17 Ocak 2005
Senelerdir aynı geyiği yapıp dururuz hep: ‘Kardeşiiiiiimmmm, bu Türk toplumu bir adım bile ileriye gidemiyor. Bilgi çağında yaşarken, teknik gelişmelere ayak uydurmak şöyle dursun, insanlar bilgisayar bile kullanamıyorlar. Türkiye’de o kadar işsiz var, hem lisan bilen, hem bilgisayar kullanabilen, bir sekreter bile bulunamıyor. Üstelik bu Türkler yabancı dile karşı son derece yeteneksizler. Hiçbirisi kendisini geliştirmiyor!’
Diye diye ağza sakız edilen bu geyiği, yaşadığınız sürece kimbilir kaç kere duydunuz? Bu geyiğin haklılık payı olabilir. Ama bu kez maalesef sadece ‘sıradan insanlar’ için geçerli.
***
Yani, yüzünü bir kez bile kamera yalamamış, herhangi bir bulmacada ‘Yukarıda resmini gördüğünüz ünlü kişi’ biçiminde bulmaca sorusu haline gel(e)memiş, magazin programlarında haftanın ‘şıkı’ ya da ‘rüküşü’ seçil(e)memiş, kameraların tam da gözünün içine baka baka eski sevgilisi için, ‘Evet aramızda çok önemli bir fark var: On santim boy farkı’ diyememiş, Amerikan plan, boy plan, bel plan ya da ‘Close up’ biçimlerinde ekranlarda herhangi bir görüntüsü çıkmamış ‘sıradan’ kişiler için geçerli yani!
Eğer, sıradan değil de popüler kültüre herhangi bir biçimde, popüler kültür aktörü ya da aktristi olarak duhul etmiş ya da mal olmuş kişilerdenseniz, ha babam de babam kendinizi geliştirmeye uğraşır, bunun için didinir, çabalar ve elinizden geleni de ardınıza koymazsınız. Sürekli entelektüel gözükme çabası, sürekli bir didinme, sürekli bir yenilenme çabası, değmeyin gitsin. Kimisi alır eline bir Dalai Lama sürekli okur da okur. Zaten Dalai Lama onun başucu kitabıdır, bunun yanında mutlaka haftada bir tane de ince kitap bitirip, kültür haznesini geliştirir.
***
Sıradan olmayan bu insanlar, ‘Bir dil, bir insan’ kuralına uyarak yabancı dil öğrenme merakında ve azmindedir de! Önce her akşam eve gelip ders verecek bir özel hoca tutulur. Bu çok sıkıcı gelince, dersler haftada bire indirilir, sonra da işin en pratik yolunda karar kılınır: ‘İngilizce bilen yardımcı kız!’
Bu yardımcı kızla ‘İs this an apple’, ‘Yes, I’m going to school’ biçiminde pratikler yapılır. Ama doğrusu yabancı dil öğrenmek konusundaki azim, takdir edilecek cinsten ve hiçbirimizde olmayan ve dahi olamayan kıvamdadır.
Kitap okunmaya başlanmış, yabancı dil ‘Allah’ın izniyle’ öğrenilmiştir. Şimdi sırada topluma örnek olmak açısından spora başlamak vardır. En havalı gözükeninden, en ‘trendy’sinden’ bir spor dalı bulunur, bu da halledilir.
Eee bunların hepsi yapılınca artık ‘entelektüel bir bilgi birikimine sahip’ sanatçı unvanı alınmış olur. Artık ‘o’ farklıdır.
Bu kadar çaba ve bu kadar emek, bana bazı küçük şehirlerdeki mezbelelik yerlerde, ‘Burası it kopuk yatağı oldu. Bunlar burada topluma zarar veriyorlar’ diye düşünerek belediye başkanlarının buralarda yaptığı ‘rehabilite’ çalışmalarını hatırlatıyor!
***
Mezbelelik yer, ‘Avrupa’dan getirilen ağaçlarla’ donatılır, eşsiz güzellikte, büyük fedakarlıklarla yürüyüş yolları yapılır, o bölgenin en iyi mimarının sadece kendisinin anladığı, orada yaşayan halkın hiçbir şey anlamadığı, ama yerel basın tarafından ‘Yılın en iyi çevre düzenlemesi’ seçilen eseri bu alanın göbeğine dikilir. Çocuklar için oyun parkı kurulur, bütün süsleme tamamdır.
Belediye başkanı büyük fedakarlıklar göstererek bu mezbelelik alanı yeniden halkın hizmetine kazandırmıştır. Aradan sadece altı ay, bilemediniz bir yıl geçer, park yine eski haline döner. Ayyaşlar o parkta, Avrupa’dan getirilmiş ağaçların gölgesinde biralarını yudumlamaktadırlar. Ağaçlar bakımsızlıktan kurur, otlar sararır. Mezbelelik yine eski haline geri döner. Aslına rücu eder!
Belediyenin o kadar emeği, çabası boşa gitmiştir!
İKİ ÖNEMLİ NOT:
İlki, ‘Hap şeklinde popüler kültür mantarı’ başlıklı yazıda Sayın Müjdat Gezen’in Can Yayınları’ndan çıkan ‘Galiba Ben Sanatçıyım’ isimli kitabı, yanlışlıkla ‘Ben Sanatçı Değilim’ şeklinde yer almıştır. Bu yanlışlıktan dolayı kendisinden ve siz okurlarımdan özür dilerim.
İkincisi de, bundan böyle haftada iki gün, pazartesi ve çarşamba günleri yazılarım yayınlanacak. Duyurulur!
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2005
Ben de bazı özel yazarlar dışında, ‘Sınıf Öğretmeni’ köşemin altına mail adresini yazanlardanım ya, doğal olarak arada sırada yazdığım yazılarla ilgili elektronik postalar geliyor o adrese. Bu aralar en çok, ‘Popüler kültür mantarı köşenizi niye yok ettiniz?’ diye elektronik postalar alıyorum. (Hoş zaman zaman ‘yer yokluğu’ sebebiyle köşem toptan yok oluyor ama olsun!)
Oysa ki benim popüler kültürü bırakmak gibi bir niyetim yok, olamaz da. Kendisi tamamı ile popüler kültür ürünü olan birisinin, üstelik popüler kültürle para kazanan birisinin böyle bir niyeti olabilir mi hiç? Üstelik bundan birkaç hafta önce, tüm köşeyi kapsayan bir ‘mantar’ yazısı yazdığımı bile hatırlıyorum. Ama sanırım kesmemiş bir sürü okuyucuyu bu yazı.
***
Bu uzun girizgahtan sonra gelelim ‘hap şeklindeki popüler kültür mantarı’ köşesine...
Şiddetle seyretmenizi önereceğim film, ‘Osama’...
Osama, Afganistan, Japonya, İrlanda ortak yapımı. Afganistan’da Taliban yönetimi sırasında kadın olmanın zorluklarını anlatıyor.
Şu sıralar herkesin dilinde ve kaleminde olan ‘Gönül Yarası’ filmini de seyrettim tabii ki. Öncelikle şunu söylemeliyim ki, bir ‘Eşkıya’ yok karşımızda. Ama ‘Eşkıya’ şablonunun neredeyse aynısı var. İkinci yarıdaki fazlasıyla didaktik, gözümün içine sokularak verilmeye çalışılan hayat dersleri(!) kısmı biraz baydı beni. Yeni bir ‘Eşkıya’ beklemeden gidin, görün derim.
***
Şu aralar elimde birkaç kitap var. (Çok havalı durdu bu cümle!) Birincisi, yeni değil, eski bir kitap, Sel Yayıncılık’tan çıkan Allain De Botton’un ‘Romantik Hareket, Seks, Alışveriş ve Romantizm’ isimli romanı. Aşkın evrelerini tanışmadan itibaren acayip eğlenceli bir şekilde anlatıyor kitap. Eğer benim gibi popüler olduğu zamanlarda okumadıysanız mutlaka okuyun derim...
İkincisi, İlknur Özdemir’in Can Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı ‘Senin Öykün Hangisi.’ İyi bir çevirmenden, çok da iyi olmayan öyküler, okumak isteyenler için.
Üçüncüsü, Müjdat Gezen’in yine Can Yayınları’ndan çıkan anı kitabı ‘Ben Sanatçı Değilim.’ Ben bu anılarını yazanların, niye yazdığını hiç anlamıyorum. Hayatı yaşarken, doğal olarak bazı insanlarla bazı ‘özel’ şeyler yaşıyorsunuz. O yaşadıklarınız o insanla aranızda kalıyor. Doğal ‘gizlilik anlaşması’ yani. Ama sonra birisi çıkıp o yaşanılanları niye yazıyor? Ne sebeple? Hangi ihtiyaçla? Hangi duygularla? Bunu gerçekten anlayamıyorum. Sanırım anlayamayacağım da!
***
Işın Karaca’nın yeni çıkan ‘İçinde Aşk Var’ isimli albümünü şiddetle, ama şiddetle tavsiye ediyorum. Evirip çevirip büyük bir keyifle bu olağanüstü sesi, yorumu ve şarkıları dinleyeceğinize garanti veririm. Ben özellikle ‘Yetinmeyi Bilir misin?’ ‘Kayıp Gölgeler’, ‘Bekleyelim de Görelim’ ve ‘Gece’ye bayıldım. Bu albümü alın ve keyifle dinleyin. Dinleyin ki kulaklarınızın pası silinsin.
Bir diğer beğendiğim albüm Zeynep Casalini’nin ‘Nihayet’ isimli albümü. Özellikle açılış şarkısı ve ‘Duvar’ çok başarılı.
Kayahan’ın yeni çıkan ‘Kelebeğin Şansı’ albümü ise iflah olmaz Kayahan hayranları için. Kayahan bildiğimiz, artık ezberlediğimiz Kayahan şarkıları yapmış yine, herhangi bir sürprizi yok albümün. Hele şiir olarak okuduğu ‘Kelebeğin Şansı’ içini bayım bayım bayıyor insanın. (Şu tutmuş klişelerden niye vazgeçemeyip, kendimizi tekrarlamakta ısrar ediyoruz ki?) İlle de Kayahan diyorsanız!
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2005
Popüler kültürün ve siyasetin hayatımıza çıkmak üzere giren yeni yüzleri ile, yılların kullana kullana eskitemediği yüzleri, bazı gazetelerin eklerinde ya da aylık, haftalık dergilerin bazılarında olan bir köşeyi hatırlatıyorlar bana şu sıralarda!Hani şu yazılanlardan kulağa küpe bir öğüt (!) kalır diye okuduğumuz SAKIN BUNLARI YAPMAYIN köşelerini! Bu köşelerin bize anlattıkları gibi, onlar da bize seyrederken, okurken, dinlerken, satır aralarında ne çok şey söylüyorlarmış meğerse! Eğer belli bir yaşı geçtiyseniz ya da belirli bir yaşı geçmemenize rağmen genç yaşta saçları beyazlayan beylerdenseniz, ‘Sakın saçlarınızı ve saçlarınızı boyattığınız çok belli olmasın diye onlarla beraber kaşlarınızı da BOYATMAYIN’ diyor mesela kanal kanal gezen Zekeriya Beyaz Hocam, kendisine baktıkça! Çocuk sahibi olmak sadece ‘Saldım Çayıra Mevla’m Kayıra’ felsefesine dayanmıyor, iyi anne olmak sadece ‘Çocuğa kazak örmek’, hayatın getirdiği her türlü zorluğa rağmen, ‘Saçını süpürge edip onu okutmak’, çocuklarınızla ‘İLGİLENİYORMUŞ gibi YAPMAYIN sakın’ diyor Semra Teyze bize!Renkli giyinip ‘dikkat çekmeyi’ seven ‘modern’ ama asla ‘metroseksüel olmayan’ beyler, her giydiği takım elbiseye göre gardırobunda gökkuşağının farklı tonlarından ama ille de en cırtlağından kravat bulunduran beyler, ‘takım elbise giyip bu kravatları taktığınızda asla sokağa aynaya bakmadan ÇIKMAYIN’ diyor, mesela Mustafa Sarıgül size!Türkiye’de ‘sol’ bir partinin genel başkanı olmanın ve ‘sosyal demokratların en güçlüsü benim’ tartışmalarına girmenin hiçbir faydasının olmayacağını, çünkü bu durumun Neşe’nin kepek sorunundan bile daha çözümsüz olduğunu, sonuçta yıllarca ‘koltuk hırsıyla yandım tutuştum şöööyle ayaklarımı uzatıp bir rahat edemedim. Siz hiç Türkiye’de bir sol partinin genel başkanı OLMAYIN BOŞUNA’ diyor, mesela Deniz Baykal bize.Eeee yorucu oluyor, uygulana(maya)n ‘sol’ politika tutmadıkça kurultay, ‘kaşımın üzerinde gözüm var mı seçimli kurultayı’, ‘gelmiş geçmiş en yakışıklı, en karizmatik, en bi moderen, en şıkkkk, en coool genel başkan ve genel başkan adayları ve saz arkadaşları kimdi? seçimli kurultayı’... Tutmayan politikalar karşısında, ‘demokrasi gösterisi’ seçimli kurultayın hiçbir işe YARAMADIĞINI söylüyor, bitmek tükenmek bilmez CHP kurultayları bize! ‘Politikalarınıza ve partinize olan ilgi azaldıkça, başınıza başörtüsü takıp, ‘din elden gidiyor’ diye avaz avaz bağırıp, anayasal düzene laik bir ülkede yaşayan Hıristiyanların, Musevilerin, Ortodoksların üzerine insanları salmayın, kışkırtmayın, din özgürlüğüne darbe İNDİRMEYİN yoksa çok ayıp oluyor’ diyor mesela Rahşan Ecevit bize! ‘Aşk iki kişi arasında yaşanan özel bir duygudur, ipliğini pazara çıkarmamak gerek, tarafsız sahada, fanatikleriniz olmadan, seyircisiz oynamak lazım, hatta oynamak değil yaşayabilmek lazım aşkı’ diyor mesela Asena ile İbrahim Tatlıses bize!Çok seyredilen bir programın yapmacık olmayan programıyla ilgili sunucusu olmaya çalışmanın ‘Aaaaaaaaaaaa’ , ‘Sahi miiiiiiiii?’ ‘İnanmıyorummmmmmmmm’ ‘Ama Semra Hanımmmmm’ diye bağırıp, yapmacık bir tavırla eli ağza kapatmak OLMADIĞINI söylüyor mesela Ebru Akel bize!Türkiye’de yaşanılan her türlü aşka, skandala rağmen iş hayatında başarısız olunca ‘Öpüşemiyorum burada, yaşasın Amerika’ diyerek, Türkiye’de zinhar bir saniye dahi DURULMAMASI GEREKTİĞİNİ söylüyor Tuğçe Kazaz mesela bize!Ee siz bir de kızın bunlara, daha ne desinler yahu?
button
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2005
Perşembenin gelişi çarşambadan belli olurmuş. 2005’in gelişi de, 2004’ten belli oldu bile! 2004 yılının son pazarı Asya büyük bir depremle sarsıldı. Birleşmiş Milletler’in açıklamalarına göre, ölü sayısı 150 binlere dayandı. Üstelik ölenlerin üçte biri çocuk. Bu büyük felakete rağmen, depremden en çok etkilenen yerlerden birisi olan Phuket Adası’ndaki turistler, tatillerini yarıda kesmeyip, aynen devam etmiş. Hatta adadaki bir diskotekte, yeni yılı çılgınlar gibi eğlenerek karşılamışlar. Garip bir durum! İnsan soğukkanlılığını nasıl bu kadar koruyabilir ki? Binler, hatta onbinlerce insanın bir doğal felaketle yaşamını yitirdiği, her yerden cesetlerin çıktığı bir ortamda insan nasıl hálá güneşlenip, denize girip, tatiline devam edebilir ki? Duygusuzluğun, materyalistliğin bu kadarı da fazla değil mi?
2005 yılı duygusuzluk ve duyarsızlıkla geldi.
***
2004 yılının son günlerinde seyretmelere ve gözetlemelere doyamadığımız, ruhumuzun en süfli köşelerini açığa çıkartan ‘Gelinim Olur musun’ yarışmasını bitirdik bitirmesine ama, 2005 yılının ilk günü Semra Hanım’ın bir dergiye kapak olan ‘deli saraylı’ pozlarıyla kendimize geldik. Yılbaşı gecesi çok kaçırıp bizi çarpan içkilerden ayıldık, başımızın ağrısı geçti. Şükür böyle değiliz, kendimizi biliyoruz dedik, titredik ve kendimize döndük (mü acaba?). Bir insan bu kadar mı kendini bilmez? Bu kadar mı ne olduğunun farkına varmaz? Ben Semra Hanım Teyze’den mart ayında 2005 yılının plaj modasında öne çıkan mayolarının çekimini bekliyorum, merakla, alkışlarla, ‘İsteriz, isteriz’ çığlıkları eşliğinde... Olmaz mı? Olabilir, mümkündür. Giyerse neden çekmesinler. İster miyiz? Evet, evet, evettt!
***
Geçen yıl seyretmelere doyamadığımız, gözetleme programlarının yenileri 1 Ocak gecesi televizyonlarımızdaki yerlerini, hemen vakit kaybetmeden almıştı. Cilaları alınmış, gözetlene gözetlene gözetlenecek yerleri kalmamış, artık ‘doğallıklarını’ yitirip iyi birer ‘oyuncu’ haline gelen kahramanlarımız, ‘Gel Yeniden’ dediler. Kuşum Aydın’ın deyimiyle hepsi bizleri ‘şokkk’ ederek üstelik.
2005 yılı hepimize zihin ve şuur açıklığı versin inşallah!
31 Aralık gecesi İstiklal Caddesi’ndeki yeni yıl kutlamaları sırasında Hırvat turist grubu yeni yıla ‘Abazan Türk gençleri’nin elle, sözle, bedenle tacizleri arasında girdi. Cinsel açlık, her alandaki doymamışlığın cinselliğe kaydırılması beni ekran karşısında kusturdu. Kendini o halde seyredenler utanmıştır umarım!
2005 yılı hepimize akıl fikir versin inşallah!
GİTMEYİN
Pazar günü Nicolas Cage’in başrolünü oynadığı ‘Kutsal Hazine’ filmine gittim. Film ilerledikçe fark ettim ki, filmin senaryosu Da Vinci Şifresi romanının kötü bir kopyası. Hatta aynısı! Demek ki çok satan, çok seyredilen şeyleri çalıp, boyayıp farklı bir şeymiş gibi satmak sadece bize özgü değilmiş! Hollywood’ta da yapılıyormuş aynısı. Emeğe ve fikir haklarına saygısızlığı protesto etmek için bu filme gitmeyin!
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2005
Günlerdir televizyonlarda <B>‘Yılın Düğünü’ diye tanıtımları dönen Şale ile Ahmet’in düğün görüntülerini izlemek üzere geçen pazartesi gecesi geçtim televizyonun karşısına. </B>Ne kadar özenilmeden yapılmış, ne kadar kötü bir düğün seyrettim anlatamam. Bütün gelin adaylarına bu kadar kötü mü makyaj yapılır?
Hepsi sanki biraz sonra üzerlerine geçirdikleri o ’sakil’ beşinci sınıf sahne tuvaleti kılıklarını elleriyle şöyle bir sıyırıp, sahne alacaklarmış gibi durmuyorlar mıydı sizce de? Ya hepsinin birbirinden rüküş, birbirinden fena ‘kokozlu’ saç modellerine ne demeli? Hele Emel’in kafasındaki strasssss taşşşlarla yapıldığını düşündüğüm topuz modeli, artık bu kadarına da ‘yuhhh’ olsun dedirtti.
***
Hadi diyelim, asssssolist olmak istiyorsun, bu yarışmaya girmenin sebebi de bu. E kızım hiç mi bakmıyorsun etrafına. Bak Seren Serengil’e yapıyor mu artık senin gibi saçlarını. Bak Hülya Avşar’a. Geçirdiği değişime. Basamakları nasıl çıktığına. Baksana Hülya Avşar’ın sahnede ki görüntüsüne.
Genç, diri, cıvıl cıvıl. Saçları da değil ‘asssolist topuzu’, hiç kuaför eli değmemiş gibi. Sanki şöööyle bir alelade tarak atılmış çıkılmış sahneye. Hadi bu ayrıntıları da kaçırdın diyelim. E o zaman baksana Gülben Ergen’e. Eskiden ne kadar ‘kokoşşşşş’ topuzlarla çıkardı sahneye. Yapıyor mu hiç artık öyle şeyler?
Hele Cumhurbaşkanı’nın davetine gittikten sonra nasıl olgun, oturmuş bir hal geldi üzerine farkında değil misin? Saçlar kısacık, giyim ’etnik’, görüntü ‘fressssh’!
Bu kadar ünlü olmak için gir o eve, çek bu kadar kaprisi, ama gözünü ‘bu dünyaya’ kapalı tut olmaz ki. Sizin giydiğiniz gibi ‘kasabanın gülüyüm, sahnelerin bülbülüyüm’ ismini özenle verdiğiniz tuvaletlerinizden giyen var mı başka? Bir baksanıza etrafınıza.
Artık herkes hani eline tesadüfen o gelmişte, giyip çıkmış gibi yapmıyor mu? Eşofman üzeri, bilemedin yıkanmaktan yırtılmış kot numarası yapan kot üzeri, beyaz sıfır yaka tişört! Ama en beyazından! Nasıl ‘coool’, nasıl ‘ tikky.’ Hele son dönemlerde hepsi birbirinden etnik, bir çıkıyorlar ekrana, sanki biraz önce Nepal’den ya da Hindistan’dan dönmüşler gibi!
***
Artık yok öyle strasssss taşlar, uçuşan şifonlar falan! Hepsi erdi Nirvana’ya.
Çıktılar mı sahneye, ayaklar yerden beş metre kesik duruyor. Sariler sarınıldı bitti. Ben bir tek Budist rahipler gibi şarkı söylemeden sus pus sahnede ne zaman duracaklar diye meraktayım!
Bütün bu düğün görüntüleri, ortada koşuşan çocuklar, limonatalar, pastalar yetmezmiş gibi, bir de gelin adaylarının en ‘asssolist’ olmaya meraklısı olan Sinem şarkı söyledi ‘Yılın Düğünü’nde. Aman da aman!
Zaten orkestra, bir ‘sünnet düğününde’ dinlemek ve katlanmak zorunda kaldığım amatör bir orkestraya benziyordu. Bu orkestraya bir de Sinem’in kötü sesi eklenince, ortaya gerçekkk bir ‘azzzzzzzzzsolist’ çıktı.
***
Şimdi bu kızlar yazık etmemişler mi kendilerine? Hadi tamam girdiniz eve ‘ünlü’olmanın ilk basamağını tırmandınız. Hepinizin hayalini, ‘dönülmez akşamın ufkundayım’ şarkısıyla açılışı yapacağınız, karanlıkların içinden üzerinize düşen kömürlü ışık altında sahneye geleceğiniz, ilk şarkının sonunda üzerinizdeki tülü yere bir eda bir işveyle atacağınız, alkolden yükünü tutmuş seyircinin sizi alkışlamaktan avuçlarının içinin patladığı bir gazinonun gala gecesi süslüyor.
Ama bunun için gözlemmmm gerekkkkk!
Bakın bir, bu dünya nereye gidiyor?
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2004
Pazar sabahı televizyonun düğmesine basar basmaz, ‘Asya’da yüzyılın 5’inci büyük depremi’ ve Tsunami görüntüleri ile uykum derhal açıldı. Ekranın karşısına çakılıp, kanal kanal dolaşarak, görüntüleri izlemeye başladım. Başladım ki, fobim daha çok azsın diye!
Aradan birkaç saat geçti geçmedi, tabii hemen Türk deprem uzmanları, televizyon kanallarının haber stüdyolarına avdet edip, ‘fetva’ vermeye başladılar. Her spikerin ağzında da aynı soru: ‘Bu deprem, Marmara depremini tetikler mi?’
Hani insanın birazcık şuuru olunca, ‘Yok canım Hint Okyanusu nere, Marmara Denizi nere’ diye düşünüp, alakası bile yoktur diyebiliyor. Ama yok illa ki, bir bağlantı kurulacak, hemen bütün ‘deprem amcalar’ stüdyolara toplanacak ve o meşhur soru sorulacak.
Benim şuurum bu durumu yeteri kadar algılamamış olacak ki, öğleden sonra bir haber kanalının alt yazısı aynen şöyleydi: ‘Prof. Ercan uyardı. Deprem çantanızı hazırlayın. Saat 19.00’da haber bülteninde.’
Buyurun buradan yakın!
***
Vakti keraat gelince, nasıl olsa her kanalda bir deprem uzmanı çıkıp konuşacak, bende ne olup bittiğini anlayacağım. Bir televizyon kanalının ana haber bülteninde, Prof. Celal Şengör, yine papyonunu takmış anlatmaya başlamıştı. Marmara Depremi’nden artık uzmanı olduğumuz ‘yanal atılımlı fay’ bilgimize, bu felaket sayesinde bir şey daha eklendi: ‘Batma çıkma zonu.’
Bir bunu bilmiyorduk, bunu da öğrenmiş olduk.
Şengör nasıl hevesli anlatıyor. ‘Bilmem neredeki, bilmem ne fayı da benzer özellikler taşır değil mi?’ diye dönüp spikere soruyor. Spiker de yanıt veriyor: ‘Evet!
Her cümlesinin sonunda spikere dönüp, ‘Değil mi?’ diye sorunca, spiker de ‘Evet’ demek zorunda kalıyor ne yapsın. Neyse ki, bu depremin Marmara ile herhangi bir ilgisinin olmadığını söylüyor da, içime su serpiliyor.
Ama daha birkaç saat önce başka bir deprem uzmanı, deprem çantalarınızı hazırlayın dememiş miydi?
Bu ‘deprem uzmanlığı’ da, bizim yaptığımız ‘televizyonculuk’ işine benzedi.
Ben daha ortalarda ‘damgalı eşşşek’ gibi gezmezken, yeni tanıştığım birisinin ‘Ne iş yapıyorsunuz sorusuna, kendime bir hava vererek ‘Televizyoncuyum’ derdim. Genellikle ilk tepki olarak insanlar beni televizyon tamircisi sanırlardı. Ama ben yapım şirketinde çalıştığımı ve televizyon kanallarına program hazırladığımı söylediğimde, hani işime ‘saygı’ duymasalar da, yaptığım işi bu kadar ‘hafif’ bulmazlardı.
***
Ama vallahi özlüyorum o günleri. Yani ‘Televizyoncuyum’ dediğimde, insanların yaptığım işi önemsedikleri, ‘Ne kadar zevkli bir işiniz var, ben de televizyoncu olmak istiyorum, bunun için ne yapabilirim’ dedikleri günleri.
Türk televizyonları reality showların cılkını çıkarttıktan, eline bir malzemeyi geçirip bıktırana kadar önümüze sürmeye başladıktan, bir sürü insanı ‘kartondan ün sahibi yapıp’ sonra da suratına bakmayıp, fırlatıp attığından beri, artık televizyonculuk daha ‘niteliksiz’ bir meslek haline geldi herkesin gözünde.
Artık eskisi gibi sorular sormuyorlar bana. Son zamanlarda ilk karşılaştığım soru şu oluyor: ‘Televizyonlarda bu yapılanları doğru buluyor musunuz?’
Tabii bizde cevap hazır:
‘Siz seyrettiğiniz sürece, biz bunları yapmaya devam edeceğiz!’
Gerçekten de durum bu. Seyredildikçe yapılacak, yapıldıkça daha çok izlenme oranı için daha da bayağılaşılacak. Ama umuyorum bir dibe vurma sürecinden sonra, toparlanılacak.
Ama sanmayın ki, sadece Türk televizyonlarında durum bu. Bütün dünya televizyonları aynı durumda.
Ama her deprem ülkesinde, dünyanın herhangi bir yerinde olan yer sarsıntısında, deprem uzmanları aynı durumda mıdır, bilmiyorum. Onlar da kanal kanal gezip, farklı şeyler mi söylerler, onu da bilmiyorum.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2004
Popüler kültürle uğraşıyorsanız, yani şarkı söyleyerek, modellik, oyunculuk yaparak ya da ne bileyim reklamlarda oynayarak, kısacası <B>‘vitrinde kalarak’</B> hayatınızı kazanıyorsanız eğer, halkla ilişkiler yapmanız gerekir. Bu da medyada daha çok gözükmek, gündeme gelmek, aslında hayatınızı bir parça rol yaparak geçirmek anlamına gelir. Hiçbir şey eskisi gibi değildir artık. Hep ‘olması gerektiğini düşündüğünüz gibi olmak’ zorundasınızdır. ‘Şöyle’ davranmanın halka ‘şirin’ gözükmeyeceğini, ‘şöyle’ davranarak halkın sizi sevmeyeceğini düşünüyorsanız, ‘şöyle’ davranmak yerine, ‘böyle’ davranır, üzerinize size kimin biçtiğini unuttuğunuz o elbiseyi giyersiniz.
Pek de yakışmazsa o elbise size -ki çoğu zaman ‘ödünç kıyafet’ kötü durur insanın üzerinde- çok rüküş olursunuz. Rüküşlük, çoğu zaman hemen herkesin ‘bu ne menem şey böyle?’ diye kafasını çevirip baktığı, hatta karnını tuta tuta güldüğü bir şeyken üstelik, siz rüküşlüğü tercih etmişsinizdir.
* * *
Çoğu zaman daha ‘popüler olma’, daha çok orada burada gözüküp ‘iş kapma’, ‘yer kapma’ hevesi, rüküşlükten çok daha komik durumlara düşürür insanı. Katlanılmaz bile olabilirsiniz. Bir bakmışsınız maymuna dönmüşsünüz! Bu ‘medya maymunu’ olanlar, kendi isteğiyle bu yolu tercih edenler...
‘Medya maymunu’ olmayı insanların kendilerinin seçtiğini düşünüyorum. Bir de maymun olmaya direnenler var ki, bu insanlar bir anlık ‘ün’ uğruna bu yola farkına varmadan sürükleniyorlar. Burada da ‘maymun’ olmaktan çok ‘kurban’ olma hali var...
Ben bu insanları ‘popüler kültür kurbanları’ olarak görüyorum. Mesela son zamanlarda bu kurbanlar arasında en çok gözüme batanı ‘Benimle Evlenir misin’ evindeki Dilek.
Son günlerin ‘gözde popüler kültür kurbanları’ndan Dilek, her canlı yayında Ferhat ve kendini sıkmasına rağmen bir türlü gözünden iki damla yaş akıtıp, halkın duygularını sömürmeyi başaramayan, ıkınıp sıkınıp da ağlayamayan, ‘duygu özürlü’ annesi Meral Hanım tarafından, çaktırmadan ‘namus’ meselesi yapılan Ata ile yakınlığı sebebiyle linç ediliyor. Yerden yere vuruluyor ki, benim kişisel gözlemim, bu kız hakikaten de iyi bir kız ama bir kez ün hevesinin kurbanı olmuş işte....
* * *
Perşembe gecesi bazı ana haber bültenlerinde yayınlanan Menemen’deki şehit asteğmen Kubilay’ın ölüm yıldönümü sebebiyle düzenlenen anma yürüyüşünün görüntülerini izlediniz mi?
CHP Genel Başkan Adayı, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, benim en son ilkokulda yaptığım gibi, CHP Genel Merkezi tarafından gönderildiği söylenen CHP’li vekillerin özenle yerleştiği kortejin en ön saflarındaki yerini, bir omuz darbesiyle ele geçirdi. Ne için? Kameralara kortejin en önünde daha fazla artistik görüntü verip, ‘Ey Türk halkı, teee İstanbul-Şişli’lerden kalktım, Menemen’lere kadar geldim, sırf bu şehidin anma yürüyüşünde kortejin en önünde görüleyim’ hevesi için...
Yerini kaptırmamak için direnen, tekme tokat kavga eden CHP’li uygar, ilerici vekillerin de Sarıgül’den en ufak bir farkı olmadığı gibi, şehit edilen asteğmen Kubilay’ı anma yürüyüşüne ‘kaba kuvvet’ ve şiddeti taşıdılar. Hepimiz de gördük, izledik. Merak ediyorum, koskoca Ana Muhalefet Parti’sinin Genel Başkanlığı’na aday olan bu kişi, daha sonra kendini seyredip, gördüklerini beğendi mi?
Laf siyasete gelmişken, Suriye ziyareti sırasında yanlışlıkla, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak takdim edilen Recep Tayyip Erdoğan’ın yüzündeki, ‘Ohhh diline sağlık Allah söyletti’ gülümsemesini gördünüz mü?
Bakın bir süreliğine bıraktım ‘popüler kültür mantarlığı’nı, siyasete merak salayım dedim. Ama yokmuş birbirlerinden farkları...
Yazının Devamını Oku 24 Aralık 2004
Her hafta işyerime gelen dergiler arasında sosyete dergileri de var. Bu dergilere baktıkça <B>şu ‘sosyete’ denen ‘kurum’ ile ilgili, bazı şeyler giderek daha fazla merakımı celb etmeye başladı vallahi.Bir sosyete dergisinin kapağında, evinde olduğunu sandığım bir koltuğa uzanmış bir halde, ağır sosyete mensubu Ender Mermerci’nin gayet artistik bir resmi bulunuyor. Muhtemelen Ender Hanım, bu resmi çektirmek için kuaföre gitti. Önce saçlarını, sonra bir makyöze makyajını yaptırdı. (Hoş bu klana mensup kadınları, makyajsız görebilme olasılığı yok. Sanıyorum makyajları Doğuş’un gözaltları gibi doğuştan!)
***
Sonra söz konusu resimlerin çekileceği mekana kurulan ışık altında saatlerce oturup poz verdi. Ne için? İşte işin en çok merak ettiğim kısmı burası.
Bildiğim kadarıyla Ender Hanım, herhangi bir filmden rol teklifi bekleyen bir oyuncu değil, podyuma çıkacak bir model değil, satacak herhangi bir kaseti de yok. Yani herhangi bir reklama, tanıtıma ihtiyacı yok. Hani herhangi bir yerde iki üç tane resmi fazla çıksa, başı da göğe ermez.
E niye katlanılır o zaman bunca eziyete? Yani kapak olmasa neyi eksilir? Haaaa ‘ağır sosyete’ olmanın şartlarından bir tanesi de, herhangi bir sosyete dergisine kapak olmaksa eğer, diyecek lafım olamaz tabii ki! Şart mıdır yani? Bilmediğimden soruyorum....
***
Bu sosyete mensupları bende, neden bilmem hep işi gücü olmayan insanlar duygusu uyandırıyorlar. Yahu insan hiçbir daveti mi kaçırmaz? Hiç mi yorgun olmaz?
Mesela o davetlerin yapıldığı tarihlerde hiç mi herhangi bir işi çakışmaz? Hasta olmaz? Keyifsiz olmaz? Canı hiç mi şöyle bir gece de ayaklarını uzatıp evinde gerine gerine, makyaj yapmadan, giyinip süslenmeden oturmak istemez?
Bu davetlere gitmeyeni ‘yok’ yazan bir sınıf başkanı var mı mesela? Mazeretsiz olarak gitmeyenler, sınıf başkanı tarafından ‘tek ayak üzerinde durdurularak’ mı cezalandırılıyor? Gitmemenin cezası, birkaç yıl süreyle ‘sosyete davetlerinden men’e kadar varıyor mu yoksa?
Bu arada sosyeteye mensup kişilerin ne kadar da yüksek sanat zevkleri var yahu. Bir bakıyorsunuz ‘Batı Resminin Büyük Ustaları’ isimli bir resim sergisinin açılışındalar, bir bakıyorsunuz ‘Moskova Musika Viva Orkestrası’nın unutulmaz müzik ziyafetindeler. Bir bakıyorsunuz ‘Modern Sanat Müzesi’nin açılışındalar, bir bakıyorsunuz bir filmin, tiyatro oyununun galasındalar. Bir de bu kadar davete, galaya, açılışa gitmek ağır mesai tabii!
Bir kere giyeceğin kıyafetle daha önce hiç resmin çıkmamış olacak, bu bir. ‘Haftanın rüküşü’ seçilmemek için kıyafetine çok özen göstereceksin, bu iki. Her zaman yaşından ‘genç ve diri’ gösterecek bir kıyafet olmalı, bu üç. ‘Pişti olma’ riskine karşılık giyilen kıyafet hiç kimsede olmayan, yalnızca sende olan bir kılık olacak, bu da dört! Eh az mesai değil gördüğünüz gibi.
***
Ben bu dergilere baktığımda, belirli bir yaşı geçmiş sosyete kadınlarını birbirinden ayırt edemiyorum üstelik! Hepsinin yüzündeki ifade ve yüz biçimleri gerile gerile, botokslana botokslana, silikonlana silikonlana birbirine benzemiş çünkü. Memleketimizde hiç şöyle yaşını başını almış bir sosyete mensubu yok. Hepsi zamana ve doğaya meydan okuyor.
Aslında ne kadar avantajlı bir durummuş bu ‘sosyete mensubu’ olmak. Hem hiç yaşlanmıyorsunuz, hem yüksek sanat zevkiniz oluyor, hem de başınızı kaşıyacak vaktiniz olmuyor.
Birisi acilen bu konuda kitap yazmalı. Popüler kültür mantarı olarak, haftada dört kez piyasaya sürülen diyet kitapları kadar çok satacağına eminim. Kitabın ismi de benden: ‘Nasıl sosyete olunur? Pratik sosyeteye duhul edebilme teknikleri.’
Yazının Devamını Oku