Paylaş
Tabi alım gücüyle desteklenmeyen isteğe talep denmiyor. Bir gün ABD Başkanı olmak istiyorum diye bir isteğin olamaz. Evde çekirdek çitleyerek böyle bir hayal kurmamalısın. Hayallerin gerçekleşmesi için didinmek gerek.
Ama, hayal kurarken de gerçekçi mi olmalıyız yani?
BİR FİLM ÇEKMEK
İşte hayallerimin en başında gelen iş. Oturup iki tane film senaryosu da yazdım. Biri korku filmi, diğeri komedi. Dönüp dönüp okuyorum da.
Korku filmi çok korkunç olmuş, komedi filmi de çok komik!
Zaten korku filmini yazarken bile çok korkmuştum. Gündüz yazılmıyor bu meret. Dışarıdan kuş sesleri gelirken yapılacak iş değil. Geceyi bekliyorsun, ev sessizleşince klavyenin başına geçiyorsun. Bilgisayarda bir gerilim müziği açıyorsun. Başlıyorsun yazmaya. Saatler ilerledikçe evden çıtırtılar gelmeye başlıyor. Bir ürperti geliyor, habire arkana bakıyorsun. Yorulup bıraktığında daha da kötü. Işıkları söndürüp yatağa giderken gölgelerden tırsıyorsun.
Bütün bunları azaltmak için televizyona Sünger Bob açıp, ortamı yumuşatmaya çalışmışlığım çoktur!
Ama film çekmek derken bahsettiğim bu değil. Bir film setinde yer almak. Yazdığım senaryoyu çekmek. Geceler boyu montajında uğraşmak. Sonra oturup seyretmek. Kim bilir ne keyiflidir!
İnşallah, bir gün...
DİSNEYLAND’E GİTMEK
Oldum olası içim Amerika’yı hiç almadı. Avrupa kıtasını tamamen gezdim sayılır. Çin’inden Endonezya’sına, Singapur’undan Tayland’ına Asya’da fena dolaşmadım. Ama Amerika’ya hiç gitmedim. Sevmiyorum yahu, zorla mı?
Fakat Orlando Disneyland’a gitmeyi, tertemiz bir kafayla – o nasıl olacaksa - gezmeyi, en az on beş, yirmi gün sadece orada takılmayı çok isterim.
Çocuk gibi heyecanla, oradan oraya koşturacağıma eminim. Ama hayaller Disneyland, gerçekler İstanbul. Zaman varsa para yok, para varsa zaman yok.
Elbet bir gün...
KENYA’DA SAFARİ
Zaten TV izlemiyorum pek. İzlediğimde de belgeselciyim ben. Her hafta bir belgesel önermemden anlamışsınızdır. Tabi ki haftada bir adet bir belgesel seyredip, sadece onu önermiyorum. Seyrettiklerimin bir çoğu insanla ilgili belgeseller. Ama hayvan belgesellerini de ekrana yapışmış şekilde seyrederim. Bir gün aslanı, kaplanı, zürafayı, fili, timsahı kendi doğasında görebilmeyi hayal ederim.
Hayvanat bahçelerini hiç sevmem. Doğada baş başa kalsan seni iki dakikada paketleyecek görkemli aslanları, bir koşmaya başladı mı tozunu göremeyeceğin ceylanları, dibine kadar sessizce gelse fark etmeyeceğin timsahları ve diğer tüm harika ötesi mahlukatı, kafeslerde miskin miskin hapis hayatı sürerken görmeye tahammül edemiyorum.
Sirklerden nefret ederim. ‘Çocukları sirke götürelim mi?’ diyen arkadaşımın, çektiğim nutuktan tansiyonu düşer. İnsan gibi davranmaya eğitilmiş(!) türlü akıllı hayvanın şov malzemesi olarak kullanılmasını kabullenemiyorum. Bu eğitimlerde hayvanlara nasıl eziyet edildiğini biliyorum çünkü.
Ben onları kendi doğalarında görmek isterim. Hayvanat Bahçesi’nde, yeşil pis suyun içinde, sakin sakin duran su aygırı ile; Masai Mara’da gördüğün, sana ters ters bakan, canı sıkılırsa kaçmakla kurtulamayacağın, beş metrelik, bir kaç tonluk su aygırı arasındaki farkı görmeyi isterim.
Bir kerecik, insanoğlu denilen yaratığın yemek olarak değerlendirildiği bir yerde olmak! Güçsüz hissetmek...
OSCAR TÖRENİNE GİTMEK
Tabi ki çektiğim filmle gitmek değil! Nerde? Çekmeyi hayal ettiğim film zaten gişeyi görecek mi, sanatsal yönü olacak mı, toplumsal bir konuyu işleyecek mi ki Oskarlara davet edileyim? Böyle bir hayal değil benimkisi.
Şöyle jilet gibi smokini giyeceksin, Nünü’yü koluna takacaksın. Nerden gireceğiz, bizi alırlar mı, ‘durmayın orda, hişt!’ diye azarlanır mıyız? diye çekinmeden; göğsünü gere gere, davetli olarak şu töreni bir canlı izleyeceksin!
Scarlett Johansson’la göz göze geleceksin, sana bir gülümseyecek, centilmence selamlayacaksın. Nünü sana ters ters bakacak. Kadraja Johnny Depp girecek. Nünü hayran hayran adama bakarken, gıcık olacaksın.
Çok şahane olmaz mı ya?
KALABALIKLARA OYNAMAK
Şimdilik ayda bir, BKM Mutfak’ta stand up yapıyorum. Kendi yazdığın şakalara, abartarak anlattığın hikayelere, arada ona buna sarmana insanların gülmesi o kadar güzel bir duygu ki.
Oyundan hemen sonra, ya da sosyal medyada insanların ‘eğlendikleri için’ sana teşekkür etmelerinin parasal bir karşılığı yok! Zaten bu işte de öyle bir para yok.
Bunu çok daha büyük kalabalıklara yapmayı isterdim. İnsanlarda seninle ilgili oluşan toleransın artması ile ilgili bir konu tabi bu. Seni sevmeye başladıklarında, artık ne söylersen gülüyorlar demek istemiyorum. Ama yine de genel sevginin gülmeye etkisi büyük.
Sokakta yürüyemez hale gelmek değil arzum. Hala metroya binip işime gidebilmek. Ama metroda birinin beni önceden seyretmiş olması ve bana bakıp gülümsemesi çok hoş bir duygu olsa gerek.
Bir keresinde Erciyes’te bir otelde, sezon dışı bir tarihte, kapalı bir topluluğa gösteri yapmaya gitmiştim. İlk günkü gösteriden sonra, bir gün daha otelde konakladım. Otelde iki yüz kişi vardı, hepsi ‘mecburen’ oyunu izlemişti. Ertesi gün artık herkes beni tanıyordu. Asansörde, tuvalette, lobide...
Yüzde yüzlük bir tanınmaya ulaşmıştım. Göz göze geldiğim herkes gülümsüyor, o sırada sıradan bir olaya tanık olsak da ‘sen bundan da bir espri çıkartırsın artık!’ diye tepkiler alıyordum. Kısa süreli bir ‘çok ünlülük’ durumuydu. Beş dakika yalnız kalamadım. Otelden çıkınca kimse tanımıyordu tabi!
Hayat boyu yaşayanlara Allah kolaylık versin!
Getirdikleriyle değil, sadece o anıyla; çok kalabalık salonlarda insanları durmaksızın güldürmeyi isterim!
Sonra herkes evine, ben evime...
*
Not: Bana Twitter, Facebook ve Instagram’dan ulaşabilirsiniz: @anlatanadam
Paylaş