Geçen hafta Milliyet gazetesinde Sayın Mehmet Ali Yılmaz dünya televizyonlarında yayınlanmakta olan yeni ‘reality’ programlarından söz ediyor ve soruyordu, ‘Acaba bunlardan hangileri Türk televizyonlarında yayınlanacak’ diye.
Söz ettiği programlardan ilki eş-anne değiştirme programlarıydı. Bu programlarda iki farklı kültürden ailenin hanımları ya da çocukları birbirlerinin evlerinde yaşayarak, o farklı kültüre uyum sağlamaya çalışıyorlar. Mehmet Ali Yılmaz’ın diğer söz ettiği program da ‘Fear Factor’ isimli, reality show. Bu programda da yarışmacıların yaptırılan iğrençliklere karşı ‘dayanıklılıkları’ test ediliyor, midesi ve sinirleri en sağlam olan da kazanıyor. Aynı hafta içinde Vatan gazetesinde ‘Bir rezalet öyküsü’ başlıklı yazısıyla Ruhat Mengi, Türk televizyonlarındaki ‘reality’ show’ları da örnek göstererek, medyadaki ve özellikle televizyonlardaki yozlaşmadan söz ediyordu. Şu anda dünya ve Türk televizyonlarında ‘reality show’ dediğimiz, oyuncu olmayan, yaşamın içinden gerçek insanların ‘başrolde’ olduğu, seyircinin de onları gözetlediği program formatları, izlenilirlik oranlarında en üst sıralarda yer alıyorlar.
Üstelik bu programlar en üst sıralarda yer almakla kalmayıp, programların ‘başrol oyuncuları’ neredeyse ‘toplumsal fenomenler’ haline geliyorlar. Gündelik hayatımızda iki, üç kişi yan yana geldiğimizde onlardan söz ediyoruz.
Gazetelere manşet oluyorlar, haklarında neredeyse tefrikalara varan köşe yazıları yazılıyor, internette çeşitli portallar onlarla ilgili konularda tartışma başlıkları açıyorlar...
Hatta Popstar’ın ilk yarışması sırasında iki yakın arkadaşın, farklı adayları destekledikleri için, birbirleriyle kavga edip küstüklerine bile şahit oldum!!!
Bu durumda televizyoncuların bir sorumluluğu var mıdır? Bir noktaya kadar evet. Ama özel televizyonlar reklamlarla ayakta kalan ve para kazanan kurumlar. Ne kadar çok izlenilirlik payı, o kadar çok reklam, o kadar çok da para demek. Yani bir özel televizyon sadece eğitim ve kültür programları ya da belirli bir ‘seviye’nin üzerinde programlar yayınladığında ne izlenilirlik payı oluyor, dolayısı ile ne de reklamı. Bu rekabet ortamında da hiçbir kanal en az seyredilen kanal olmak istemiyor doğal olarak.Yani bu bir arz talep dengesi. Bir televizyoncu olarak bu noktada benim dikkatimi çeken en önemli şey şu oluyor. Programın içinde ne kadar çok ‘şiddet’, ne kadar çok ‘kavga’ varsa o programı o kadar çok izliyor olduğumuz. Üstelik dikkatimi çeken ikinci şey, içinde şiddetin olduğu programlara tepkimizi daha çok ‘şiddet’ göstererek belirtiyoruz. Bu programlar hakkındaki köşe yazılarında, bu programların aktörlerine neredeyse hakarete varan laflar ediyor, kavga edeni, tartışanı, diğer yarışmacılara hakaret edeni, haftanın birincisi seçiyor, daha çok bağıranı, daha çok sorun çıkartanı daha çok cinsiyetçilik, daha çok ayrımcılık yapanı oradaki herkesten daha ‘popüler’ yapıp neredeyse bir star haline getiriyoruz.
Bir internet portalında ‘Gelinim olur musun?’ programıyla ilgili açılan bir tartışmaya katılanlar ‘şiddet’ ve ‘kavga’ yüzünden seyrettikleri bir programa karşı yorumlarını yaparken içlerindeki ‘şiddete’ engel olamayarak , ‘Böyle bir insanı yok etmek için 20 yılı göze alır, ya Allah der, alnının orta yerine sıkardım’, ‘Kendisini balkondan aşağıya atardım’, ‘Bakırköy’e tıktırırdım’, ‘Benzin olayı en güzeli, dökeceksin ve kibriti çakacaksın. Süper olur vallahi’ye varan yorumlar yazmışlar.
Bu programların daha çok seyredilmesini Sayın Ruhat Mengi eğitimsizliğe bağlamış. Ben daha başka bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Daha acımasız, daha kavgacı, daha ayrımcı, daha şiddetten yana bir toplum mu oluyoruz? Şiddeti, kavgayı, ağlatanı, hıçkırarak ağlayanı seyretmek niye bu kadar zevk veriyor bize? İçimizde yenemediğimiz gizli şiddeti, hayata, ezilmeye, ezenlere karşı olan intikam duygularımızı böyle mi açığa çıkarıyoruz acaba?
Bu konuda sosyologların ve psikiyatrların yapacağı bir araştırmanın sonucunu ben de bir televizyoncu olarak merakla bekliyorum.
Üstelik bu tarz programlar sadece Türkiye’de değil bütün dünyada çok izleniyorlar. Hani klasik tabirle insanın sorası geliyor: İnsanlık nereye gidiyor diye?
Bundan üç yıl önceydi sanırım. İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde izlediğim bir film beni çok etkilemiş, ‘Yok canım bu kadarı da olmaz’ dedirtmişti bana. Filmde yedi genci, ıssız bir ormanda bir kulübeye yerleştiriyorlar. Gençler evin kameralarla donatılmış ve yaşadıklarının seyredildiğinin farkında değiller. Gençlerin aralarından bir tanesi, program yapımcısının adamı, görevi de evdeki herkesi öldürmek....Üstelik ne kadar çok kişiyi öldürürse o kadar para kazanacak.
Bu noktaya varmaz (!) işler değil mi? Varmaz deyin lütfen. Artık bu kadarını da seyretmeyiz deyin lütfen...