Ritmik cimnastikte Türkiye’nin ilk 6’sındaki 5 sporcuyu yetiştiren Ege Cimnastik kurucularından Giulia Şavul ve Lyudmyla Özcan, olimpiyat derecesi alabilecek kadar iyi sporcularımızın olduğunu fakat sponsor desteği olmadığından yeterli sayıda yarışmaya katılamadıklarını anlatıyor. Sadece bir veliyken sporcuların ortada kalmaması için kulüp idareciliğine soyunan Şavul ve Ukrayna’da milli sporcuyken gelen Özcan, son derece amatör ruh ve şartlarla yetiştirdikleri yetenekli cimnastikçilerimize sahip çıkılmazsa Ege’nin dünyada öne çıkma fırsatını kaçıracağını söylüyor.
Giulia Şavul- Ege Cimnastik nasıl kuruldu?
- Ben cimnastikle kızımın parende atma sevdasıyla tanıştım. O zaman Ebru Vreskala’nın kurduğu Action Gym vardı. Kızım yetenekli bulunduğundan işi ciddiye aldık. Daha sonra aramıza Ludo Hoca katıldı ve çıtayı yukarı taşıdı. Ebru Vreskala Türkiye’den ayrılınca ne yapacağımızı bilemedik. Ludo Hoca, ben bu çocuklara bu kadar emek verdim, burada bırakamayız deyince biz 3 veli ona destek olduk ve 2005’te Ege Cimnastik’i kurduk.
- Siz daha önce bu sporu yapmış mıydınız?
- Ben tenis oynardım, cimnastikle ilgim yoktu. İngiliz asıllı annem Kraliyet Balesi’nde balerindi. Fakat benim ilgim olmamıştı. Kızım cimnastik ile ilgilenene kadar ben de ritmik cimnastiği bilmiyordum. Yetenekli, istekli, çalışkan olması gerekiyor. Benim kızım ritmik cimnastiğe başladığıktan sonra dikkati arttı, dersi derste yapmaya başladı.
RİTMİK CİMNASTİK BOYU KISALTMAZ, TAM TERSİ UZUN OLUNMALI- Ege Cimnastik’te nasıl bir kadro görev yapıyor?
Aslında size anlatırdım ailemde oruç tutanlarla tutmayanların mutlaka iftar sofrasına birlikte oturduklarını ya da sahurlarda çocuklar da dahil tüm aile kalkıp, sanki akşam yemeği yer gibi mükellef sofralar kurduğumuzu. Ya da beş vakit namazında olup da, hemen ardından bakımlı bir şekilde gezmeye giden kadın akrabalarımı ve onlar sayesinde ‘İmanın kimde olduğuna dış görünüşe bakıp karar vermemeyi’ öğrendiğimi, ilkokuldaki Ceki ya da Fabrizio adlı arkadaşlarımın başka dinlerden olduğu halde, aslında bizden olduğunu ve en az kendi dinim kadar saygı duymam gerektiğini, zekat sofralarında tuzun biberin 40’tan sayılıp sayılmayacağını, mevlütlerimizde çok samimi olmadığımız kişilerin bile sırtını sıvazlayarak birbirimize iyi enerjiler verdiğimizi...
Anlatırdım, eğer İzmirli ailemden aldığım irfan gereği ‘ibadetin kul ile Allah arasında kalması gerektiğine’ inanmasaydım...
TÜRK OLMAK MI, TÜRKÜM DEMEYİ SEÇMEK Mİ
İzmirlilerin çoğu göçmendir, bu doğru. Atalarımız çoğunlukla istemeden göçe zorlanmış, ama bu güzel coğrafyada yepyeni bir hayat kurmuşlar. Çoğumuz yedi göbek İzmirli olamayız o yüzden. Ben Arnavut kökenli bir baba ile Yunanistan ve Anadolu kökenli bir annenin çocuğuyum. Babam hep bana dedemden dinlediği ailemizin hikayelerini anlatır. Debre’den Selanik’e geçip, oradan da gemiyle önce İstanbul’a, sonra İzmir’e gelmişler. Anne tarafım ise Yunanistan topraklarından ve Anadolu’nun bağrından, doğusundan gelen atalarımın birleşmesiyle oluşmuş. Yani neredeyse her renk var ailemizde. Evet köklerimiz dışarıda gibi görünür, ama biz burada bu topraklarda yeşerdik. Ben ve ailem Türk kimliğini hep ülkemizi birleştirmeye yönelik önemli bir kavram olarak algıladık. Yoksa DNA’mı inceleseniz çok farklı etnik kökenleri bulabilirsiniz. Çünkü ailem gerçek ve büyük bir karışım.
Ama beni asıl ilgilendiren atalarımın kim oldukları değil, ne yaptıkları... Mesela, babamın 11 büyük dayısı Balkan Savaşı sırasında şehit olmuş. Babamın anneannesi savaş sırasında evde kurşun döktüklerini anlatırmış. Yine babamın büyük dedesi, babamla aynı ismi taşıyan Kazım, Kurtuluş Savaşı sırasında Kafkas cephesinde, Sarıkamış’taki Türk Birliği’nde alnından vurularak şehit olmuş. Annemin babası dedem, astsubayken Kore Savaşı’na gönderilmiş ve 3 yıl Türkiye Cumhuriyeti askeri olarak orada kalmış ve Kore Gazisi olmuş. Bazen düşünüyorum da içim acıyor;
Atalarımın çoğu bu ülkenin geleceği için gençliklerini bile yaşayamadan, sevdiklerine kavuşamadan, çocuklarının başını okşayamadan savaşarak ölmüş. Birçoğumuzun ailesinde olduğu gibi... Hal böyleyken onları sorgulayacak cesareti bulabilir miyiz?
Acılar yaşadık ama nefrete dönüştürmedik
OTİSTİK çocuklarımızın becerilerini geliştirmek ve toplumla entegrasyonunu artırmak amacıyla ‘Yağmur Çocuklar Beceri Şöleni’ adıyla farklı organizasyonlar düzenleniyor. Organizasyonları düzenleyen KAMED (Kadın Meclis Üyeleri Derneği) Başkanı Ayşe Akın, projelerin detaylarını anlatırken, eleştirileri de sorunca ‘projemizi başta otizm eğitim kurumları destekliyor. Ayrıca örnek proje olarak Milli Eğitim’e önerilmesi isteniyor’ diyor. Akın ve destek verenlerle biraraya geldik ve Yağmur Çocuklar Beceri Şöleni’ni konuştuk.
600 BİNDEN SADECE 2 BİN 500’Ü EĞİTİM ALIYOR
- Yağmur Çocuklar Beceri Şöleni Nasıl Doğdu?- Olayın özü otizmdir. Otizm ilk belirtileri bebeklik ya da üç yaşa kadar kendini gösteren davranış bozukluğudur ve yaşam boyu devam eder. Kişide, sosyal etkileşim, iletişim sorunları, tekrarlayıcı davranışlar, uyum problemleriye kendini gösterir. İlerleyen tıp teknolojisiyle otistik çocukların teşhisi arttı. ABD’deki bir araştırmaya göre her 150 çocuktan birinde görülmeye başladı. Türkiye’de ise bilinmeyen vakalarla rakamın 600 bini aştığı sanılıyor. Fakat eğitim verilen çocuk sayısı ise henüz 2 bin 500 ü bulmadı. On binlercesinin kaderi, dört duvar arasında anne ve babanın kişisel çabası, üzüntüsüyle sürüyor.
- Siz dernek olarak neden otizmle mücadeleyi seçtiniz?- Bu olay, ülke çapında hepimizin el atması ve birbirimize olan dayanışmayı göstereceğimiz sorun halinde karşımızda. Kanayan yaramız otizm fark edilmeyi ve anlaşılmayı bekliyor. Otizmli bireyler için toplumca kabul edilmiş olmak çok önemli. Ve çocuklarımız ilaç değil eğitim, sevgi arayışındalar. Öncülerin şehri İzmir’de otizme dikkat çekmek, otistik çocukların dünyalarını ve sahip oldukları becerileri yansıtmak, onlarla dayanışmaya girildiğinde ne güzel olayların ortaya çıkarılabileceği düşüncesiyle kolları sıvadık.
EĞİTİM KURUMLARIMIZLA EL ELE ÇALIŞIYORUZ- Çevreden nasıl bir tepki geldi?- Başkanı bulunduğum Kadın Meclis Üyeleri Derneği’nde (KAMED) yönetim kurulunun oybirliğiyle çalışmalara başladık. Gördük ki, herkes bir katkıda bulunmak istiyor ve bu istek adeta bir yarış havasında. Amacı kamuoyu ile paylaşmak, bunu yaparken de otistik çocuklarımızı da yanımıza alarak görselliğe taşımak, kişi, kurum ve kuruluşları da bu halkaya dahil ederek el ele , gönül gönüle bir zincir yaratmayı planladık. Yağmur çocuklar etkinlikleri bu inançla başladı.
- Projeye hangi okul ve kurumlar destek veriyor?- Öncelikle Sabahat Akşıray’ı ayakta alkışlamak istiyoruz. Sadece İzmir’de değil, Türkiye’de otizmle mücadelenin en önde gelen isimlerinin başında. Kendisi her daim bizlerin yanında oldu ve hiç yalnız bırakmadı. Anadolu Otizm Vakfı ve öncelikle kurucularından eski başkanımız Burhan Özfatura’ya şükranlarımızı iletiyoruz. Moris Bencuya Otistik Çocuklar Eğitim Merkezi ve TODEV. Bizlere destek veren kurum ve kuruluşlar aslında o kadar çok ki, ama bu konuda kendilerini ortaya çıkarmak istemiyorlar.
SANAT ŞÖLENİ VE DEFİLEDEN SONRA RESİM SERGİSİ
Son dönemde bir çok yardım organizasyonu ve vakıf çalışması düzenleniyor İzmir’de. Gazeteci olarak hemen hepsine davet ediliyorum. Birbirimize yardımın en önemli hayat gerçeği olduğunu düşündüğümden elimden geldiği kadar katılmaya ve destek vermeye çalışıyorum. Fakat dikkatimi çeken bir şey var. Geçen hafta en az üç vakıf etkinliği yapıldı ve hepsinde de hemen hemen aynı kişiler vardı. Tamam, bu yardımsever kişileri takdir etmek gerekli, ama yine de aklıma bazı sorular takıldı; İzmir’de bu kişiler dışında yardım çalışmalarına katılacak kişiler yok mu? Hep aynı insanlara yüklenmek ne kadar doğru? Bıkkınlık yaratmaz mı?
Sanıyorum bu tip vakıf çalışmalarının toplumun hem dikey, hem de yatay katmanlarına biraz daha yayılması gerekli. Hep aynı kişiler katılırsa yardım için ayırdıkları maddi kaynakları tükenebilir, hatta manevi olarak da yorgunluk yaratabilir. Diyeceksiniz ki, e ne yapalım biz çağırıyoruz, gelenler belli... Açık söylemek gerekirse benim çevremde bile yardım çalışmalarında bulunmak isteyen, ama adını duydukları bu vakıfları kapalı gruplar gibi düşünen birçok kişi var. Ben yapabildiğim kadar birleştirici olmaya çalışıyorum, fakat sanıyorum aynı durumda olan daha birçok kişi var. Diğer yandan yapılan yardımlar da her zaman göz doldurmayabiliyor. Zaten yardım deyince sadece maddiyat düşünülüp sadece belli kesim davet edilmemeli. Donanımıyla, karakteriyle, mesleği ya da bağlantılarıyla farklı alanlarda da fayda sağlayacak kişileri de bulup çıkarmak gerekli.
Demokratik toplumun en önemli uzuvlarından sivil toplum kuruluşlarında son dönemde yaşanan bu ataklar çok sevindirici ama sanıyorum düşünce ve bakış açılarımızı biraz daha geniş tutmalıyız. Ne dersiniz?
Senaryo yarışması
Karşıyaka Soroptimist Kulübü “Şiddet Geleceğimizi Karartmasın” adlı bir senaryo yarışması düzenledi. Şiddetin yarattığı sıkıntıları aktaran senaryolar arasından 4 eser, Türkiye Soroptimist Kulübü Federasyonu (TSKF) Yedek Guvernör’ü Betül Elmasoğlu, Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Lale Kabadayı, Karşıyaka Soroptimist Kulübü Başkanı Güzin Avdan, Yaşar Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Film Tasarım Bölümü’nden Onur Çakaloz, Ekonomi Üniversitesi Sinema TV Bölümü Öğretim Görevlisi Serkan Şavk, Karşıyaka Belediyesi Sosyal Yardım İşleri Müdürlüğü’nden Sosyolog Hatice Uslu, Akça Toprak Ergönen, Ayla Aysan ve Proje Koordinatörü Sema Topuzoğlu’nun yer aldığı jüri tarafından seçildi. Senaryo yazarı Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Ozan Kulaç’ın ‘Yuva’ ve Aygen İncel’in ‘Uyku ve Çiçek’, Yaşar Üniversitesi Film Tasarım Bölümü’nden Gökçe Erol’un ‘Çocuk Odası’, yine Yaşar Üniversitesi Film Tasarım Bölümü’nden Musa Tolan’ın ‘Asansör’ adlı senaryoları satın alınarak film yapımı için sponsor aranmaya başlandı. Umuyorum en kısa sürede sponsorlar bulunur ve İzmirli senaryo yazarları sinema dünyasında yerlerini alır.
İzmir Big Band lösemili çocuk için söyleyecek
2012 yılında Murat Han Turgut ve Emrah Sayın tarafından kurulan ve cazdan bluesa, tangodan 60’lara, eski poplardan güncel poplara kadar geniş bir repertuara sahip İzmir Big Band, bu kez çok özel bir konser verecek. Elde edilecek gelirin bir kısmının lösemi hastası bir çocuğun sağlık ve eğitim masrafı olarak kullanılacak bu konsere Eflatun, Evrim Özkaynak ve Gökhan Türkmen konuk sanatçılar olarak katılıyor. 26 Mart saat 20.30’da Tepekule Gösteri Merkezi’ndeki konserin biletleri biletix.com ve biletix satış noktalarında.
İZMİR’in simge binalarından Büyük Efes Oteli’ni alarak İzmir’e büyük yatırım yapan MV Holding Yönetim Kurulu Üyesi Banu Vargı Tümay ve Swissotel bir dizi sanat etkinliği başlatıyor. Swissotel Büyük Efes’in sanat etkinlikleri kapsamında düzenlenen Dinamo 1 adlı sergide çok değerli 16 sanatçının eserini getirdiklerini anlatan Tümay amaçlarının İzmir’i bir sanat merkezi yapmak olduğunu anlatıyor. Bünyelerindeki birçok eserle İzmirlileri sanatla daha fazla buluşturmayı amaçladıklarını söyleyen Swissotel Büyük Efes Genel Müdürü Rıza Elibol ise kenti dünyaya tanıtmak için tüm güçleriyle çalıştıklarını belirtiyor.
BANU VARGI TÜMAY
OTELİ YENİDEN TASARLARKEN ÖNCELİĞİMİZ ESERLERDİ- Büyük Efes Sanat Projesi nasıl ortaya çıktı?- Otelin sanatla birlikteliği çok eskiye dayanıyor. 1964’te ilk açıldığında Atilla Galatalı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Erdoğan Ersen gibi büyük sanatçıların eşine az rastlanır eserleri otelimizde. Biz de bu güzel mimari ve sanatın birlikteliğini devam ettirmek istedik. 2010’da çıkardığımız Çağdaş Mekanda Sanat adlı kitabımızda tüm sanat eserlerimizi tanıtmıştık. Bedri Rahmi ‘şurası muhakkak ki herhangi bir tabloya en güzel ışığı, en güzel ömrü, en büyük seyirci kalabalığını kısaca hayata karışma gücünü sağlayan mimaridir’ diyor. Biz de Swissotel Büyük Efes’de aslında sanat eserine bir yaşam alanı veriyor, binlerce kişinin yolunun kesiştiği otelimizde sanatla buluşmalarını sağlıyoruz.
- Oteli yeniden tasarlarken sanat eserlerini nasıl korudunuz?- Otelin genel mimarisi değişmedi, sadece daha modern bir bakış açısı getirildi. Eserlerin yerleri değiştirilmek durumunda kalındı çünkü yerlerin fonksiyonların yerleri değişti. Buna göre büyük mozaik ve seramik panolar özel uzmanlarca sökülüp yeniden birleştirildi. Biz önceden verilmiş tüm değerlere sahip çıktık.
EN GÜZELİNİ HAK ETTİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUZ
Sizce kadınlar şehirlerden ne bekler? Kedi Kültür Sanat Merkezi’nde Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi ve İZİKAD işbirliği ile düzenlenen “Şehirlerin Yeniden Yapılandırılması Sürecinde Kadının Yeri” temalı sempozyumda bu soruya yanıt aradık. Benim de konuşmacı olduğum etkinlikte, İzmir Devlet Resim Heykel Müzesi Müdürü Faden Kutsioğlu, Konak Belediyesi Kentsel Tasarım Müdürü Mihriban Yanık, IZIKAD Yönetim Kurulu Başkanı Candan Çilingiroğlu, Peyzaj Mimarı Reyhan Özlen ile birlikte şehirlerden kadınların beklentilerini tartıştık. Konusunda uzman olan tüm konuşmacılar değişik açılardan baktılar konuya...
Akıllı telefonlarda tehlike haritası
Farklı konularda konuşma yapmak, farklı konularda araştırmalar yapma ve yeni fikirler oluşturmayı
sağlıyor. Ben de, kadınların şehirlerden beklentileri üzerine çalışınca güvenlik, rahatlık, ulaşım ve estetiğin öne çıktığını gördüm. Dünyada da şehirlerin daha emniyetli hale gelmesi için birçok çalışma yapılıyor. Hatta Microsoft ile çalışma yapan bir çok yerel yönetim, şehirlerindeki tehlikeli bölgeleri ve karanlık sokakları akıllı telefonlarda gösteren haritalar yaptırmış. Birleşmiş Milletler Kadın bölümü de bu çalışmaları destekliyor.
Çirkin şehirler depresyona sokuyor
Mimarlık eleştirmeni Owen Hatherley’in “neden kentsel yenilemeler son 20 sene içerisinde bu kadar fazla çirkin ve sıkıcı binalar yaratıyor?” sorusuna yanıt aradığımda ise kentsel düzenlemelerin kesinlikle görsel kaygı içermek, göze hoş görünmek gibi bir dertleri olmadığı ortaya çıkıyor. Oysa, sıkışık ve çirkin binaların sadece göz zevkimizi değil ruh sağlığımızı da bozduğu bilimsel olarak kanıtlanmış. Uzmanlara göre depresyon vakaları ağırlıklı olarak büyük şehirlerde ortaya çıkıyor. Ünlü İtalyan mimar Giancarlo de Carlo’nun “Mimarlık mimarlara bırakılamayacak kadar mühimdir, her birey kentin oluşumunda önemli rol oynar” demiş.
Ancak Ka-Der Genel Başkanı Çiğdem Aydın’a göre kadınlar siyasetten uzak kaldıkça ortam düzeleceğine daha da bozuluyor, hayatımızla ilgili önemli kararlar bizler dahil olmadan alınıyor. Ka-Der olarak siyasete giren her kadına destek olduklarını anlatan Aydın, kadınlardan adaylık parasının alınmamasının önemli bir destek olacağı görüşünde. Egeli kadınların siyasete girmesi yönündeki beklentilerin yüksek olduğunu aöyleyen Çiğdem Aydın, önceki seçimlerde karşılanmayan bu beklentinin yerel seçimlerde değişmesini umuyor.
Atasözlerimiz de dahil toplum zihniyeti değişmeli
- Şiddete karşı bu kadar eylem yapılıyor, sözler söyleniyor, ama hala tırmanarak devam ediyor sanki...
- Kırsaldan kente göçün etkisi çok bunda. Artık tarlalar bozuluyor, köyler küçülüyor, şehirlere göç ediliyor. Şehirlerin farklı değer yargılarına uyum sağlanamayınca erkekler kadınları terbiye etme, disipline etme fikriyle şiddet uygulamaya başlıyor.
- Cezai yaptırımlar yeterli mi sizce?
- Hiç değil. Hele bir de tahrik indirimleri ya da denetsel serbestlik gibi bahanelerle suçlu erkekler salıverilince şiddetin cezası olmadığı algısı yayılıyor. Siyasi irade de çıkıp ‘Şiddet suçu cezasız kalmamalı’ gibi bir ifade kullanmayınca amacına ulaşmıyor. Ama herşeyden önemlisi toplumsal algı. ‘Eti senin kemiği benim’ ya da ‘bu evden gelinliğinle çıkarsan ancak kefeninle dönersin’ gibi sözlerimiz maalesef şiddete çanak tutuyor. Tüm bu yanlış zihniyetlerin gerek eğitimle gerekse tekrar tekrar anlatılarak, siyasi iradenin de sahiplenmesiyle değiştirilmesi şart.
Kadınlar siyaseti kirli birşey olarak görüp bulaşmak istemiyor
YARIN 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Kadınların sahip olamadıkları haklar için ben de dahil birçok kadın konuşacağız, tartışacağız. Aslında sadece kadınlar gününü beklemeden neredeyse her hafta kadınlara yapılan şiddeti kınamak için birçok etkinlik yapılıyor. Ama yine de ne şiddet ne de haklarla ilgili değişen pek bir şey yok. Açıkçası ben artık bu konuda daha somut çözümler bulunması gerektiğini düşünmeye başladım. Tamam, konuşmalar, sunumlar yapalım, konserler, tiyatrolar, gösteriler düzenleyelim, ama esas yapılması gerekenlerin hala yapılmadığını da unutmayalım. İçimiz rahat olmasın. Çünkü, hala birçok kadın dayak yiyor, fiziksel olmasa bile psikolojik şiddet görüyor hatta öldürülüyor. Peki buna nasıl engel olunabilir? Ağır cezai yaptırımlar, kanunlar ve en önemlisi erkekler üzerinde toplum baskısı oluşturarak. Evet, yanlış okumadınız...
Erkekler üzerinde mutlaka toplumsal bir baskı olmalı. Sadece kocaların değil hiçbir erkeğin bir kadına rahatsız edecek biçimde bakamayacağı, söz söyleyemeyeceği, imalı davranışta bulunamayacağı bir ortam yaratılmalı. Kadın ne yaparsa yapsın, hiçbir erkek hiçbir surette kendinde kadını taciz hakkı bulamaz, bulmamalı. Evlerinde eşleriyle konuşurken bile bırakın hakaret etmeyi, ses tonlarına dikkat etmeli, emreder ya da yönetir gibi davranmamalı. İşte bunları yaptırımlarla değil ancak erkekler üzerinde toplumsal baskı oluşturarak sağlayabiliriz. Bunun için de olabilecek en büyük destek kimden mi gelecek? Mert, adil ve yürekli erkeklerden...
Kadınlar neden siyasete girmiyor?Ne yaparsak yapalım, yeteri kadar kadın siyasetçimizi meclislerimize sokamıyoruz. Bu konuda BM Kadın Birimi (UN Women) ve Parlamentolararası Birlik (Inter-Parliamantary Union-IPU) tarafından hazırlanan “2012 Siyasette Kadın Haritası”na göre Türkiye, yüzde 14.2 ile kadınların mecliste temsil edilme oranında dünyada 88. sırada. 550 sandalyeli meclisimizde 78 sandalyeye sahip kadınlarımızın kabinede temsil edilme oranlarına bakıldığında Türkiye, yüzde 4 oranıyla 90. sırada bulunuyor. Oysa dünyada kadınların mecliste yer alma oranlarının ortalaması yüzde 19.7... Yani birkaç fırın ekmek yememiz gerekli daha.
Peki, neden kadınlarımız siyasete girmiyor, hatta bu kadar uzak kalıyor? Çoğunlukla dile getirilen ülkemizdeki siyaset ortamı.
E, siyaset yapılan birçok ortamın kahvehane havasında olduğu düşünülürse kadınlarımız pek de haksız sayılmaz. Düşünsenize; çaylar, kahveler arasında önemli ülke sorunlarını ele alan erkeklerimiz arada erkek muhabbeti de yaparak keyifleneceklerken elinin hamuruyla geldiği yetmiyoruş gibi bir de söze karışan kadınların yanında nasıl rahat edecekler? Evde karılarının dırdırı yetmiyormuş gibi mecliste de kadın dırdırı (Ne de olsa onlara göre her kadın konuşması dırdır)... Olacak iş mi?