl 700 kadın çeyiz davası veya tecavüz sonucu öldürüldü. 272 kadın kezzaplı saldırılar sonucu kör oldu, yüzleri ve vücutları ağır şekilde yandı, hayatları parçalandı.

Her yıl dünyada yüzlerce kadın namus, aşk ve kapris cinayetlerine kurban gidiyor. Sadece az gelişmiş ülkelerde değil. Avrupa'da her beş kadından biri, hayatının beli bir döneminde erkek şiddetine maruz kalıyor. Bazı ülkelerde öldürülen kadınların yarısı, kocası ya da sevgilisi tarafından katlediliyor.

İLK insanlar savaşmamış, sevişmişler. Erkekler, karikatürlerdeki gibi kadınları saçlarından sürüklemişler mi, bu bilinmiyor. Ancak atalarımız, yani homo sapiens mertebesine ulaşmış insanlar, göç ettikleri topraklarda karşılaştıkları kadınları sevmiş, onlarla üremişler. Üstelik kendilerine göre daha alt türleri oluşturdukları halde. Böylece dünyaya yayılmışlar.

Bugün dünyaya hakim olan gen havuzu, homo sapiensten homo erectus'a ve Neanderthal Adamı'na kadar evrim sürecindeki her insan türünün izlerini taşıyor.

Bu bilgiler çok yeni. Washington Üniversitesi'nden biyoloji uzmanı Prof. Alan Templeton'ın yepyeni bulgular içeren evrim araştırması Nature dergisinin son sayısında yayınlandı. Modern insanın kökleriyle ilgili bu araştırma, atalarımızın Afrika'dan göç ettiği teorisini olduğu gibi kabul ediyor. Ancak yarım milyon yıl ve 100 bin yıl önce yaşanan iki ayrı göçte diğer kıtalara ulaşan insanların, burada karşılaştığı grupları bastırmak yerine onlarla kaynaştığı ve ürediği ortaya çıkıyor. Böylece dünyanın dört bir yanında insanlar arasında genetik bağ oluşuyor. Bu nedenle de bütün ırklar genetik olarak birbirine benziyor.

Oysa bugüne kadar kabul gören teori, Afrika'dan göçen homo sapiens'in, evrim sürecinde daha geride duran türleri seleksiyona uğrattığı şeklindeydi.

Köklerimizdeki tablo böyle. Peki bugünkü durum nasıl? Okuyun...


HER YIL 5000 HİNTLİ GELİN ÇEYİZİ HOŞUMUZA GİTMEDİ DİYE ÖLDÜRÜLÜYOR

Hindistan'da her yıl beş bini aşkın taze gelin, getirdiği çeyiz beğenilmediği için kocaları ya da kayın-bilmemneleri tarafından öldürülüyor.

Bangladeş ve Pakistan'da her yıl yüzlerce kadın, namus davası uğruna yüzüne kezzap atılmak suretiyle yakılıyor.

Latin Amerika'nın kadınları ise ‘‘tutku suçlarına’’ kurban gidiyor.

Rusya'da her yıl 14 bin kadın aile içi şiddet sonucu can veriyor.

Afganistan'da stadyumda taşlayarak öldürme, Nijerya'da zinaya kırbaç cezası, Asya'nın güney iklimlerinden kezzap vakaları. BM İnsan Hakları Komisyonu, UNICEF ve Uluslararası Af Örgütü'nün kadın raporlarında hep aynı satırlar var.

Kadınlara karşı işlenen suçları saymakla bitiremeyen İnsan Hakları Komisyonu'na göre en çok namus cinayetine sahne olan ülkeler şunlar: Bangladeş, Brezilya, Ekvador, Fas, Hindistan, İngiltere, İsrail, İsveç, İtalya, Mısır, Pakistan, Türkiye, Ürdün ve Uganda. BM'ye rapor vermeyen, ancak kadınların namus uğruna katledildiği bilinen ülkeler ise Afganistan, Irak ve İran.

Her yıl yüzlerce kadın baba, kardeş, koca ya da kocanın ailesinden birinin işlediği namus cinayetine kurban gidiyor. Bu cinayetlerin kesin sayısı bilinmiyor. Çünkü çoğu rapor edilmiyor. Bu tür cezaları haklı bulan geleneksel zihniyet, suçluları bir şekilde adaletten kaçırıyor. Pakistan ve Hindistan'da kadınlar meçhul mezarlara gömülüyor, hiç varolmamış gibi unutulup gidiyorlar.

Etnik köken, dini grup veya sınıf farkı gözetilmeksizin birçok toplumda kadın bir mülk olarak görülüyor ve çoğu namus cinayetinde aile içindeki kadınlar da (anne, kayınvalide, görümce vs) cezayı haklı buluyor.

SAMİA'NIN HİKAYESİ

Kocasından boşanmak istedi avukatlık bürosunda vuruldu

Pakistan'da durum o kadar feci ki, iyi eğitimli üst düzey aileler bile kızlarının canına kıyıveriyorlar. Samia İmran'ın hikayesi de öyle bir hikaye. 28 yaşında 10 yıllık evli bir kadın olan Samia kocasından boşanmaya karar veriyor. Annesiyle avukatın ofisinde buluşmak üzere sözleşiyor. Anne doktor, babası ise Peşaver Ticaret Odası Başkanı. Doktor anne avukat bürosuna giderken bir erkek akrabasını da yanına alıyor. İşte o erkek akraba, büroya girer girmez Samia'yı delik deşik ediyor.

Ticaret Odası Başkanı baba derhal savcılığa başvurarak, kızını kaçırıp öldürdükleri gerekçesiyle avukatlık bürosundan davacı oluyor. Peşaver Mahkemesi davayı reddediyor. Kimse katili araştırmıyor. Olay böylece kapanıyor.
Yazının Devamını Oku

Karısına silikon göğüs isteyen mafya bülbülü

3 Mart 2002
Amerikan Federal Tanık Koruma Programı'nın kurucusu Gerald Shur, gangster ve teröristlere yeni kimlik kazandırıp, banliyö hayatına asimile ederek geçirdiği 30 yıldan sonra emekli oldu ve anılarını yazdı. Programın işleyişi hakkında ilginç bilgiler veren Shur'a göre 11 Eylül sanıkları arasından da mutlaka bu tür tanıklar çıkacak. Shur, büyük balıkları ele veren bülbüllerin tuhaf istekleriyle ilgili matrak öyküler de anlatıyor. Örneğin, yeni bir hayata başlarken protez penis ve karısı için silikon göğüs isteyenler var.


Önümüzdeki dönemlerde 11 Eylül davaları açıldığında yığınla El Kaide üyesi Amerikan tanık koruma programından yararlanacak ve hiçbirimizin haberi olmayacak.

Çünkü 1967'den beri uygulanan bu program büyük gizlilik içinde yürütülüyor. Bugün ABD'nin dört bir yanında banliyölere dağılmış 7 bin 500 tanık taşıyor. Mensup oldukları suç örgütünün sırlarını ifşa ettikten sonra yeni bir kimlik ve iş edinerek toplum içinde kaybolan bu kişilerin yakınlarının sayısı da 14 bini buluyor.

Aralarında Kolombiyalı uyuşturucu kaçakçıları, ‘‘Omerta’’ kuralını bozan mafya bülbülleri, tetikçiler, uluslararası teröristler var. Sıradan Amerikalılarla aynı marketten alışveriş yapıyor, çocuklarını aynı okullara gönderiyorlar. Federal Tanık Güvenlik Programı'nın (WITSEC) en önemli kuralı, tanıkların sabıka kayıtları hakkında en ufak bilginin bile çevreye sızdırılmaması. Programdan yararlananların yüzde 82'si bir daha suç işlemediği halde, WITSEC yoğun eleştiri alıyor. Çünkü azılı suçluların bu program sayesinde ödüllendirildiği düşünülüyor.

Ancak sistem maksimum fayda esasına dayanıyor. Yani eğer tanığın ifadesi, büyük balığı mahkum ettirecek cinsten ise bülbülün önüne her türlü imkan seriliyor. Bunlara protez penisler, metresler için silikon göğüsler dahil. Ancak milyon dolar talep edenlere de prim verilmiyor.

Mafya çetelerinin iyice azdığı 1967'de WITSEC programının oluşuma öncülük eder Gerald Shur, Kolombiyalı kokain kralı Pablo Escobar'ın ünlü Medellin karteli için çalışan kaçakçılardan, 1993'de Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanmasına karışan teröristlere kadar binlerce suçluyu WITSEC'e dahil etmiş. 1994'te emekliye ayrıldıktan sonra da, gazeteci Pete Earley ile birlikte anılarını yazmış.

Shur'a göre tanıkların ödüllendirilmesi söz konusu değil. Öncelikle adaletle işbirliği yapmaları, sonra da ‘‘rehabilitasyonları’’ sağlanıyor. Rehabilitasyon gereği istekleri yerine getiriliyor. Örneğin protez penis isteyen tanıkla ilgilenen psikiyatr, ‘‘Bu adam istediği organa kavuşamazsa intihar edecek’’ deyince, akan sular duruyor. Ama öyle filmlerdeki gibi estetik cerrahi harikaları yaratılıp, adamlara yeni suretler kazandırılmıyor.

SANSAR JIMMY

Cinayetten suçlu bulunduktan sonra ötmeye başlayan ‘‘Sansar’’ lakaplı mafya infazcısı Jimmy Fratianno'nun karısı Aladena ise tanık koruma programı sayesinde silikon göğüslere kavuşmuş. Karısına Sansar Jimmy gibi sadık olmayanlar da var. Mafya bülbüllerinin pekçoğu, eşleri yerine metreslerine yeni kimlik verilmesini istemiş. Ancak geride kalan eşler öldürüleceği için bu istekleri geri çevrilmiş. ‘‘Adamlar boşanma davası yerine beni kullanmaya başlamışlardı’’ diyor Shur.

Bir de pazarlıktan bezdiğini söylüyor. Özellikle Ortadoğulu teröristlerin, iş bulmadan önce hükümet tarafından verilecek ödenek olarak ayda 600 dolar teklif edildiği zaman, pazarlığı mutlaka 1800 dolardan açtığını, hatta önemli bir terör davasında, adını veremeyeceği bir tanığın 1 milyon dolar istediğini ve reddedildiğini anlatıyor.

Kültürel farklar da çetrefilli konulardan birini oluşturuyor. Yine Ortadoğulu bir tanık, karısının üniversiteye gidip, Batılı gibi giyinmesine, otomobil kullanmasına izin vermeyeceğini söyleyince, bir danışman psikolog sayesinde adamı ikna etmeyi başarmışlar.

Tanıkların tip ve tarzlarına uygun bölgelere yerleştirilmesi de önemli bir ayrıntı. İlk yıllarda herkes Florida ve California'ya gitmek istediği için, bütün tanıklar bu iki eyalete gönderilmiş. Hatadan dönmeye çalışırken de başka hatalar yapılmış. Brooklyn'li Sal, kıllı göğsü ve altın madalyonuyla Güney Dakota'ya gönderilince yerel halkın dudağı uçuklamış.

Azılı katillerin ele geçirildikten sonra yeniden toplum içine salıverilmesine karar vermek o kadar kolay değil. Büyük risk taşıyan bir iş. Shur iki örnek veriyor.

1992'de mafya babası John Gotti'yi ele veren ‘‘Boğa’’ lakaplı Salvatore Gravano, 19 kişinin katili olduğu halde tanık koruma programına giriyor. Çünkü diğer 35 katilin yakalanmasına yardımcı oluyor. Boğa Salvatore şimdi başka kimlikle uslu bir hayat sürüyor.

Ama tersi de oluyor. Banka soyguncusu Marion Albert Pruett, cinayet işleyen bir meslektaşı aleyhinde ifade verip serbest kaldıktan sonra eyaletler arası seri soygunlara girişmiş ve sekiz kişiyi öldürmüş.


İlk mafya bülbülü Joe Valachi


Gerald Shur, 1961'de Şantaj Suçları Masası'nda çalışmaya başladığında ABD mafya düzenine teslim olmak üzereydi. Örgütlü suç şebekeleri 50 endüstri dalında faaliyet gösteriyordu. Birçok bölgede mal sevkiyatı, sendikalar, türlü ihaleler ve New York'ta La Guardia Havaalanı inşaatı mafyanın kontrolü altındaydı. Ancak dönemin FBI Başkanı Edgar Hoover, mafyanın varlığını itiraf etmek istemiyordu. Bu ortamda New York'taki Vito Genovese ailesinin 30 yıllık üyesi Joe Valachi, 317 mafya üyesini ihbar etti. Omerta kuralını ilk bozan Valachi oldu. Çünkü Vito Genovese'nin bir narkotik davasından ötürü nezaretteydi ve öldürüleceğini anlamıştı. Erken davrandı ve nezarette tetikçisini öldürdü. Ancak kurban yanlış kişiydi. Gardiyanı çağırıp federallere konuşmak istediğini söyledi. Amerikan adaleti ilk kez Valachi'nin ötmesi sayesinde mafyanın neye benzediğini öğrendi. Bir kere kendilerine ‘‘mafya’’ değil, ‘‘Cosa Nostra’’ (Bizim İşimiz) diyorlardı. Bundan sonra tanık koruma programı oluşturuldu.
Yazının Devamını Oku

Kurbana karşı, vejetaryen Müslüman cephe

24 Şubat 2002
Kesilen kesildi. Artık tartışmayı da daha fazla uzatmanın alemi yok. Ama, bir dahaki sefere kurban kesmemek için o kadar çok neden var ki. Üstelik bunlara dini nedenler de dahil. Çünkü, usullere uygun kesim olsa da, modern hayvancılık sanayii, hayvanın etini haram kılabilecek kadar zalim. Kuran'ın doğrudan kurban kesmeyi emretmediği yorumu ise ayrı bir neden. Hayvan hakları savunuculuğu da iyi bir neden olabilir pekala. Ve tabii biyolojik nedenler: Biz insanlar etobur olarak yaratılmış değiliz. En büyük hayvan hakları örgütü PETA bünyesinde faaliyet gösterip kurban kesimine karşı çıkan, hatta vejateryenliği savunan Müslüman din adamları da var.


HAC sırasında her yıl 1.5 milyon hayvan kesiliyor. Bunlar Suudi Arabistan'da yerden bitmediği için önemli bir bölümü ithal ediliyor. Avustralya ve Yeni Zelanda'dan gemilerle yüz binlerce koyun getiriliyor. Koyuncuklar tıklım tıkış, aç ve susuz, büyük eziyetler çekerek ulaşıyor Cidde'ye. Bir kısmı yolda hastalıktan ve sıcaktan, bazıları da diğerlerinin altında kalıp ezilerek ya da boğularak ölüyor.

Mekke'ye vasıl olanlar nasıl emrediliyorsa öyle kesiliyor. Ancak 1.5 milyon hayvanın sadece 600 bin kadarı İslam Kalkınma Bankası aracılığıyla yoksul ülkelere ulaştırılıyor. Geri kalanlar kesilip atılıyor, telef oluyor. Yani sadece kan akıtılmış oluyor ki, kurban kesmekte amaç bu değil.

Bir de kavurma yapılıyor. Hüseyin Hatemi Hoca'nın dediği gibi bayram, kavurma şölenine dönüşüyor.

İşte Yeni Zelanda'dan başlayarak Mekke'ye uzanan bu yolculuk sonunda, kesilen hayvanın etini ‘‘helal’’ kılan tek bir unsur yok. Çünkü hayvanın bayıltılmadan kanının akıtılması yetmiyor, eziyet çektirilmeden yetiştirilmesi ve nakliyesi gerekiyor. Birbirlerinin gözünün içine bakarak kesilmeleri de cabası.

BÖYLE KESMEK HARAM

En büyük uluslararası hayvan hakları örgütü PETA bünyesinde faaliyet gösterip kurban kesimine karşı çıkan, hatta vejateryenliği savunan Müslüman din adamları var. www.islamveg.com adlı sitede İslam ve vejetaryenliğin uyum içinde olabileceğini göstermeye çalışıyorlar. Onlardan biri de Ali Muttaki. Kurbana İslami Bakış Açısı başlıklı makalesinde hacda yapılan kesimlerin tamamen haram olduğunu savunuyor. Çünkü İslam yasalarına göre hayvanların yetiştikleri ortamda ve iyi muamele görerek kesilmeleri gerekiyor.

Oysa hacda kesilen hayvanların yetiştirilmesi Yeni Zelanda'nın ekosistemine zarar verdiği gibi, barbarca koşullar altında nakledilmeleri de insanlığa sığmıyor. Yani 1400 yıl önce varolmayan koşullar ortaya çıkıyor. 1400 yıldır süregelen gelenekleri kitabına uydurmak artık imkansızlaştığı için demek ki, günün koşullarına uymak gerekiyor. Bunun da yolu kurban kesmemekten geçiyor.

Muttaki'ye göre Kuran'da hayvanların insana sunulması tamamen bir zaman ve mekan sorunu. Çöllük arazide insanın hayatta kalabilmesi için doğal ortamındaki canlılardan yararlanması gerekiyor. 1400 yıl öncesinin Arabistan'ında dört ayaklılardan başka yiyecek bulunamayacağı da malum. Kuran, insana hayvanın etini helal kılarken, o masum yaratıklar için olabilecek en iyi koşulları düzenliyor.

Muttaki de, Kuran'da kurban kesiminin doğrudan emredilmediğini savunuyor. Buradaki kurban ‘‘fedakarlık yapmak’’ anlamına geliyor. Yani Allah'ın nimetlerini, içinde yaşadığı toplulukla paylaşmak. Ancak modern dünyada bu ritüel anlamını yitiriyor, lüzumsuz bir kan gölüne ve çevre katliamına neden oluyor. Etin kalp hastalıklarına yol açtığını da belirten Muttaki, son araştırmalara göre vejetaryenlerin çok daha sağlıklı insanlar olduğunu söyleyerek sözü bağlıyor. Ama dünyada vejetaryenlerin en az çıktığı grubu Müslümanlar oluşturuyor.

PEYGAMBERİ DİNLEMİYORLAR

Çağdaş İslam alimlerinden B.A. Masri de, İslam'ın hayvanlara bakış açısını anlattığı Islamic Concern for Animals adlı kitabında Müslümanların, Hz.Muhammed'in hayvanlara iyi muamele konusundaki öğütlerine kulak vermediklerini söylüyor. ‘‘Eğer hayvanlar yetiştirilirken, nakledilirken, kesilirken ya da genel olarak zulme uğruyorsa, onların etini yemek haramdır. Kesimde kurallar sıkı sıkıya gözetilse de, hayvan herhangi bir eziyete uğradıysa, eti bize yasaktır’’ diyor.


Aslında etobur değiliz


Çok paradoksal bir durum ama, gerçek. İnsan beyni, atalarımız ot yemeyi bırakıp etoburluğa geçtikten sonra gelişmeye başlamış. Ancak insan biyolojik olarak bir etobur olarak yaratılmamış.

Eti çiğ olarak yiyemeyen yegane canlılarız. Avlanmak için pençelerimiz, kesici dişlerimiz yok. Silahlarımız olmasa, bırakın yemeyi, herhangi bir hayvanı alt etmemiz bile mümkün değil. Sindirim sistemimiz, etobur hayvanlarınkinden kat kat uzun. Otobur geyiklerinkine benzer bir yapısı var.

Washington'daki Worldwatch Enstitüsü uzmanlarından Brian Halweil, antropolojik göstergelere göre insanda yoğun bir et tüketme arzusunun olmaması gerektiğini söylüyor. Et tüketimi daha çok kültür ve çevreyle ilgili bir olgu. Örneğin Eskimolar, yaşadıkları doğal ortam gereği dirhem yeşillik yiyemiyor. Ancak insanın sindirim sistemi lif oranı yüksek yeşil besinleri tüketmeye daha uygun görünüyor. İnsanda ortaya çıkan kalp rahatsızlıkları ve kanser gibi hastalıklar da büyük ihtimalle aşırı et tüketiminden kaynaklanıyor.
Yazının Devamını Oku

Alman Titanic’i

17 Şubat 2002
Günter Grass'ın yazdığı her roman Almanya'da tartışma yaratıyor. Çünkü her seferinde bir tabuya dokunup, toplumsal bilinci sarsıyor. Son romanıyla yine bir tabunun altını üstüne getirdi. 1945'de Baltık Denizi'nde bir Sovyet denizaltısı tarafından batırılan Wilhelm Gustloff gemisinin hikayesini yazdı. Kızıl Ordu'dan kaçan dokuz bin Almanı sulara gömen bu trajediyi romanın merkezine oturtup, soykırım faili Almanların mağdur yüzünü gösterdi. Alman edebiyatı, bugüne kadar bu konuya mesafeli davranmıştı. Çünkü Nazi geçmişiyle hesaplaşmaktan, öldürülen ve toplu sürgüne uğrayan milyonlarca Alman’ın trajedisine ilişmeye pek cesaret edememişti.

Tarihin en büyük deniz faciası hangisidir?

Çoğunluğun bu soruya vereceği cevap büyük ihtimalle Titanic olur. Ancak tarihin en büyük deniz faciası, batışı bir efsaneye dönüşen Titanic'te değil, ‘Wilhelm Gustloff’ta yaşanmıştır. Guinness Rekorlar Kitabı da bunu böyle yazar. 30 Ocak 1945 günü, Doğu Avrupa'dan kaçan binlerce göçmeni taşıyan gemi, Danzig yakınlarındaki Gotenhafen'dan ayrıldıktan sonra bir Sovyet denizaltısı tarafından batırılır ve dokuz bin kişi can verir.

Ama, tarih bu faciayı unutur. Daha doğrusu unutmak ister. Nazi Almanyası'nın milyonlarca hayata mal olan insanlık suçu öyle büyüktür ki, Auschwitz ve Treblinka'da öyle dehşetler yaşanmıştır ki, hiç kimse birkaç bin Alman’ın trajik sonunu, İkinci Dünya Savaşı tarihiyle birlikte anmak istemez. Onlar, milyonlarca insanın toplama kamplarında katledilişinin bedelini unutulmakla öderler.

9 BİN ALMAN ÖLDÜ

Oysa tarihin gerçek yüzü şunu yazar: İkinci Dünya Savaşı sırasında, Hiroşima ve Nagazaki'den sonra en büyük kitlesel ölüm Wilhelm Gustloff'un batırılışında meydana gelmiştir. Doğu Prusya ve Polonya'dan yaklaşık 7 milyon Alman kökenli insan sürülmüş, binlercesi öldürülmüş, tecavüze uğramış ve soyulmuştur. Ancak bu konu bir tabudur. Gaz odaları ve fırınların yanında solda sıfır kalan bu suçların hesabı asla sorulmamıştır. Sürgünler, dilini bile doğru dürüst anlamadıkları Almanya'da yerleşmiş, çok yabancılık çekmiş, ancak ilerleyen yıllarda hiç kimse, onların atalarından kalma topraklara dönüşü için parmağını bile kımıldatmamıştır.

İşte şimdi Günter Grass, tarih bilincini uyandırmak için bu tabuya el atıyor. Yeni yayımlanan ‘‘Im Krebsgang’’ romanında Gustloff faciasını anlatıyor.

Sıradan insanların nasıl Nazileştiğini anlattığı Teneke Trampet'le yarattığı ilk şoktan bu yana ‘‘Almanya'nın bilinci’’ diye anılan Grass, bu sefer de çok şaşırtıcı birşey yapıyor. Nazi Almanyası'nın işlediği suçları itiraf ettiği onca eserden sonra, şimdi o suçların failinin de kendi içinde kurbanlar barındırdığını anlatan bir romanla ortaya çıkıyor.

Ancak Grass'ın siyasi ve edebi yolculuğu, bu romanı doğal bir sonuç haline getiriyor. Çünkü ilk romanından beri Gustloff faciasına göndermeler yapıyor. Yazdığı her siyasi makalede geçmişte işlenen suçların kolektif bilinçten kayıp gitmemesi için uyarıda bulunuyor. İşte Gustloff faciası da, tarihin unutulmaması gereken bir gerçeğini oluşturuyor. Danzig (bugünkü Gdansk) doğumlu Grass, Polonya'nın Almanya'ya ilhak edilmesinden sonra Hitler Gençliği'ne katılıp 16 yaşında cepheye gidiyor ve Dachau'da gördükleri Nasyonal Sosyalizm idealinin çökmesine neden oluyor. Savaştan sonra uzun süre işsiz kalıyor, sonra da Düsseldorf Sanat Akademisi'ne devam ederken mezartaşı ustalığında caz davulculuğuna kadar çeşitli işlerle uğraşıyor. 1959'da yayınladığı ilk romanı Teneke Trampet'te, Gustloff faciasının yanı sıra, toplu sürgünlere, Sovyet askerlerinin Alman kadınlarına tecavüzlerine şöyle bir dokunuyor. Ancak, Teneke Trampet'le birlikte Danzig Üçlemesi diye anılan ‘‘Kedi ile Fare’’ ve ‘‘Köpek Yılları’’ romanları esas olarak Nazizm itirafları içeriyor. Ve tarihi adım adım işleyen Grass, 40 yılı aşkın bir süre sonra Gustloff'la birlikte Doğu'dan kaçışın kanlı tablosunu bir bütün haline getiriyor.

30 OCAK’IN GİZEMİ

1999'da Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan Grass kolektif bilinç adına tavır koymaktan hiç şaşmıyor. 1990 yılında bütün Almanya birleşme sarhoşluğunu yaşarken Grass bıkıp usanmadan büyük Alman devletine karşı çıkıyordu. Geçmişin unutulması tehlikesine karşı şu uyarıda bulunuyordu:

‘‘Almanya'yı düşünürken, Auschwitz'i de aklınızdan çıkarmayın.’’

Wilhelm Gustloff İsviçreli bir Nazi lideriydi. 1936 yılında genç bir Yahudi tarafından öldürülmüş ve bir yıl sonra yapılan görkemli yolcu gemisine Hitler'in isteği üzerine onun adı verilmişti.

Gustloff'un hikayesinde 30 Ocak tarihinin tuhaf bir yeri var. Wilhelm Gustloff 30 Ocak 1895 günü dünyaya gelmişti. Ve 1945'de yaşanan facia, Gustloff'un ölümünden tam tamına 50 yıl sonra 30 Ocak gecesi meydana geldi. Hitler'in iktidara geldiği tarih de 30 Ocak 1933'tü.

Faciadan kurtulan mucize bebek

GÖÇMEN gemisinden kurtulanlardan Ingeborg Piepmeyer'in ilginç bir hikayesivar. O dönemde 22 yaşında olan ve Wörner soyadını taşıyan Ingeborg, aslında göçmen değil. Askeri okulda eğitim gören nişanlısıyla bebeği doğmadan önce evlenebilmek için Gotenhafen'a gidiyor. Ancak nişanlının cepheye gönderildiğini öğrenince, Wilhelm Gustloff gemisine kapağı atıyor. 29 Ocak gecesi bebeği Egbert'i dünyaya getiriyor. Sonraki gece isabet alan gemi batmak üzereyken bir Alman hücumbotu imdada yetişiyor. Anne, ip merdivenlerden filikaya inmeye çalışırken bir asker bebeği kucağına alıyor. O anda filika gemiden kopuyor, bebek Gustloff'ta kalıyor ve gemi gözlerinin önünde batıyor. Dehşetten dili tutulan genç kadın, diğer kurtulanlarla birlikte hücümbota bindiğinde eline kundaktaki oğlu tutuşturuluyor. Ingeborg Piepmeyer onun nasıl olup da kurtulduğunu asla öğrenemiyor. Bugün bile halen ‘‘Acaba kahramanca bir hareket sonucu mu kurtuldu, yoksa bir mucize miydi?’’ diye düşünüyor.
Yazının Devamını Oku

Bin Ladin tipi otomobil

10 Şubat 2002
11 Eylül'den sonra Ortadoğu petrolüne bağımlılık korkusu iyice artınca, üç büyük otomobil şirketi üzerindeki ‘‘ekonomik otomobil’’ baskısı da artmaya başladı. Kongre km başına benzin sarfiyat limitlerini aşağı çekmek üzere tasarı hazırlıyor. Üç Büyükler ise ‘‘Ekonomik araç, daha küçük ve daha az güvenli olur, rekabet gücümüz de azalır’’ diye şiddetle itiraz ediyor.

AMERİKA'da otomobil satmak isteyen her büyük şirketin uyması gereken kuralı 1975 yılında Kongre koydu. Birkaç yıl sonra Araplar petrol ambargosuna başlayınca da uygulamaya geçirdi. Kısaca CAFE (Corporate Average Fuel Economy) diye anılan bu kural büyük üreticilerin bir yıl içinde piyasaya çıkardığı modellerin benzin harcamasına sınırlama getiriyor.

Bu kurala göre binek otoların litre başına 11.4 km, arazi aracı, pickup ve minivan grubu araçların ise litre başına 8.6 km tavanına ulaşması gerekiyor. Üreticinin her model için aynı standardı uygulama zorunluluğu yok. Ancak her kategorideki araç filosunun ortalama olarak bu tavanı tutturması şart.

Çevrecilerin de dahil olduğu baskı grupları km limitinin yukarı çekilmesi için yıllarca uğraştı. Amerikan otomotiv endüstrisinin Üç Büyükleri, yani GM, Ford ve DaimlerChrysler ise direndi.

OBEZİTEYLE SAVAŞ GİBİ

Ancak 11 Eylül sonrasında baskı dayanılmaz hale geldi. Çünkü terör saldırısından önce sadece çevreci gruplarla onların siyasi destekçileri daha temiz bir dünya adına mücadele veriyordu. 11 Eylül'den sonra ise enerji bağımlılığı bir ulusal güvenlik sorunu olarak gündeme geldi.

Kongre benzin tasarrufunda kararlı. Gerçek bir bağımsızlığın enerji özgürlüğünden geçtiği görüşü hakim. Senato Ticaret Komitesi'nin önümüzdeki iki hafta içinde km limitinin artırılması için bir tasarı vermesi bekleniyor. Bu hazırlık yüzünden derhal isyan bayrağını açan GM ve Ford, Chicago Otomobil Fuarı'nın açılışından önce basına yapılacak tanıtımda yeni modellerini göstermeme kararı aldılar.

Çünkü benzin fiyatları nispeten düşük, tüketici talebi de yerinde olduğu sürece şirketleri küçük araç üretmeye zorlamanın akılsızlık olduğunu iddia ediyorlar. GM Kuzey Amerika Bölümü Başkanı Robert Lutz, AP'ye açıklamasında şöyle diyor: ‘‘Sanki obeziteye karşı savaşmak için ulusal seferberlik başlatmış gibi davranıyorlar. Bu yaptıkları, obeziteyle savaşmak adına konfeksiyoncuları küçük elbise dikmeleri için zorlamaya benzer.’’

ARAZİ ARAÇLARI YAKTI

Birkaç yıl önce olsa Amerika'nın Üç Büyükleri belki bu kadar alınmayacaktı. Çünkü bir nesil önce arazi araçları özel kullanıma yönelikti. Bugün ise 4x4, pickup ve minivanlar, satışların yarısını oluşturuyor. Bu araçlar daha fazla benzin yaktığı için de benzin tasarrufu son 20 yılın en düşük düzeyine inmiş durumda.

11 Eylül'den sonra benzin tasarrufu için yapılan baskıların artmasına karşın, iki kategorideki araçların tamamı, Amerikan ekonomisinde kullanılan petrolün yüzde 41'ini tüketiyor.

Üç Büyükler'in Avrupalı ve Japon rakipleri karşısında büyük handikapları var. Avrupalılar CAFE limitlerini kesinlikle tanımıyor; diledikleri kadar savurgan araç üretip, sonra da cezasını ödüyorlar. CAFE standartlarını yıllardır ihlal eden BMW, Mercedes-Benz ve Porsche, bu cezaları yaptıkları işin bir parçası olarak görüyor. Örneğin BMW 2000 yılında 13.1 milyon dolar ceza ödedi.

Japonlar karşısındaki handikap ise teknolojik gerilik. Honda ve Toyota gibi tasarrufa yönelik yeni buluşlar geliştiremedikleri için 1980'lerde otomobillerde, 1990'larda da arazi araçlarında üstünlüğü Japonlara kaptırdılar.

Şimdi gündemde olan hücre yakıtı teknolojisinde Japonlara yetişmeleri çok zor. Gerçi Bush Yönetimi ürecilerin arkasında. Yönetim, hidrojen-oksijen karışımından elektrik üretip, atık olarak sadece su bırakan hücre yakıtı araştırmalarını sübvansiyonla desteklemek üzere uzun vadeli bir program başlatacağını açıkladı. Ancak bu programın da Clinton döneminde hazırlanan projelere benzeme tehlikesi mevcut. Clinton Yönetimi, 33 km'de bir litre benzin harcayan elektrikli otomobillerin üretimi için 10 yıllığına 1.5 milyar dolarlık sübvansiyon vaadinde bulunmuştu. Ancak o proje laboratuvarda kaldı. Bu arada Honda ve Toyota elektrikli süper otoları çoktan piyasaya çıkardılar da, yeni seri üzerinde çalışmalara başladılar bile.
Yazının Devamını Oku

Marquez bir gün ölecek ama veda mektubu yazmadı

3 Şubat 2002
Gabriel Garcia Marquez'in bir buçuk yıl önce internette dolaşıma çıkan ve ‘‘ölüyorum’’ ilanıyla son bulan veda mektubu bugünlerde yine o adres senin bu adres benim gezip duruyor. Mexico City'de yaşayan bir vantrilok tarafından yazıldığı çoktan anlaşıldığı halde, Türk gazete ve internet siteleri de dahil, dünyanın çeşitli yayın organlarında tekrar tekrar yer bulan sahte veda mektubu e-mail olarak tekrar karşıma çıktı.

2000 yılının mayıs ayıydı ve Nobel ödüllü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez bir süredir ortalarda görünmüyordu. Büyükannesi zamanından kalma hikayeleri anlatmaktaki ustalığı kadar, Castro ve Clinton'la olan dostluğuyla da bilinen ve bu dostluklarıyla anılmaktan, popüler olmaktan zevk alan yazar ansızın toplum hayatından çekilmişti.

Marquez kahramanlarının hep tuhaf hikayeleri vardır ya, işte o da, meydana boş bıraktığı o günlerde tuhaf bir hikayenin kahramanı oluverdi. Lenf bezi kanseri teşhisi konulan yazarın, edebiyat dünyasından dostlarına yazdığı lirik veda mektubu ortaya çıktı. Tabii internette. İspanyolca yazılıp, Rafael Jesus Gonzalez adlı kişi tarafından derhal İngilizce'ye çevrilmişti. Son derece acıklı ve dokunaklı bir dille, ölüm döşeğinde kaleme alınmış mektuba, aciz bir ihtiyarın sözcükleri hakimdi. Oysa, Yüz Yıllık Yalnızlık'taki asırlık Ursula'yı böyle konuşturmamıştı.

‘‘Tanrım, eğer yaşanacak bir parça daha ömrüm kaldıysa, sevdiğim insanlara onları sevdiğimi söyleyebilmek için, bunun bir dakikasını bile kaçırmak istemem’’ gibi dokunaklı cümleler kuruyordu.

UTANÇ İÇİNDE ÖLMEK

Roman ve hikayelerindeki eğlenceli ve oyuncu üslubun yerini hıçkırık dolu, ağdalı bir dil almıştı. Margaret Atwood, Susan Hill ve Norman Mailer'in karısı Norris Mailer'e ulaşan veda mektubundaki satırlar Marquez'in üslubunu hiç mi hiç andırmıyordu.

Zaten mektubun sahte olduğunu açıklarken kendisi de şöyle diyecekti:

‘‘Beni ölümden çok, bu kadar zevksiz bir şey yazabileceğime inanmalarından duyduğum utanç içinde ölmek korkutuyor.’’

Ancak ‘‘Kukla’’ (La Marioneta) başlıklı mektubu alanlar inandı. Oyun yazarı Arnold Wesker, edebi olması için çaba harcandığını belli eden metinde bir zafiyet sezmişti, ancak ‘‘Bunlar ne de olsa ölmek üzere olan bir adamın sözleri. Yer yer aşırı duyarlı, kimi yerde bilgece ve yer yer fazla alçakgönüllü olması kaçınılmazdır’’ diyerek yazıyı kabullenmişti.

Oysa Marquez hiçbir zaman şu cümleyi kuracak kadar alçakgönüllü olmamıştı: ‘‘Eğer Tanrı bir dakikalığına bir kukla olduğumu unutur da bana bir yudum hayat verirse, düşündüklerimi anlatmak yerine, anlattıklarımı düşünürüm...’’

KUĞUNUN ŞARKISI

Mektup bir çırpıda dünyaya yayılınca acı haberi ilk veren Peru'da yayınlanan La Republica Gazetesi oldu. Hemen ertesi gün Meksika gazete ve radyoları büyük yazarın bir mektupla veda ettiğini duyurdular. Bazı gazeteler ‘‘Kuğunun şarkısı’’ gibi dramatik başlıklar attılar. Ve bir pazartesi günü başlayan kötü şaka sadece iki gün sürdü. Çarşamba günü Marquez'in böyle bir mektup yazmadığı ortaya çıktı.

Gerçi yazarın lenf bezi kanseri olduğu doğruydu. 1967'de yayınlanan Yüz Yıllık Yalnızlık romanını yazarken kendini eve kilitleyip günde altı paket sigara içtiğini itiraf eden Marquez'e yıllar sonra, 1999'un temmuz ayında kanser teşhisi konmuş ve tedavi görmüştü.

Kayıplara karışmasının nedeni ise ölmek üzere döşeğine çekilmesi değil, yazdığı kitaplara gömülmüş olmasıydı. Kolombiya'da yayınlanan El Tiempo'ya yaptığı açıklamada, üç ciltlik anılarıyla, iki ayrı öykü kitabı yazdığı için dostlarıyla olan ilişkisini minimum düzeye indirdiğini, telefonun fişini çekip bütün seyahatlerini iptal ettiğini söylüyordu.

Aradan aylar geçti, bu arada Marquez anılarının ilk cildini bitirdi, ikincisine başladı, sağlık durumu hakkında hiçbir fikrim yok ama, mektup bugün bile dolaşmaya devam ediyor.

Peki Marquez'in büyülü hikayeleri kadar kalıcı bu eserin gerçek sahibi kim? Yazarın adı Johnny Welch. Pek tanınmamış bir vantrilok. 15 yıl boyunca Meksika ve diğer Latin Amerika ülkelerinde, kuklalarını karnından konuşturduktan sonra, bu sefer de yine karnından Marquez'i konuşturmaya kalkışmıştı. Mektubun piyasaya ilk çıktığı 2000 mayısında, Meksika'da yayın yapan InfoRed Radyosu'ndan veda satırlarını kendisinin yazdığını itiraf etti ve şöyle dedi:

‘‘Tamam ben bir yazar değilim. Ama yine de, yazısı beğenilmeyen birinin düş kırıklığını yaşıyorum.’’


Bush, üç veya yedi yıl sonra mezun olabilir


ABD Başkanı George W.Bush'un geçen hafta yaptığı Birliğin Durumu konuşması siyasi açıdan çok etkileyici bulundu. Özellikle İran-Irak-Kuzey Kore'yi ‘‘şeytan ekseni’’ ilan etmesi manşetlere çıktı. Teröre karşı savaşın sürdüğü ortamda, Bush'un seçtiği sözcüklerin kalitesinden çok konuşmanın siyasi tonu ön plana çıktı. Siyasi analizciler verilen mesaj üzerinde dururken, eğitim uzmanları Bush'un dil hakimiyetini ve kelime hazinesini incelediler.

Ve sonuç gayet olumlu çıktı. Dil kapasitesi biraz zayıf bulunan başkanın, kelime hazinesini nihayet 10'uncu sınıf öğrencilerinin düzeyine getirdiği belirtildi. Çünkü geçen yıl yaptığı konuşmaların çoğu, altıncı sınıf öğrencilerinin kapasitesine denk düzeydeydi. Bu görüş, öğrencileri lise ve üniversite sınavlarına hazırlayan Princeton Review adlı kuruluşa ait. Princeton Review'un CEO'su John Katzman, Başkan Bush'un fevkalade bir gelişim gösterdiğini ve muhtemelen önümüzdeki üç-yedi yıl içinde mezun olabileceğini söyledi.

Bu kuruluş 2000 yılındaki seçim kampanyası sırasında Bush ve Gore'un kullandığı kelime hazinesini eski seçim dönemleriyle kıyaslamış ve ABD başkanları ya da başkan adaylarının genelde altıncı ya da yedinci sınıf öğrencisi düzeyinde konuştuğunu belirlemişti.
Yazının Devamını Oku

İntiharların arkasındaki şeytanlar

27 Ocak 2002
Genç intiharlarının yarattığı şok ve acı öyle sarsıcı oluyor ki, hemen somut bir hedef aranıyor. Aile ve arkadaş ilişkilerinin yarattığı depresyon ve bunalımların yanı sıra gotik sapmalar, alt kültürlerle bağlantılar deşiliyor. Özellikle ABD'de büyük tazminat davaları açılıyor. Ancak bu davalar sorunları çözmüyor. İster rock veya gangsta rap yıldızı olsun, ister film ya da bilgisayar oyunu, bugüne kadar hiçbir günah keçisine ceza kesilmedi.

Alice Cooper, Marilyn Manson'un 25 yıl önceki versiyonuydu. Aynı Gotik makyaj ve kara büyü çağrışımlarıyla tam bir ebeveyn-savardı. Sahnede boynuna boa yılanı dolar, mezar taşları, elektrikli sandalye ve giyotinli ürkünç dekorun önünde ‘‘Yatağımızı yakıyorum bebek’’ diye haykırırdı.

Sonu çok hazin oldu. Adam şimdi efendi efendi giyinip, eski ABD başkanlardan Gerald Ford ile golf oynuyor.

Zaten biz de dönemin ergenleri olarak Alice Cooper fenomenini pek ciddiye almamıştık. Müziğini dinlerdik, sınıfta posteri asılıydı ama dalgamızı da geçerdik.

Şimdi de kızım Marilyn Manson'la dalga geçiyor. Yani adamın yarattığı kültü ciddiye almanın alemi yok. Çünkü muhtemelen 25 yıl sonra Bush Jr. ile golf oynayacak.

Bir başka kayıp vaka da Ozzy Osbourne. Bir konserinde yarasanın kafasını ağzıyla kopardı diye (plastik olduğunu sanıyormuş, iş kazası olmuş) Amerika çapında kıyamet kopmasına neden olan, Heavy Metal'in babalarından Osbourne, gitti ‘‘Kermit Unpigged’’ albümünde Bayan Piggy ile düet yaptı.

Manson'ın da sonu Alice Cooper gibi olabilir ama, yetişkinler şimdilik Manson'ı fena halde ciddiye alıyor. ABD ve İngiltere'de birçok gencin intiharının ardında Manson'ın Deccal şarkı sözlerinin yattığına inanılıyor. Son albümüne ‘‘Holy Wood’’ (Kutsal Odun) adını veren Manson'ın Hz. İsa'ya savaş açtığını, satanist mesajlar verdiğini düşünüyorlar. Ayrıca 1999'da Columbine Lisesi'nde 13 öğrenciyi kurşuna dizdikten sonra intihar eden Eric Harris ve Dylan Klebold'un da Manson'ın etkisiyle eylem yaptığı iddia ediliyor.

5 MİLYAR DOLARLIK DAVA

Eric ve Dylan Trençkot Mafyası adlı okul çetesine mensuptu. Tepeden tırnağa simsiyah giyinip sürekli olarak okulu havaya uçurmaktan, insanları öldürmekten söz ediyorlardı. Gotik alt kültüründe Hitler'i, kitle katliamını, intihar eylemlerini sembolize eden siyah trençkotlarla dolaşan çocuklar yaptıkları bombayı bile etrafa göstermiş, ancak kimse onları ciddiye almamıştı.

Katliam, Hitler'in doğumgünü olan 20 Nisan'da yapılmıştı; Neo-Naziler sorumlu olabilirdi. Ya da bilgisayar oyunları. Kurbanların aileleri, çocukların bu oyunlardan etkilenip katliam yaptığı iddiasıyla teknolojiyi üreten ve dağıtan 25 şirket aleyhinde 5 milyar dolarlık tazminat davası açtılar.

Sony, Nintendo ve AOL gibi şirketlere karşı açılan davadan bir tazminat kararı çıkması beklenmiyor. Çünkü ABD'deki okul katliamları serisinin ilki olan 1 Aralık 1997'deki olaydan sonra açılan 33 milyon dolarlık tazminat davası reddedildi. Yargıç, üç çocuğu öldüren Michael Carneal'in oyunlardaki şiddeti taklit ettiği savını kabul etmedi. Ayrıca bilgisayar oyunları medya ürünü sayıldığı için, ifade özgürlüğüyle ilgili anayasa maddesinin koruması altındaydı.

Dİ CAPRİO SUÇLANDI

Leonardo di Caprio'nun oynadığı Basketbol Günlüğü filmini çeken Time Warner da davalılar arasındaydı. Çünkü uyuşturucu bağımlısı bir gencin hazin öyküsünü anlatan filmin bir sahnesinde Di Caprio, elinde silahla okula dalıp makineliyle etrafı taradığını hayal ediyordu. İddiaya göre 14 yaşındaki Carneal de bundan etkilenmişti. Oysa zavallı çocuğun akli dengesi bozuktu ve kimse tedavi ettirmeyi düşünmemişti. Ömür boyu hapse mahkum oldu.

Bu davadan 10 yıl önce de ‘‘role playing’’ oyunu Dungeons & Dragons aleyhinde bir kızın intiharına yol açtığı gerekçesiyle dava açılmış ve yine aynı nedenle reddedilmişti.

Ozzy Osbourne ise 19 yaşındaki bir gencin intiharına neden olduğu gerekçesiyle dava edildi ve şarkı sözlerinin 'End your life' (Hayatına son ver) değil 'Enjoy life' (Hayatın tadını çıkar) olduğunu kanıtlayarak yırttı.

Werther intihar etti diye Goethe'nin canına okudular

Goethe'nin Genç Werther'in Acıları adlı mektup romanı yüzünden Avrupa çapında bir intihar dalgası yaşandığı bilinir. Lotte'ye olan umutsuzca aşkı yüzünden intihar eden Werther'in trajik kişiliğinde kendi ıstırabını bulan nice genç erkek canına kıymıştı. Gerçi 18'inci Yüzyıl'daki bu intiharlar Goethe'yi günah keçisi yapmadı. Alman şairin ruhlara nüfuz eden edebi etkisine yoruldu.

Ancak ölümünden 170 yıl sonra Goethe de sonunda günah keçisi oldu. Geçen yıl sevgilisi tarafından terkedilen genç bir kadın, Goethe'nin uzun yıllar yaşadığı Weimar'da kendini nehre atarak intihar etti. Genç kadının cebinden Genç Werther'in Acıları çıktı. Bunun üzerine Leipzig kenti yetkilileri, intihara teşvik ettiği gerekçesiyle kitabı yasakladı. Danimarka'da ise kitabın yeniden çevrilmesi planlanıyordu. Ancak Weimar'daki intihar üzerine proje rafa kaldırıldı.

Eminem'in esas zararı kendine

Bir başka günah keçisi de Eminem. Geçen yıl İngiltere'de 17 yaşındaki bir gencin demiryolunda intihar etmeden önce Eminem dinlediği ortaya çıkınca medyada büyük kıyamet koptu. Oysa İngiltere'de her yıl intihar edenlerin sayısı trafik kazalarında ölenleri ikiye katlıyor. Yani intihar eden herkesin müzik zevki araştırılsa ilginç sonuçlar çıkabilir.

Ohio'da da 26 yaşındaki bir adam Eminem etkisiyle 12'inci kattan atlamıştı.

Eminem sadece intiharlardan sorumlu değil. Avustralya'nın Townsville kentinde meydana gelen olayda 16 yaşındaki bir genç anne ve babasıyla dört kardeşini yatak odasına kilitledikten sonra kriket sopasıyla kapı çerçeveyi aşağı indirirken polis yetişti. Memurlar geldiğinde Eminem'in ‘‘Kill You’’ şarkısını söyleyerek yatak odasına doğru ilerliyordu. Oğlu gözaltına alınan anne şöyle diyordu: ‘‘O, Eminem oldu.’’

Amerika'nın siyah gettolarından doğan ‘‘gangsta rap’’ geleneğinden ilham alan Eminem'in şarkı sözleri gerçekten korkunç. Kadınların tamamı o..... erkekler uyuşturucu müptelası birer p...., gaylerin topu birden soysuz. Ayrıca şarkılarında eski karısı Kim'i boğuyor, doğruyor.

Ancak bazıları Eminem'in esas kendisine zarar verebileceğini düşünüyorlar. İçinde biriken öfkeyi Slim Shady adlı hayali kahramanda yarattığı ikinci kişiliğine kanalize eden Eminem sürekli intihardan söz ediyor ve günün birinde aşırı dozda uyuşturucudan gidebileceğini tekrarlayıp duruyor.

Harry Potter kesinlikle satanist değildir

AMERİKALI yetişkinler zahmet edip Harry Potter kitaplarını okumadığı için ülke çapında ‘‘Bu çocuk kara büyücüdür, satanisttir’’ görüşü hakim. Özellikle filmin gösterime girmesinden sonra Harry Potter kitaplarına yönelik cahilce düşmanlık iyice arttı. Anne babalar, Potter okuyan çocukların satanizmin emrine girerek okullarda katliam yapmasından korkuyorlar. Oysa bu kitaplar insanlığın ortak ideallerini, erdemi, sadakati, cesareti ve sorumluluk duygusunu yüceltiyor.

Pennsylvania ve New Mexico eyaletlerinde papazlar, büyücü yakan Ortaçağ yobazları gibi Harry Potter kitaplarıyla şenlik ateşi yaktılar. Amerikan Kütüphaneler Birliği'nin verilerine göre Harry Potter serisi son üç yıldır en fazla yasaklamaya uğrayan kitaplar arasında birinci sırada yer alıyor. Velilerden gelen şikayetler üzerine son olarak Florida ve Kansas eyaletlerindeki bazı okulların kütüphanelerine Harry Potter'ların sokulması yasaklandı. Gerekçesi de, Harry Potter'ın satanist olması, tanrının buyruklarına karşı gelmesi. Oysa bugüne kadar çıkan dört kitapta da ne kara büyü, ne de tanrıya karşı geliş söz konusu. Çocukların önünde kocaman bir fantazi dünyasının kapılarını açan Harry Potter aslında çok klasik bir temayı işliyor: İyinin kötüye karşı verdiği ebedi savaşı. Yaşadığımız dünyada tabii ki karanlık güçler de bulunuyor, ancak iyi büyücülerin dünyası her seferinde kötülükle mücadelesinden zaferle çıkıyor.
Yazının Devamını Oku

Avrupalı milli takım

13 Ocak 2002
<B>Arjantin'in önünde</B><br><br>Son günlerde Türkiye ile Arjantin'in karşılaştırmak çok moda. Ancak tek benzerlik ekonomik kriz değil. İki ülke de futbol aşığı. Futbol başarıları iki ülkeyi de çılgın sevinçlere sürüklüyor. İki ülkenin milli takımı da Dünya Kupası'nda. Ancak Arjantin'in hikayesi burada farklı bir yöne sapıyor. Bir kere kupanın bir numaralı favorisi. Ayrıca Arjantin halkı, milli takımdaki futbolcuları şöyle doya doya seyredemiyor, çünkü tamamı Avrupa takımlarında top koşturuyor.

Birkaç ay önceydi. Arjantin'in büyük gazetelerinden La Nacion, ‘‘Bu takım artık ülkemizi temsil etmiyor’’ diye yazıyordu. Ancak bu, milli takıma yönelik bir beğenmemezlik ifadesi değildi. Tam tersine ülkedeki yoz siyasetçileri hor görüp, erdemli futbolcuları yücelten bir ton vardı yazıda.

Çünkü milli takım çıktığı her sahadan başı dik, gururla ayrılırken, Arjantin halkı elinde kalan son gurur kırıntılarıyla başını dik tutmaya çalışıyordu.

Marcelo Bielsa önderliğindeki milli takım Dünya Kupası eleme grubunda puanları silip süpürüyor, Güney Amerika'nın tozunu attırıyordu. Grubun zorlu maçlarında tek bir futbolcu bile kırmızı kart görmemişti. Oysa rakiplerin her biri en az iki fire vermişti.

Yani takım, kurallara uygun top koşturuyordu. Arjantinli politikacılar ise yasalara zerrece saygı göstermiyor, halkın sesine kulak vermiyordu. Takım başarıdan başarıya koşarken, ülke içinde başarının kırıntısı bile yoktu. Yani eziklerin böyle aslan parçası gibi takımı olamazdı.

ÜLKE TEPETAKLAK

Futboldaki başarıları ülke gerçeğinden tamamen soyutlayan bu yazının yayınlanmasından birkaç ay sonra, milli takımla Arjantin arasındaki uçurum iyice açıldı. Takım net 12 puanla Dünya Kupası'na katılmaya hak kazandı ve favoriler arasında ilk sıraya yerleşti. Aynı günlerde ülke rayından çıktı. Ekonomik krizin getirdiği sosyal patlama can aldı, hükümeti istifa ettirdi, Devlet Başkanı Fernando de la Rua'yı koltuğundan indirdi.

Ekonomik, siyasi ve sosyal kaos futbolu da etkiledi. Arjantin'in San Lorenzo ve Brezilya'nın Flamengo takımları arasında oynanması gereken Mercosur Kupası finali bu ay sonuna ertelendi. Yerel karşılaşmaların tarihleri değiştirildi. Ancak Arjantin'in yaşadığı fırtınalı günler Dünya Kupası'ndaki şansını hiçbir şekilde etkilemedi.

Çünkü ülkenin içine sürüklendiği siyasi istikrarsızlık yeni bir durum olsa da, ekonomik krizin yıllarca geriye giden bir geçmişi vardı. Yokluk içindeki Arjantin takımları en gözde futbolcularını birer ikişer Avrupa kulüplerine satmışlardı. Brezilyalı futbolcular Avrupa'ya ayak uydurmakta güçlük çekerken, Arjantinliler yüksek kültürel düzeyleri ve taktik disiplinleri sayesinde çabucak entegre oluyor ve Avrupa takımlarında iyice yıldızlaşıyorlardı. Örneğin iki golüyle Barcelona'yı Galatasaray karşısında yenilgiden kurtaran Saviola. Ya da Manchester United'in yıldızı Juan Sebastian Veron.

Sonuçta Arjantin milli takımı toptan Avrupalı oldu. Oyuncularından uzak kalan Arjantin de takımın bir adım gerisine düştü. Spor yazarları, futbolcuların fazla koşup Avrupa stilinde oynadığından yakınıyor, Teknik Direktör Bielsa'yı eleştiriyordu.

SAHADA KAMPANYA

Oyuncular ise Arjantin'le aralarında oluşan uçurumu kapatmak için atağa kalktılar. Avrupa'da yaşamak onları doğdukları topraklardan uzaklaştıracağı yerde, toplumsal kaygılarını artırdı. Memleketlerinden binlerce kilometre ötede, her biri sosyal görevler üstlendi. Devletin eğitime olan katkısını artırması için kampanya başlattılar. Kimisi sahaya pankartlarla çıktı, kimisi de formasının altına sloganlı tişörtler giydi. İşte bu çaba Arjantin'deki kalplere çok çabuk ulaştı. Ekonomik kriz yüzünden başarı öykülerine hasret kalmışlardı ve şimdi her zamankinden daha çok başarıya ihtiyaçları vardı.

Avrupa merkezli Arjantin Milli Takımı şimdi bu başarıyı vaat ediyor. 1998'de çok genç olduğu için yeterince performans gösteremeyen takım şu anda bir numaralı favori durumunda. Kupa kazanılırsa Arjantin kısa bir süre için ekonomik krizi unutup bayram edecek.

Tabii bu bayram Devlet Başkanı Duhalde'nin de çok işine yarayacak. Delo gazetesindeki bir yoruma göre Duhalde acayip şanslı. Çünkü uzun uzun haftalar futbolla dolu geçecek ve takım ne kadar başarılı olursa, yönetim de o oranda halkın sabrını satın almış olacak.


Futbolcu kazanıyor, ailesi harcayamıyor

Arjantin'de uygulanan bankalardan nakit çekme limiti nedeniyle, Avrupa'daki futbol yıldızlarının kazandığı dolarlar banka kasalarında kalıyor. Futbolcuların Arjantin'deki yakınları tam bir sanal yoksulluk içinde yaşıyor. Örneğin Manchester United'in 26 yaşındaki Arjantinli yıldızı Juan Sebastian Veron 40 milyon dolarlık sözleşmeye imza atmıştı. Şimdi televizyondan Arjantin görüntülerini izlerken yüreğinin sızladığını anlatıyor. ‘‘Yüreğim ve aklım ülkemin insanında. Arjantin halkı büyüktür. Bu zor günlerin üstesinden gelecektir’’ diyen Veron duygusal çöküntü yaşadığı için Teknik Direktör Alex Ferguson tarafından zaman zaman dinlendiriliyor. Futbol otoriteleri Veron'un Dünya Kupası'nın parlayan yıldızı olacağı görüşünde birleşiyorlar.


FUTBOLCULARI SATTILAR, TOPTAN AVRUPALI OLDULAR

En gözde futbolcularını birer ikişer Avrupa kulüplerine satmışlardı. Sonuçta Arjantin Milli Takımı toptan Avrupalı oldu. Oyuncularından uzak kalan Arjantin de takımın bir adım gerisine düştü. Bir de kupa kazanılırsa Arjantin ekonomik krizi unutup bayram edecek
Yazının Devamını Oku