Genelde yörenin en iyi lezzetlerini bilen esnafın ilk tercihi olan bu yerlere en güzel örnek Çeşme’deki Tokmak Hasan Kale Restoran. Hasan Çelebi’yle oğulları Mustafa ve Kamil’in işlettiği restoranın döneri çok ünlü. Hatta birçok yerde ‘Çeşme’nin en güzel döneri’ deniliyor. Mustafa Çelebi, 14 yaşından beri babasıyla çalıştığından işi iyi öğrenmiş. Çeşme’nin en iyi döner ustalarından sayılıyor. Etlerini Kasap Malik Ayhan’dan alıyorlar. Reisdere’de kendi yetiştirdiği hayvanları kestiğinden çok güveniyorlar. Sebzelerse tabii ki Çeşme civarından. Ovacık’ta iyi bildikleri manavlardan Çeşme bamyası gibi özel sebzeleri alıyorlar.
Selçuk Üniversitesi Arkeoloji Bölümü mezunu olan diğer oğul Kamil, servisten sorumlu. Özellikle öğlen çok yoğun olduklarını, eskiden 2’de kapattıklarını ama geç kahvaltı edenlerin daha geç yemek istedikleri için servisi biraz uzattıklarını anlatıyor. Ama leziz döner pek geçe kalmıyor, haberiniz olsun.
Hasan Bey’e, ‘Tokmak Hasan lakabı nereden geliyor’ diye soruyorum. Meğer Hasan Bey Çeşmespor’un iyi futbolcularındanmış. Orta saha ve forvet arkasında oynayan Hasan Bey toplara öyle vuruyormuş ki hakimlerin mahkemede tokmağa vurmasına benzetilirmiş. Adı sonrasında ‘Tokmak Hasan’ kalan Hasan Bey’in, Mustafa Denizli ile oynadığı maçlar olmuş. Futbolu bıraktıktan sonra önce manavlık yapan Hasan Bey’e aşırı titiz ve temiz olması nedeniyle çevresi, ‘Neden restoran açmıyorsun’ deyince 1986’da restoranı açmış.
Yabancı turistlerin de sık geldiğini söyleyen Kamil Çelebi, ellerindeki yabancı tanıtım kitaplarında geleneksel Türk yemekleri için kendi restoranlarının tavsiye edildiğini görünce şaşırdıklarını söylüyor. ‘Biz hiçbir yabancı yere reklam vermedik, herhalde gelenler beğenip bizi tavsiye etti’ diyorlar. Hıncal Uluç, Arzu Balkanlı, Mustafa Denizli, Şansal Büyüka, futbolcu Tümer Metin ve birçok dizi oyuncusunun müşterileri olduğunu söyleyen Kamil Bey kışın da yoğun bir şekilde çalıştıklarını ekliyor.
Çeşme’yi bar, eğlence, deniz; birçok farklı şeyle özdeşleştiriyor olabilirsiniz. Ama emin olun, 15 çeşit sulu yemek ve et yemeklerinin en temiz ve en leziz haliyle bulabileceğiniz Tokmak Hasan gerçek bir Çeşme klasiği...
Baştan söyleyeyim, birçok söylediğine katılıyorum. Restoranların arka taraflarını görmek için, bir gece Alaçatı’nın meşhur caddesinde değil, paralel sokakta yürüyün. O kadar farklı ki, inanamazsınız... Aslında bunları bir yere kadar doğal karşılamak gerek belki. Hızlı büyümenin olağan sancıları bunlar. Zaman içerisinde düzelmezse sorun var demek daha doğru... Neyse ben en çok yazıdaki midyeci, mısırcı mafyalara takıldım. Hemen bizim plajın meşhur midyecisi Şakir’i yakaladım. ‘Oğlum Şakir, sen mafya mısın?’ diye sorunca ilk anda bir irkildi garibim. ‘Yok Ayçe Hanım, biz diğer arkadaşlarla sezon başında, plajları pay ediyoruz kendi aramızda. Boyalık Koyu da bana ait’ dedi. Şaka bir yana, Şakir’in babası Mardinli Hüseyin Akagündüz 1970 yılında geldiği Çeşme’nin ilk midyecisiymiş.
Sonraki bütün midyeciler onun yanından yetişmiş. Karaburun ve Çeşme’nin farklı yerlerinden çıkarılan midyeleri annesi, kızkardeşi ve yengeleri dolduruyormuş her sabah 5’te. Vallahi biz sitece pek memnunuz Şakir’den, bir mafyalığını da görmedik açıkçası...
Turyağ’ın Atatürk heykeli nerede?
Şevki Bey ile sohbet ederken, Turyağ’ın 1981 yılında, Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle yaptırdığı ve İzmir Fuarı Lozan Kapısı karşısına yerleştirilen Atatürk Büstü’nden bahsetti. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözlerinin yer aldığı pembe mermer kaide üzeri bronz büst, TBMM avlusundaki Atatürk Anıtı’nı da yapan ünlü heykeltraş Prof. Hüseyin Gezer’in eseriymiş. Birkaç yıl önce Fuar’a gittiğinde heykelin yerinde olmadığını gören Şevki Figen, araştırmış, soruşturmuş, ama net bir yanıt alamamış. Turyağ’da Genel Müdür olduğu dönemde İzmir Körfezi’nin temizlenmesi için uğraşan, fuardaki Behçet Uz heykelini de yaptıran Şevki Figen’e, İzmir Belediyesi tarafından tüm bu çalışmaları için “Üstün Hizmet Ödülü” verilmiş. İzmir’e bu kadar önemli katkıları olan Şevki Figen, “Turyağ’ın İzmir Fuar’ına hediye ettiği Atatürk Büstü nerede?” sorusuna yanıt almayı hak etmiyor mu?
İzmir’den beyin göçü
GEÇEN hafta, Sevgili Nedim Bubik’in yazdığı ‘İzmir’den Beyin Göçü’ konusuna değineceğimi söylemiştim. Eee, fen bilimleri mezunuyum ya biraz bilimsel başlayalım. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2010 verilerine göre İzmir’den 99.775 kişi göç etmiş. Bunların neredeyse 43 bin kişisi 20-35 yaş arasında. Hatta en çok göç 16.051 kişiyle 25-29 yaş arasında gerçekleşmiş. Yani istatistiksel olarak da ispat edilen bir gerçek var. Gerçi hemen hemen aynı oranda da İzmir’e göç olmuş, ama bizim için önemli olan İzmir’de yetişen, Türkiye’nin en güzel iklimi, en rahat, en güzel şehrinde yaşayan gençlerin neden gitmek istediği... Acaba sebep ne olabilir? Uzağa gitmeye gerek yok, beraber okuduğunuz üniversite, lise arkadaşlarınıza bakın, kaçı İzmir’de kaldı? Çoğu İstanbul hatta yurt dışında iyi şirketlerde, iyi mevkilerde değil mi? En azından benim arkadaşlarım öyle... Babadan kalan bir fabrikası, işletmesi ya da kurulu bir işi olmayan iyi eğitimli kaç kişi var etrafınızda profesyonel yönetici olarak çalışan? Çok az, çünkü İzmir firmaları gelişme, ilerleme, büyüme değil, var olan düzeni koruma; fazla uğraşmadan, risk almadan daha çok kazanma odaklı. Hal böyle olunca da çok iyi eğitimli profesyonel yöneticiler İzmir’den kaçıyor.
Bu konuda görüş aldığım İzmir’in en önemli profesyonel yöneticilerinden Turyağ’ın efsanevi eski Genel Müdürü Şevki Figen; İzmir’in kurumsallaşmayı değil bireyselliği sevdiğini, aile şirketlerinin çoğunda aile bireylerinin bile anlaşamadığını, İzmir’in sanayici gibi değil, tüccar gibi düşündüğünü gözlemlediğini anlatıyor. Mobil gibi uluslararası bir şirketin en üst düzey yöneticisi iken Turyağ’dan gelen teklifi sadece İzmir sevgisi nedeniyle kabul ettiğini söyleyen Şevki Bey, bugün Manisa’nın bile İzmir’i geçmiş olmasının üzücü olduğunu ekliyor. İzmir’deki günlerinin güzel anılar ve müthiş mutluluklarla dolu olduğunu söyleyen Şevki Figen, her şeye rağmen İzmir’in gereken gelişmeyi göstereceğini umuyor.
O günden sonra, her ay kan nakli ve komplikasyonlar nedeniyle hastane odalarında geçen Rahil’in hayatı, 8 yaşındayken dünyaya gelen küçük kardeşi Neil’in iliğinin yüzde 100 uyum sağlamasıyla değişmiş.
İlik naklinden sonra çok zor bir yıl geçiren Rahil ve ailesine ulaşan, ağır ve ölümcül hastalıklı çocukların dileğini gerçekleştiren İngiliz Starlight Derneği, Rahil’e de dileğini sormuş.
Hastane odalarını bile uzay posterleriyle süsleyecek kadar uzay hayranı olan Rahil’in dileği, Türkiye’deki Uzay Kampı’na gitmek olmuş. Hemen İzmir ESBAŞ’taki kampla iletişime geçen dernek yetkilileri, Rahil, annesi Smriti, babası Amit ve kardeşi Neil’i İzmir’e gönderdi. Ve Rahil bir hafta Uzay Kampı’nda eğitim aldı.
Sorularıma müthiş cümleler kurarak, çok güzel cevap veren Rahil ve ailesinin hikayesi beni çok etkiledi. Gerçek bir inanç, azim ve mucize örneği olan hikayelerini onlardan dinleyin...
Rahil’e 3 aylıktan 8 yaşına kadar her ay kan nakli yapıldı
Rahil’in hastalığı ne zaman anlaşıldı?Baba Amit Vig: Üç aylıktı. Talasemi genetik bir bozukluk olduğu halde hamilelik sırasında anlaşılmamıştı. O dönemde Hindistan’da yaşıyorduk maalesef gereken testleri yaptırmamışlar.
Öğrenince ne hissettiniz?Anne Smriti Vig: Şoka girdik. Tedavi için Hindistan’da gidebileceğimiz her yere gittik. Ama iyileşmesi için bir mucize gerekiyordu.
İkinci şıkın en güzel örneği Alaçatı’daki Picasso’nun Sofrası.
İspanya’da bohem yaşam süren ünlü ressam Picasso’nun sevdiği tatlardan esinlenerek açılan restoranda, onun dünyasına az da olsa girebiliyorsunuz.
Picasso ve dostlarının en sevdiği yemek tarifleri ‘Picasso’nun Sofrası’ adlı kitapta derlenmiş. Kitabın danışmanı, Burj Al Arab Oteli’nde çalışan Michelin yıldızlı aşçı Fabrice Canelle; restoranın menüsü için de aynı görevi üstlenmiş.
İyi Sanat Port Otel’deki restoranın yöneticisi Lucie Schlosser, İspanya ve Ege tatlarını yöresel otlarla birleştirdiklerini anlatıyor. Gerçekten başka yerde bulamayacağınız menü, ana yemek dışında fiks olarak ikram ediliyor.
Özel hissetmek
‘40 kişiden, bir kişi fazla kabul edemiyoruz’ diyor Schlosser. Amaç her konuğa özel olduğunu hissettirebilmek. Zaten deniz kenarında, o kadar hoş bir yerdesiniz ki, öyle hissetmemek mümkün değil.
“Picasso’nun dostlarıyla yemekleri ve sofraları çok ünlüymüş. ‘Biz de Picasso’nun Sofrası’nda bu geleneği yaşatmak için haftada bir akşam konuk bir aşçı ya da barmen ağırlıyoruz” diyor Schlosser. Şimdiden birkaç işadamını konuk etmişler bile. İsteyen herkes kendi hazırladığı ana yemekleri, Picasso’nun tapaslarıyla dostlarına sunabiliyor.
Mesela Doğançay Müzesi’ni açarken birçok kişi hep kötümser yaklaşmış, ‘yürütemezsin, boşuna açma’ demişler. Kimseyi dinlemeden açmış, sadece kendisine ve eşine güvenerek. Çok zor gitse de hayatını değiştirdiği, etkilediği çocukları düşününce ne kadar iyi bir şey yaptığını anlamak güç değil. Hatta 8 yaşındayken resim yarışmasının birincisi olan yoksul bir kız öğrenci bugün, beyin cerrahı olmak hayalini gerçekleştirme yolunda ilerliyormuş.
Hani, iyi düşün iyi olsun derler ya. Kabul edelim, bizimki gibi kaderci ve geneli karamsar bir toplumda bunu başarabilmek o kadar da kolay değil. Maalesef her yeni atılım, her değişiklik etraf tarafından önce bir eleştirilir, mümkün olduğunca kötü ihtimaller sıralanır. O nedenle, iyi ki, sadece kendisini ve sezgilerini dinleyen bu insanlar var da hayatta olumlu mucizelere tanıklık edebiliyoruz.
Niyet ve hisler herşeyi
etkileyebilir mi?
Olumlu düşünmenin önemine birçok psikolog da değiniyor. Hatta olumsuz sözleri duyamadığından yüksek bir ağaca tırmanabilen sağır kurbağanın hikayesi buna en güzel örnek. Ama ben farklı bir çalışmadan bahsedeceğim. Son yıllarda, bilim dünyasını karıştıran Japon bilim adamı Dr. Masaru Emoto ve ünlü ‘Su Kristalleri’ çalışması..
Dr. Emoto, duygu ve düşüncelerin fiziksel realiteyi etkilediğini iddia ediyor. Çok soğuk bir odada, son derece güçlü bir mikroskop ve hızlı bir fotoğraf çekimi ile su kristallerini fotoğraflamış. Bir anlamda suyun ifadelerini yakalayan Emoto, hislerimiz ve sözlerimiz sonucu suyun iyi ve kötü kristaller oluşturduğunu iddia ediyor.
Dr. Emoto, Yokohama Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler eğitimi sonrasında Hindistan Alternatif Tıp Birliği’nde eğitim görerek Alternatif Tıp Doktoru olmuş. 2005 yılında Oklahoma’da kurduğu Emeritus Uluslararası Yaşam İçin Su Vakfı’nın başkanı...
Birçok kişinin aklında milyon dolarlara satılan tablolarıyla yer eden Doğançay, ülkemizde sanata sadece bu şekilde yaklaşılmasından rahatsız. Bodrum Turgutreis’e yerleşen Doğançay, eşi Angela ile en büyük arzularının büyük bir özveriyle açtıkları Doğançay Sanat Müzesi’ni yaşatmak olduğunu anlatıyor.
* Çocukluğunuz nasıl geçti?
– Babam ressam ve harita subayı olduğundan Anadolu’yu köy köy dolaştık. Babam harita çizerken bana da kalem, kağıt verir, ‘Şu ağacı çiz’ derdi. Sonra da anlatırdı, ‘Işık oradan gelir, gölge böyle olur’ diye. O zaman aklıma girmişti ressam olmak.
* Ama eğitim farklı oldu değil mi?
– Evet, çünkü o zaman ressam olacağına boynuna taş bağla denize atla daha iyi. Babam da, ‘Başka bir mesleğin olsun, istersen resim de yaparsın’ deyince hukuk okudum. Bir de her sporu yaptım, hatta futbolda çok iyiydim. Hatta Gençlerbirliği’nde oynuyordum ama sonra seçim yapmak zorunda kaldım.
* Nasıl bir seçim yaptınız?
– Babam benim yurtdışına gitmemi arzu etti. Be, ‘Sen memursun nasıl göndereceksin’ diye itiraz ettim. O zaman kendisinin de gençliğinde gitmek isteyip gidemediğinden bahsetti. Bunun üzerine, ‘Bir gün oğlum olursa kuru ekmek yiyeceğim ama oğlumu yurtdışına eğitime göndereceğim’ demiş. Her şeyinden artırıp beni Paris’e gönderdi ama 2 şart koydu: ‘Futbol oynamayacaksın ve ressam olmayacaksın.’ Ben de orada bunları amatör yaparım diyerek Paris’te iktisat doktorası yaptım.
Mektup yazıp müzeye para istediğim işadamlarından tebrik mesaji geldi
Selimiyeli Muhammed Özdemir, çocukluk hayali olan restoran işini gerçekleştirdiği Sardunya’da, Ege sularını ziyaret eden birçok yabancı ünlüyü de ağırlamış.
Marmaris’te birçok otel ve restoranda komi, garson, barmen olarak çalışan Muhammed Bey birkaç yıl Finlandiya ve İsveç’te yaşamış. 25 yıl önce Selimiye’de ailesinin deniz kenarında oturduğu evi restoran yapmaya karar vermiş. Sardunya’yı açtığında yol bile yokmuş, ama teknelerle turist geliyormuş. Önceleri bar-kafe gibi çalışan işletme sonradan restorana dönüşmüş ve çok tutulmuş.
‘Sizi diğerlerinden ayırıp öne çıkaran özelliğiniz ne oldu sizce?’ deyince, ‘Biraz daha fazla risk aldık, profesyonel düşünüp büyük otellerin aşçılarını getirdik. Zaten, şimdi Selimiye’deki birçok restoran yüksek kaliteye sahip’ diyor
140 kişilik restoranda 22 kişi hizmet veriyor. Çalışanların çoğu yerli. Malzemeyi dışarıdan almıyor. Hatta çalışanların bahçesinden de sebze alıyorlar. Yöre tadını misafirlerine en lezzetli şekilde sunmanın peşinde olduklarını söylüyor Muhammed Bey.
Kalabalık ürkütüyor
- Geldiğiniz noktadan memnun musunuz’ sorumu, şöyle yanıtlıyor Muhammed Bey:
- Evet ama Selimiye’de bu kalabalık fazla. Artarsa felaket olur. Keşke bugünkü pansiyon ve tekne sayısı sabit kalsa artmasa. Selimiy aslında su fakiri bir yer, denizimiz kapalı, kirlenebilir. Büyümeyi kontrol edemezsek, 2-3 yıl sonra problem yaşarız.’
Eskisi gibi balık yok
Ama itiraf ediyorum, Marmaris Hisarönü Körfezi’nin, Bozburun Yarımadası’nın koylarında bulduğum huzuru hiçbir yerde bulamıyorum.
Yoğun sezonda, tamamen dolu olmasına karşın sessizliği, sadeliğiyle etkileyen Selimiye, bakir doğasıyla Söğüt, farklı bir zaman dilimindeymiş gibi hissettiren Bozburun, müthiş manzarasıyla Taşlıca Köyü, keşfedilmemiş güzelliğiyle Serçe Koyu.. Gerçi yabancı tekneler keşfetmedik yer bırakmamış. Dünyanın her yerinden gelen, her çeşit tekneyi görmek mümkün buralarda. Nasıl gelmesinler, alıp götüren bir doğal güzellik, huzur veren bir sessizlik, bağımlılık yaratan bir rahatlama hissi..
Yüksek müzik yok
Biliyorsunuz, bu yaz birçok yazlık yerde bir müzik problemidir gidiyor. Selimiye’de dikkatimi çeken, sanki anlaşmışlar gibi hiçbir mekan sahibinin yüksek sesle müzik çalmaması oldu. Hatta çoğu hiç çalmıyor. Baktım, isteyen takmış kulaklıkları, müziğini dinliyor kimseyi rahatsız etmeden. Yanındaki de kitabını okuyabiliyor sessizce. Böyle olunca da, huzurlu tatilin hakkı veriliyor. Sohbet ettiğim Kırmızı Balık Pansiyonu’nun sahibi Fikret Bey aralarında sesli bir anlaşma olmasa da Selimiye’deki her mekan sahibinin bu konuda çok hassas davrandığını anlatıyor. Darısı, her yazlık yörenin başına...
Ege yolları daimi şantiye mi?
EN son 23 Nisan’da Fethiye’ye giderken geçmiştim Güney Ege yollarından. Neredeyse tüm yol boyunca çalışma nedeniyle iş makinaları ve işçiler arasından ilerlemiştik. Yaza hazırlık yapılıyor herhalde, ne güzel diye düşünmüştüm. Ama bu hafta yine aynı yollardan geçerek Marmaris, Hisarönü tarafına giderken yanıldığımı anladım. Bu sefer daha beter çalışma vardı her yolda. Transformers benzeri koca iş makinalarıyla burun buruna gelerek ilerliyorsunuz yolda. Birçok yerde duble yollar tek şeride düşüyor, ama çoğu zaman yol işaretlerinin yarattığı karmaşadan tek şeritte misiniz çiftte mi anlamak zor. Hatta bir geçişte, önümüzdeki araba yanılıp karşı şeritten gitmeye başladı da hem bizim, hem de karşıdan gelenin uyarısıyla son anda attı kendini sağa...
Tamam, bu çalışmalar bizim için yapılıyor, yollar genişleyecek, güzelleşecek ama neden nispeten hafif geçen kış aylarında yapılıp yaza kadar bitirilmiyor? Ekim’de başlasa Haziran’a kadar tamamlansa da herkes rahat rahat tatil yörelerine ulaşsa. Hadi bitmedi, en yoğun sezon olan Temmuz-Ağustos’ta ara verilemez mi? Bu planlamayı yapmak ve uygulamak bu kadar mı zor? Zaten, hemen her yıl bu yollar sil baştan yapılıyor ya, o da ayrı. Sanırım daimi şantiye olmak bu ülkenin kaderi..
Dünya nereye gidiyor?