Sanırım giderek daha şekilci bir toplum oluyoruz. Ya da eskiden de böyleydik de, çok belli etmiyorduk, ama artık daha çok ön plana çıkartır olduk şekilciliğimizi.
Bu şekilciliğimizde, ana babalarımızın, Türkiye’deki eğitim kurumlarının, sosyal hayatın ve en önemlisi kendi ikiyüzlülüğümüzün çok önemli payı var.
Annem, beni beş-altı yaşlarındayken dini bayramlarda elimden tutup büyüklere el öpmeye götürürken, bana 30-40 yaşında adamlar gibi takım elbise giydirip kravat takardı. İlkokula başladığımda öğretmenimin her pazartesi sabahı, sıralarımızın üzerine önce mendillerimizi koydurup, üzerine de ellerimizi uzattırıp tırnak kontrolü yaptığını hatırlıyorum.
Hálá öyle midir bilmiyorum ama ortaokul ve lise yıllarında, erkek öğrenciler için kravat ve saçın, kız öğrenciler için ise çorap rengi ve forma boyunun en büyük sorunlar olduğunu anımsıyorum. Her pazartesi sabahı, okul müdürünün nöbetçi öğretmenle birlikte oluşturduğu jürinin önünden kurbanlık koyunlar gibi geçer, jüri üyelerinin insanın içini delen, insanı okuduğuna okuyacağına pişman eden bakışlarına maruz kalırdık.
Şekilsel kontrolün olduğu anlaşıldığında, koskoca lisenin bahçesinde bir dalgalanma olur, herkes birbirini süzmeye ve kimlerin sol tarafa ayrılacağına kendince karar vermeye çalışırdı. ‘Şekil şartlarını’ fazlasıyla yerine getirmekte olan, genellikle ‘çalışkan ve memur çocuğu’ öğrenciler, otoriteye karşı direnen öğrencilere bir kez daha ‘gururla’ bir bakış fırlatırlardı.
Jürinin önünden geçerken, jüri üyelerinden birinin metalik, ruhsuz ve otoritenin tadını sonuna kadar çıkaran ‘Sen kenara geç’ komutuyla, ikiye ayrılırdık.
Saçı uzun, sakalı uzamış, kravatsız, ceketsiz, beyaz gömlek giymemiş erkek öğrenciler ile, ten rengi çorap giymiş, forma boyu kısa, saçında kurdelesi olmayan, saçlarını iki örgü yapmamış kız öğrenciler, otoriteye karşı gelmenin keyfi ile, utanma(ma)k arasında duygularla başımıza ne geleceğini beklerdik.
Genel olarak da derslere alınmaz berbere saç kestirmeye (Böyle zamanlarda müdürün hep berberle ortak çalıştığını düşünürdüm, ki bu da Türklerdeki komplo teorilerine fazlaca çalışan kafanın bende de bulunduğunun işareti demek ki!) eve kıyafet değiştirmeye yollanır, ‘Hocam sınavım var girmem lazım’ yalvarmalarına, hocadan en duygusuz suratla ‘Önce adam olmayı öğren, git saçını başını kestir’ salvosu gelir, biz de bir tarafımıza baka baka gider, saçlarımızı kestirirdik.
Bir de kestirmekle ya da üzerimizi değiştirmekle kalmaz, sol tarafa ayrıldığımızda ‘günah defterine’ kayıt edilen numaralarımızı sildirmek için, müdürün huzuruna bir kez daha çıkar, yeni cicilerimizi (!) beğendirmeye çalışırdık.
* * *
O zamanlar şekilciliğin sembolü, öğretmenler ve müdürlerdi....
Sonraları akraba düğünleri, komşu çocuğu sünnetleri, yeğen nikahları, büyüklerin ölümleri geldi sırayla. Hepsinde aynı şey başa ‘belaydı’... Uygun şeyler giyeceksin... Bulunduğun yere, bulunacağın yere...
Kurallar aşağı yukarı belli: Jean pantolon giyilmez, bakıldığında ağır başlı görünülecek şeyler giyilecek, kravat takılacak, kumaş pantolon giyilecek. Hatta bu konuda aile baskısı had safhaya çıkar, zaman zaman yapılan tartışmalarla iş düğünden, nikahtan yırtmaya kadar varırdı.
Bu dönemlerin şekilcilik sembolleri de, ‘otoritesinin son zamanlarını kullanmanın keyfini yaşayan’ anne ve babalardır. Ki onların sorumluluğu da niyeyse toplumsaldır (!!!)
Sonra iş hayatı başladığında, devlet dairelerinde çalışıyorsanız zaten yandınız. ‘Kılık kıyafet yönetmeliğine’ uymak zorundasınız. Ne ‘hatlarınızı belli edecek’ pantolon, ne de sadece gömlekle işe gidebilirsiniz.
Allahtan yaz geldiğinde belli bir tarihten itibaren sadece gömlekle gidebiliyorsunuz işe. Her işyerinin ve yaptığınız her işin belirli kılık kıyafet mecburiyetleri var. Yine bu dönemlerin şekilcilik despotları da, işyerlerinin en tepesindeki otorite, hatta devlet.
Artık biraz paranız oldu, gece şöyle bir dışarıya çıkıp eğlenmek, felekten bir gece çalmak istiyorsunuz. Bu kez de gittiğiniz mekana göre giyinmek zorundasınız. Yoksa kapıdaki ‘güvenlik elemanları’ tarafından gittiğiniz bara, diskoya ya da ne bileyim lokantaya uygun giyinmediğiniz düşünülerek içeriye alınmıyorsunuz. Sebep: ‘Giyiminiz uygun değil....!!!’
Bu kez de otorite ‘security‘ (!)......
Alın daha iki-üç yıl öncesine kadar yere göğe koyamadığımız İlhan Mansız, bir şef garson tarafından İstanbul’un nadide lokantalarından birisinde atletle oturduğu için dışarıya çıkartılmış. Olacak iş değil! Ama hangimize sorsalar şekilciliğe karşıyım deriz, değil mi?