Etrafımdaki gençlerin çoğu, üniversiteyi kazanabilmek için büyük çaba sarfediyorlar.
Gecelerini gündüzlerine katıp, hafta içleri okulda, hafta sonları kurslarda, hatta özel hocalarla ‘gençliklerinden’ vazgeçip, herhangi bir üniversitenin herhangi bir bölümüne kapağı atmaya çalışıyorlar.
Yıllar önce aynı telaşı ben de yaşamıştım. Eee, ne de olsa ‘ekmek aslanın ağzındaydı’ ve mutlaka üniversiteyi kazanmam gerektiğini düşünüyordum.
Bu sebeple tam iki yıl boyunca, lise ikinci sınıftan başlayarak, her hafta sonu ve iki yıl bütün bir yaz Hereke’den İstanbul’a üniversiteye hazırlık kurslarına geldim. Arkadaşlarımla görüşmedim, bildiğiniz inekledim.
Üniversiteyi kazanmak benim için sadece ‘altın bilezik’ sahibi olmak değil, aynı zamanda yaşadığım kasabadan kurtulup, büyük şehirde kalabalığa karışıp biraz daha rahat yaşamak anlamına geliyordu. Şimdilerde değerini anladığım kasabamdan kurtulabilmek için, o zamanlar can atıyordum.
Üniversite sınav sonucunun geldiği zarfı açarken, kazanamazsam ne yaparım diye düşündüğümü hatırlıyorum. Zarfı açıp İstanbul Üniversitesi’ni kazandığımı görür görmez de herkesi telefonla arayıp havamı attıktan sonra, kasabada da ‘küçük dağları ben yarattım’ turu attığımı hatırlıyorum.
* * *
Hele Beyazıt Meydanı’na bakan İstanbul Üniversitesi’nin o görkemli kapısından ilk girdiğimde yaşadığım ‘manasız gururu’ hatırladığımda sadece gülümseyebiliyorum. O zamanlar üniversiteye gittiğimde yaşama biçimimin, hayatımda çok şeyin değişeceğini düşünüyordum.
Okulun açıldığı ilk gün, hukuk fakültesinin devasa büyüklükteki, arkadaşını kaybetsen bulmakta zorlanacağın, bin beş yüz kişilik bir numaralı amfisine girdiğimde, dünya başıma yıkıldı sandım.
Bir sandalyeye oturup şaşkın ve bir o kadar da ürkek etrafıma bakarken, ilk ders başladı. Çok yukarılardayım, kürsüde yaşlı bir profesör ders anlatıyor. Ama sesini duymak ne mümkün. Anlattı, anlattı, anlattı ve gitti. Bu duruma daha çok şaşırdım. Alışmışım kasaba lisesine tabii!
* * *
İlk bir hafta şaşırmayacağınız üzere hiç kimseyle konuşmadan gittim geldim o amfiye. İkinci haftanın başında, derste yanıma oturan iki kişiyle sohbete başladım.
O iki kişiyle ve onların arkadaşlarıyla, arkadaş oldum. Baktım, aynı şeylerden zevk alıyoruz. Aynı değer yargılarına sahibiz.
‘Aman ne kadar şanslıyım, ne güzel arkadaşlar buldum’ diyorum. Bir mutluluk, bir keyif değmeyin gitsin! İşte tam o sırada fark ettim ki, bulduğum bütün arkadaşlarım da benim gibi kasabalı.
Yani gittim koskocaman şehirde kendime başka bir ‘kasaba’ kurmayı başardım. Nereye gitsem ‘kasabalılığımı’ da peşimden sürüklüyordum.
Yıllar sonra psikoterapiye giderken, terapistim ‘insan travmalarını tekrarlar’ dediğinde, ‘Aman ne saçma! Travma dediğin şey gelir geçer’ diye düşünmüştüm. Ama doğru söylüyormuş adam. Aynı üniversitede yaptığım şeyi, şimdi hasbelkader ‘ünlü’ olup bütün Türkiye’yi ‘yaşadığım kasabaya’ çevirerek yaptım aslında. Herkesin birbirini tanıdığı ve attığı her adıma dikkat ettiği bir yerde yaşadığım için, rahat hareket edememekten yakınan ben, şimdi yine aynı durumdayım... İnsan hakikaten travmalarını tekrarlıyormuş.