Önümüzdeki sene oğlum okula başlayacak. Bende bir telaş... Hangi okula gideceğine karar vermek büyük bir mesele. Telaşım sadece okul seçimi olsa iyi, neyle karşılaşacağını bilmiyorum.
Ülkenin genel sorunu bu! Yakın geleceğimizi kestiremiyoruz. Bırakalım yakın geleceği, yarını kestirmek güç. Insanı delirtecek kadar sık değişen gündemden eğitim de nasibini alıyor.
Gelişmiş ülkeler diyerek cümleye girmeyi istemezdim. Gelişmiş bir ülke olmadığımız için kıyaslamak zorundayım. Yaz-boz tahtası bir eğitim sisteminde siyasetin pedagojik gündemi belirlemesi; çocuk gelişimini ve doğasını göz ardı etmek demek.
Hemen bir örnek vereyim; 72 aydan önce çocukların ilkokula başlaması duygusal, sosyal ve kas becerileri açısından uygun bir başlangıç değil. 4+4+4 ile önce 60-66 ay başlatılan daha sonra velinin insiyatifine bırakılan okula başlama yaş kararı kime göre, neye göre alındı?
Yeni yetme bir özel eğitim öğretmeni olan bendeniz, durumun garipliğini kutlama(?) programını hazırlayan eğitimciye sordum. "E, bugün onların günü" dedi. Tamam da bu bir kutlama günü değil, farkındalık günü. Yani bizim farklı bireylere yaptığımız eziyetleri konuşalım dedim.
Çok sert oldu, biliyorum. Bence gerekliydi. Çünkü bu çocuklar uzaydan gelmedi. Farklı doğdular veya zamanla farkılaştılar. Sonra biz normaller normal yaşamımız(?) sekteye uğramasın, psikolojimiz bozulmasın istedik. Farklı bireyleri izole ettik.
Kaldırımlarımız, üst geçitlerimiz, kamu kurum binaları ve okullar insafsızca inşaa edildi.
İnşa edilen bu yapılar gibi gözle görülmeyen ama canlı canlı yaşadığımız ayrımcılık farklı bireyleri izole etmeye devam etti.
Babamın şakaları ve annenin espirileri boldu. Fakat çalışmaktan yorgun düşmüş, bir an evvel yemeğini yiyerek dinlenmekten başka hiçbirşey düşünemedikleri halleri de aklımda...
Bir de büyük ailenin biraraya geldiği o kalabalık yemek sofraları hiç aklımdan çıkmıyor. Esprilerin havada uçuştuğu, kahkahaların atıldığı sohbetleri unutamıyorum. Hatırladıkça halen mutlu olurum. Çünkü güldüğünü gördüğüm ve haliyle mutlu olduğum yüzler benim en yakınlarım.
"Gülmek ve espri yapmak çok şahane bir icat olmalı" şeklinde bir düşünceye sahip olduğumda artık ilkokul sıralarındaydım. Bizim kültürümüzde ciddi görünmek önemlidir. Sürekli gülümseyen, espiri yapan insanları sevsek de düşüncelerini çok önemsemeyiz.
Halbuki kundakdaki bebekler bile, gülümseyen yüzlere tepki veriyor, güldüğü zaman sağlıklı olarak kabul ediliyorlar. Bu durum yetişkinler için de geçerli.
Her ikisinin de yetiştirilmesi sırasında yaşanan güçlükler, riskler çok farklı. Bazen de aynı. Eğitim, ahlak, özgüven, cinsel gelişim, beslenme, beceri kazandırma gibi meseleleri düşününce erkek annelerini farklı şeyler bekliyor.
Bebeklik döneminde erkek bebeğin annesinin yanında uyumasının ve çok fazla emmesinin cinsel sorunlara neden olacağını söylerler. Araştırmalar bunun bir hurafe olduğunu, aksine, annesiyle ne kadar çok sağlıklı ve yoğun bir iletişimi olursa ileride daha özgüvenli, yapıcı ve iletişim becerilerinin yüksek olduğunu söylüyor.
Erkek adam ev işi yapmaz şeklinde bir sosyal baskı vardır mesela. Yeni nesil anneler bu konuda oldukça sağlıklı düşünüyorlar olmalılar. Şimdiye değin tanıştığım annelerin çoğu erkek çocuğun ev işlerini yapma konusunda sorumluluk alması gerektiğini düşünüyor.
Erkek çocuklar vurdulu kırdılı oyunları sevdiği bir gerçek. Dürtülerini kontrol etmede, kız çocuklara kıyasla, güçlük çektikleri ortada... Çabuk kavga ediyor ve birbirlerine kızdıklarında fiziksel şiddet uygulayabiliyorlar. Kendilerini kontrol edebilmeleri için ebeveynlerine büyük iş düştüğü söylenebilir. Duygularını tanıması için fırsatlar yaratmak için; drama, dans, müzik, spor, bol bol oyun oynamak çok işe yarayabilir.
Bugün güzellemeleri bir kenara bırakalım, memleketimden çocuk manzaralarına Türkiye' nin de imza attığı Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi çerçevesinden bakalım.
ÇOCUK HAKLARI SÖZLEŞMESİ MADDELERİ
Madde 1: 18 yaşına kadar her insan çocuktur. Fakat medeni kanunda evlendirilme yaşı 13' e kadar inmektedir ve bu ülkede zorla evlendirilen kız çocukları vardır.
Madde 2: Hakların hepsi ayrım yapılmaksızın tüm çocuklar için geçerlidir. Fakat bazı çocuklar için kıyametler koparılır.
Bugün Dünya Prematüre Bebekler Günü...
Hamileliğin 37. haftasından önce doğan bebekler prematüre olarak değerlendiriliyor. Her yıl yaklaşık 100 binin üzerinde bebek erken doğuyor ve tahmin edeceğiniz gibi prematüre bebekler için gelişmiş bir alt yapı ülkemizde yok denecek durumda.
Koskoca İstanbul'da sadece 4-5 hastanenin prematüre bebek bakım bölümü çok iyi olarka bilinir. İzmir' de ise bu sayı 2' yi geçmiyor diyebilirim.
Demir' in 25. haftanın sonunda dünyaya geldiğinde annesinin ilk sorusu "nefes alıyor mu?" oluyor. Evet, Demir bebek nefes alıyor ama minicik bedeninin her yerinde kablolarla, hortumlarla nefes almaya çalışıyor. Ayşegül' ün büyük ısrarları sonucu yoğun bakım odasına giriyor ve o minik bedenle karşılaşıyor. Gözyaşları içinde...
Bir arkadaşım İsviçre' ye yerleşti. Onun adına çok sevindik. Artık huzurlu, sakin ve mutlu bir hayatı olacağını düşündük. Ilk aylarda herşey yolundaydı. Iyi haberlerini alıyorduk. Fakat bir süre sonra kısa süreli Türkiye tatiline geldiğinde ağır depresyonda olduğunu söyledi.
Refah içinde yüzerken nasıl depresyona girer?
Soran gözlerle hatta şaşkınlık içinde bakarken bize durumu anlattı. "Evimden çıkıyorum, gitmek istediğim yere hemen ulaşıyorum. Bankaya gidiyorum, 5 dakika bile beklemiyorum. Karşıdan karşıya geçmek istiyorum, bütün trafik duruyor. Ben şimdi nasıl depresyona girmeyeyim? Türkiye' de öyle mi? Evden çıkıyorsun, sağ salim dönmek için dua ediyorsun. Bankada saatlerce bekliyorsun. Trafik desen berbat, ömrün yolda geçiyor. Karşıdan karşıya geçmek için rn güvenli yeri seçmen lazım... Sürekli hayat mücadelesi var ve bir meşguliyet var burada. İsviçre' de yok." dedi. "Orada ise büyük bir boşluğa düştüm. Her istediğim anında oluyor ve bu bir süre sonra depresyona sebep oluyor" diyerek ekledi.
Düşününce çok abartılı değil. Herkes kendinde olmayana özeniyor bir bakıma... Şimdi bu durumu ebeveyn tutumlarıyla birlikte düşünülelim.
Fakat bu onu düşüncelerine veya düşünme şekline bir baskı olarak algılamış olmalı ki; bana bunu dedi.
İlk anda biraz durdum ve hemen bir utanç kapladı. Ne acayip, ne çirkin birşeymiş baskıcı olmak. En azından baskıcı olarak algılanılmak. Derhal demokratik bir adım atma gereği duydum ve "seni anlıyorum, bu kıyafet bence biraz ince. Yanına bir kat kıyafet daha koyarsan üşüdüğünde giyersin" dedim.
Söze seni anlıyorumla başlamak herzaman işe yarar. Yine yaradı. 6 yaşa özgü inatçı tutumu alevlenemedi ve yerini "ha şöyle, aferin" bakışları aldı.
Yok, ben taviz vermedim. Otoritemi sarsmadım. Mesele zaten otoriter olmak değil. Demokratik olmak. Bu nedenle ona, düşüncelerine ve davranışlarına saygı duyarak uzlaşı ortamı sağlamaya çalıştım.