Çok kolay "istemiyorum" diyebiliyorsun ve bundan çok mutlu oluyorsun. Mesela, "güle güle" demekte bir o kadar kolay ve üzüntüsüz oluyor. Zamanın kıymetini de anlıyorsun, boşa harcamıyorsun. Kimi önemseyip önemsemeyeceğini belirlemekte çok kolaylaşıyor. Önemsediklerinin değerini daha çok biliyor daha sıkı sarılıyorsun onlara, önemsemediklerinse umrunda olmuyor çünkü yalnızlık korkusunu da aşmış oluyorsun.
Birilerinin dünyasına dahil olmak için enerji harcamıyorsun, aksine “isteyenler dünyama dahil olsun” düşüncesiyle çabasız arkadaşlıklar kuruyorsun. Galiba arkadaşlık denilen şeye de pek inanmıyor, arkadaş arayışına da pek girmiyorsun. Dostluk denilen şeyi daha gerçekçi buluyor ama "ondan da bir – iki tane olsun yeter" diyorsun.
Çok fazla kırılmıyorsun, “insanoğlu böyle bir şey” deyip olanı sorgusuzca kabul ediyorsun. Böylece içsel savaş yerine teslimiyetin ve sorgulamamanın getirdiği berraklığı yaşıyorsun.
Gereksiz sohbetlere, cümle kirliliğine de gelemiyorsun mesela. Lafları dolandırmayı sevmiyorsun.
Tv karşında saatlercce vakit geçirmeyi çok fazla seven bir toplumuz biz, medya da zihnimizi en kolay şekillendiren araçların başında. Öyle bir hal aldık ki artık ilişki, aşk, sevgi gibi kavramların anlamlarını tv’lerden, dizilerden öğrenen bir gençliğimiz var.
Hemen hemen her kanalda bir evlilik programının olması, “ne kadar da meraklıymışız karı – koca bulmaya” dedirtiyor bana.
19 -20 yaşındaki gencecik kızlarımız, oğlanlarımız ekranlarda eş arama derdine düşmüş.
Bir grup insan bir evin içinde toplanmış, hayat arkadaşlarını seçmeye çalışıyor.
Her gün bir şeyler uğruna verilen sözlü ya da fiziksel mücadele, sürekli bir şeylere ulaşma çabası bizleri hedeflerimize ulaştırsada hiç bir şey bedelsiz olmuyor ve bu mücadelenin bedeli özgür iradeyi devreye sokamadığımız sürece mutsuzluk oluyor.
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımla Emirgan’da kahvaltı yapalım dedik. Kahvaltımız boyunca konuştuğumuz konular genellikle hayata dair sorgulamalar üzerineydi. Emirgan’ı bir çoğunuz billir, yaz aylarında Emirgan’da ellerinde iç lastikle denize girenlere rastlarsınız. Adamın dünya umrunda değil. Yoldan geçenler ya da çevredeki cafelerde oturanlar hakkkında ne düşünüyor bu aklına dahi gelmiyor. Denize girerken giydiği donu ya da eski eşofmandan bozma şortu yani modifiye edilmiş mayosu marka olmuş olmamış zerre umrunda değil. Adamlar basit yaşıyor, bırakın çevreyi kendi hareketlerini dahi sorgulamıyor.
Bir tekstil fabrikasında çalışan insanları düşünün. Sabah işe akşam eve, 18 yaşına gelincede kocaya. Tasvip ettiğim için vermiyorum bu örneği, üzerinde durduğum noktada işin bu kısmı değil zaten. Adamlar basit yaşıyor diyorum basit.
Peki, ya biz?
Engel denildiğinde akla gelen anlam zorluk, engelli denildiğinde ise felçli veya çeşitli şekillerde protez, tekerlekli sandalye kullanmak zorunda olan insanlar oluyor.
Bu durum ise bir takım etiketlemeleri beraberinde getiriyor; sakat, özel insan, engelli vb.
Bana göre engelli diye adlandırdığınız insanlar özel değil sadece farklı. Tıpkı her birimizin birbirimizden farklı olduğu gibi. Hepimiz bir beden içinde yaşam sürüyoruz ve her birimizin beden yapısı birbirinden çok farklı. Kimimiz geniş bir bedene sahipken kimimiz daha ufak bir bedende. Kimimizin gözleri yeşilken kimimizin ki siyah. Kimimiz uzun saçlıyken kimimiz kısa saçlı. Kimimizin omuzları genişken kimimizin dar. Kimimiz esmerken kimimiz beyaz.
Kimimizin kolu varken, kimimizin kolu yok!
Kimilerimiz bu dönemleri depresif şekilde, hayattan bağlarını kopararak yaşarken kimilerimizde oldukça olgun bir şekilde sakin bir karşılamayla yaşar bu zorlu dönemleri.
Peki, bu insanlar arasındaki fark nedir?
Marc ve Angel Chernoff’un kişisel gelişim bloğu “Marc and Angel Hack Life”da yayınlanan “Zor Zamanlardan Geçerken Unutmamanız Gereken 10 Gerçek” başlıklı yazı bu sorunun cevabını oldukça güzel bir şekilde ortaya koyuyor.
******
1. Acı, hayatın da ve aşkın da bir parçasıdır. Ve sizi olgunlaştırır.
Bugün birçoğumuz kendimizden, gerçekliğimizden ve en çok da duygularımızdan korkar haldeyiz. Hiç durmadan hayatın, sevmenin ve aşkın ne kadar muhteşem şeyler olduğundan bahsedip, bir yandan da onlardan alabildiğine kaçıyoruz. Gerçek duygularımızdan sürekli saklanma halindeyiz. Peki, sizce insanoğlu bir yandan hayatı ve aşkı bu denli kutsarken, neden bir yandan onlardan sürekli kaçıp saklanıyor? Bu çelişkinin açıklaması aslında çok basit: Hayat da aşk da kimi zaman acı verir. Ve bu ihtimale hiç kimse katlanmak istemiyor.
Hep üzerine konuştuğumuz fakat bir türlü cevabını bulamadığımız bir konudur ilişkiler. Erkekler kadınları anlayamamaktan şikayet ediyor, kadınlar erkekleri. Biten ilişkilerin sonunda hep günah keçisi ilan edilen biri mutlaka var. Kısaca günümüz ilişkileri sorunlu, kadın ve erkek mutlu ilişki arayışında. Peki, biz ilişki denilince ne anlıyoruz? Mutlu bir ilişkinin sırrı ne?
Psikoterapist, evlilik ve ilişki terapisti, “Düşündüğün Gibi Değil” ve “Unutmak mı Affetmek mi” adlı kitapların yazarı Serhat Yabancı’yı yakaladım ve çok merak edilen o soruları sordum.
1) Günümüzde kadın ve erkek cinsleri belli kalıplara oturtuldu diye düşünüyorum. Mesela, yıl oldu 2016 ve biz hala hesabı erkek mi öder yoksa kadın da öder mi tartışmasını yapıyoruz. Bize bir takım misyonlar yüklendi mi? Kadın ve erkeğin misyonu nedir?
Aslında erkek ve kadının ilişkide bir misyonu olmamalıyken taraflar adeta bir şirketin sorumluluk alanı çizilmiş iki ortak gibi davranmaktadırlar. Hesabın kimin ödemesi gerektiği sorusu buna örnektir. Rolleri ve paylaşımları kategorize edip yapıştırmak duyguları öldürür. İçinden geldiği gibi yapmasına değil, görev olduğu için yapmasına neden olur. O zaman da “sevgi ve içtenlik” azalacağı için tipik olarak tahammülsüzlükler yaratır. Elbette ilişkide roller ve görevler olacak. Ama bunlar esnek olmalı ve kalıplara sıkıştırılmamalıdır. Kadının: yemek, temizlik, bulaşık, annelik, misafir ağırlama misyonu ile erkeğin parayı kazanma, koruma, sevk ve idare gibi misyonları ilişkilerde bozulmayı da yaratmaktadır.
Artık insanlar arasında özür falan işe yaramıyor.
Gerek ikili ilişkilerimizde gerekse sosyal ilişkilerimizde taraflardan biri özür dilediğinde olayı lastik gibi uzatıp triplere girmek ya da bedel ödetmek vur abalıya yapmanın kanımıza işlediğinin göstergesi değilde nedir?
Biz erdemlerimizi, insani değerlerimizi en önemlisi de vicdanımızı bu denli mi kaybettik?
İnsani değerlerini, vicdanını kaybetmiş birini “insan” olarak adlandırmak ne kadar doğru?
Bir sabah uyandığında birde bakıyor ki evinin düm düz olan girişi kaldırıma çevrilmiş. Derhal bunu yapan kişileri buluyor – bulmakta zorlanmıyor çünkü bunu yapan kişi işletme sahibi kiracıları – aldığı cevap insanlarımızın zihniyetini, bencilliğini ve sözde duyarlılığını ortaya koyuyor.
“Yağmur yağdığında dükkana su giriyordu bizde kaldırım yaptık”
Engelli kardeşimiz “ben nasıl evime girip çıkacağım?” diye soruyor, ikinci duyarsızlıkta gelen cevapla açığa çıkıyor;
“Biz onu düşünemedik”