Aydın’ın Nazilli ilçesinde fuhuş operasyonu yapılıyor.Fuhuş yaptığı öne sürülen 19’u yabancı uyruklu (Azeri) 20 kadın göz altına alınıyor. Gözaltına alınan kadınlar arasında sağ bacağı diz üstünden kesik olduğu için koltuk değnekleriyle yürüyen 38 yaşındaki Türk vatandaşı A.A.’nın da olması dikkat çekiyor.
Kimi haber siteleri “Engelli kadına fuhuş yaptırıldı” başlığıyla verdi bu haberi.
Yaptı mı, yaptırıldı mı kısmını şuan için tartışmayacağım ama bu haberin gündeme gelmesiyle bir şeyleri açıklığa kavuşturmak gerek.
Gerek raflar olsun gerek blog, haber vb. siteleri olsun, “Bir erkeğin sevdiğini nasıl anlarsınız?”, “Onu kendinize nasıl aşık edersiniz” gibi feleğin çemberinden geçmiş, stratejide usta olmuş kalemlere ait yazılara o kadar çok rastlıyorum ki…Bu konuda yazılan kitaplar var yahu, “Onun aklını al”, “Onu kendine taptır” vs.
Gülüyorum, gerçekten çok gülüyorum.
Madem bu işler taktikle, stratejiyle oluyor madem aramızda starteji konusunda ustalaşmış kişiler var neden günümüz ilişkileri artık uzun vadeli olmak yerine kısa bir zamanda sonlanıyor?
Bir çoğumuz “yiyecek ekmeği yok ama çocuk yapmayı, sevişmeyi biliyorlar” diye geçiririz aklımızdan. Ülkemize göç eden Suriyelilerin peşinde bir sürü çocuk, yiyecek ekmek bulamayan Afrika halkının bakımsızlık, beslenememeden dolayı kemikleri sayılan bir düzine çocukları...Peki, bu kadar sağlıksız şartlarda ve de imkansızlıklar içinde neden çocuk doğururlar?
Geçtiğimiz günlerde başka bir konu için araştırma yaparken bir açıklama çıktı karşıma.
Siz ne dersiniz, bu ne kadar doğru olabilir?************Yazının bundan sonrası alıntıdır.“Savaş ve Fakirlik İçinde Olan Halk Neden Sevişir? Kadınlar Neden Hamile Kalır?
Özellikle savaşlarda ve büyük buhranlarda çocuk sayısında artış olur. Vatanındaki, toprağındaki savaşlardan kaçan ve sığınmacı olarak başka ülkelere giden halka dikkat edin. Hepsinin çocukları hemen hemen çıkan savaşlarla ya aynı dönemde doğmuş ya da o sıralar kadınlar hamile kalmışlardır.Zor şartlar altında insanlar bilinçli olarak mı ürerler?
Dünyanın adaletsiz şartlarında kimi insanlar yiyecek yemek, içecek su, hastalandıklarında ilaç, barınacak ev, giyecek kıyafet bulamazken hemen hemen hepsinin bu şartları gözardı ederek çocuk sahipleri olduklarını görürüz. Onlara kızar, sinirlenir ve sorgularız; “o çocuğa nasıl bakacaksın; neden doğurdun?”Sorgulamadan önce mantıklı nedenlerini düşünün… Hala bulamadıysanız yanıtınız burada!
Bilinçaltı kodlarımız insana “hayatta kal ve bir sonraki nesli oluştur, çoğal, üre” talimatı verir. İnsan özellikle zor şartlar altında bunu içgüdüsel olarak yapar.
İnsanın hayatta kalmasını sağlayan çok önemli bir faktör olan ” korku” duygusu devrede!Özellikle ölüme yakın insanlar ne kadar çok ürerler ise ölmeyeceklerini düşünürler. Bu düşünce elbette ki bilinçli değildir. Bilinçaltımız içgüdülerimizi harekete geçirir ve bizleri sevişmeye, üremeye ikna eder.Çocuk yapmak savaşa has bir durum değildir; kötü durumdaki insanlar, iyi durumdaki insanlara oranla çocuk yapmaya daha fazla meyillidirler.
Ingmar Bergman’ın Skammen (Utanç) adlı 1960 yapımı, savaşın siviller üzerindeki psikolojik etkilerini bir hayli başarılı anlatıyor”
Her biri bakmaya doyamayacağınız güzellikte, her biri dünyaya gönderilmiş birer melek. Onlar hayatın tatsız yüzüyle çok erken yaşlarda tanışmışlar, küçük bedenleri büyük bir mücadeleye girmiş. Her çocuk özeldir ama küçük bedenleriyle oyun parklarında olması gerekirken hastane odalarında yaşam mücadelesi veren çocukların yeri bende çok daha özeldir.
Ben, KAÇUV – Kanserli Çocuklara Umut Vakfı sayesinde bir çok melek tanıdım. Bu röportajımla sizleri de bu meleklerin dünyasına adım atmaya davet ediyorum ve şuan bir iki saniye durup empati yapmanızı istiyorum;
Ya sizin çocuğunuz kanser olsaydı?
- Kanser nedir? Çoçukluk çağında kansere ne kadar sıklıkla rastlanıyor?
Yazınızı yazarsınız, fikirlerinizi aktarırsınız, sizi ya takdir ederler ya da yerden yere vururlar. Bu benim için çok keyifli bir yolculuk. Her insan bir renktir bana göre ve ben bu renkleri keşfetmeyi, insanlara bazen ters köşe yaparak bazen de damarlarına basarak çeşitli şekilde gizli kalmış ya da gizli tuttukları derinliklerine inerek renklerini ortaya çıkarmaya bayılıyorum.
Farklı fikirleri dinlemek insanı geliştiren en büyük araçtır.
FARK VAR.
Biz yazarlar mesleğimiz gereği her türlü düşünceye ve eleştiriye açığız fakat bu durumu toplum çerçevesinde değerlendirdiğimizde çok farklı durumlara yol açabiliyor.
Gruptan biri Kızılderili´dir. Yolda yürürken insan kalabalığı ve korna sesleri arasında ilerlerken Kızılderili kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyleyerek cırcır böceğini aramaya başlar. Arkadaşları bu kadar gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını, kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam eder. Aralarından bir tanesi inanmasa da onunla aramaya devam eder.
Kızılderili yolun karsı tarafına doğru yürür, arkadaşı da onu takip eder. Binaların arasındaki bir tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cırcır böceği bulurlar.
Arkadaşı Kızılderili´ye: "senin insanüstü güçlerin var. Bu sesi nasıl duydun?" diye sorar.
“Kırılmasın diye susuyorum”
“Üzülmesin diye katlanıyorum”
“O mutlu olsun diye....”
Ukalalık olmasın ama o kadar çok kitap okuyunca yazarlar ve kitaplar arasındaki bilgi doluluğunu dolayısıyla da farkı ayırt etmek kolay oluyor.
Geçtiğimiz haftasonu muhteşem bir kitap okudum; İnsanın Anlam Arayışı
İkinci Dünya savaşı sırasında Auschwitz (toplama ve yok etme kampı)’e alınan ve oradaki yaşanmışlıklarının sonucunda elde ettiği çıkarımlarıyla Logoterapi’yi oluşturan psikiyatrist Viktor E. Frankl’in kitabı. Frankl kitabında kamp günlerini, gaz odalarında, yakılarak insanların yok edildiği o akıl almaz şartlarda nasıl ayakta kalıp kamptan kurtulduğunu kaleme almış.