Zor iş(miş) yazı yazmak. Bugün günlerden daha cuma ama siz bu yazıyı okurken, pazartesi olacak.
Geçen gün büyük bir ümitle Yazı İşleri Müdürü Emre Bey’i arayıp sordum, ‘Bayramda da benden yazı isteyecek misiniz?’ diye. Emre bey ‘ Evet’ deyince, iki günlük yazı yazmam gerektiğini fark edip, daha çok karamsarlığa kapıldım.
Oysa eskiden dini bayramların sadece birinci günü gündelik gazeteler yayınlanır, ikinci ve üçüncü günlerinde ise Gazeteciler Cemiyeti’nin hazırladığı ‘BAYRAM’ Gazetesi çıkardı. Gazeteciler de bayramlarda tatil yaparlardı. Hatırladığım kadarıyla, sayfası bol bir gazeteydi Bayram Gazetesi.
Neden bilmem eski bayramlara dair aklıma gelen ilk şey ‘Bayram Gazetesi.’
İşte gazetede yazı yazmanın bir derdi de bu. Günün anlam ve önemine uygun yazı yazacaksın diye kendini kasmak!
Şimdiye kadar hiç takvime bakmadan çalakalem yazdığım için, yazımın yayınlanacağı günün ‘önemli bir gün’ olup olmadığını bilmeden yazdım hep yazdıklarımı.
Ama şimdi, bu yazının Şeker Bayramı’nın ikinci günü yayınlanacağını biliyorum ya, mutlaka ‘bayram yazısı’ yazmalıyım gibi hissediyorum nedense?
Çünkü tatile gidilecek ya, daha günler öncesinden başladı, ’bayram tatili’ kıvranmaları bende. Tıpkı bu bayram olduğu gibi, cumartesi pazara gelen ‘bayram tatilleri’ büyük hayalkırıklığına uğratıyorlar beni. Yok korkmayın en klasiğinden bir ‘bayram’ geyiği daha yapmayacağım. Eskiden büyüklere el öpmeğe giderdik, şimdi dini bayramlar tatil vesilesi oldu geyiği yapmayacağım.. .
Hem bayramda tatile gitmek niye kötü oluyor? Kendi adıma konuşayım, benim için hayırlı bile oluyor.
Bundan birkaç yıl önce, ben de son modaya uyup ‘cool’ takılayım dedim ve ‘Bayramda her yer çok kalabalık oluyor, tatil yapmasını bilmeyen Türkler(!) her yeri dolduruyorlar, şöyle sakin sakin evimde oturup, huzurlu(!) bir bayram geçirip, kafamı dinleyeyim’ diye karar verdim.
Arife gecesinden, huzurlu bayram hazırlıklarına başlayıp, elimde kumanda televizyonun karşısında uyuya kaldım. Sabah ısrarla çalan kapı ziliyle açtım gözlerimi. Ama zil ne çalmak, zır zır susmuyor. Gözümün ucuyla saate baktım. Daha saat yedi, sabahın körü yani. Ama yok durmuyor zil.
Uyku mahmuru açtım kapıyı, karşımda dört beş tane, ellerinde naylon torbalarla çocuklar. ‘Bayramınız kutlu olsun’ diye, sarıldılar elime, öpmeye çalışıyorlar. Ben neye uğradığımı şaşırmış vaziyette, ne yapmalıyım şimdi diye düşünürken, asansörün kapısı açılıp, ikinci ‘naylon torbalı şeker toplayan çocuklar’ dalgası geldi dayandı kapıya.
Hani ben de öyle bayram geldi, hisli ve de içli şeker reklamlarından çok etkilendim, eve ‘şekerleme ‘alayım diyenlerden olmadığımdan, bulunmuyor evde öyle şeker, meker.
Allahtan gürültüleri duyan tedarikli karşı komşum, elinde şekerlikle kapıya çıktı da, kaldığım zor durumdan kurtardı beni. İlk dalgayı savurup, tam içeri girecekken, zil yine çalmaya başladı. Ve zil, ben zili yerinden sökene kadar bütün gün çalmaya devam etti.
Hem bayram tatiline gitmek niye kötü olsun ki? Eskiden, el öperdim herkes bana harçlık verirdi. Şimdi bütün kuzenler, kuzenlerin çocukları benden harçlık bekliyor.
Hem de eskiden elini öpüp, harçlık aldığım, bayram sabahları o çocuksu neşeyle kahvaltı edip, el yapımı baklavalarını yediğim dedemleri, anneannemi, babaannemi, halalarımı, eniştelerimi bu kez mezarlıkta ziyaret etmek zorunda kalmıyorum.
Artık ‘hayatta olmadıkları’ gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmek zorunda da kalmıyorum.