1 Şubat 2004
<B>GÜVEN</B> konulu yeni Akbank reklam kampanyasına şapka çıkarıyorum. Akbank daha önce ‘‘güven’’i esas alan kurumsal imaj reklamı yapmıştı ama ‘‘güven’’i hiç bu kadar etkili anlatmamıştı. Bir kere kullanılan metafor toplumu can damarından yakalıyor. Filmde, riskli bir şekilde araç kullanan kişi sonunda bir trafik aracına tosluyor, daha güvenli, daha yavaş bir sürüşü tercih eden araç ise yoluna güvenle devam ediyor.
Hızlı aracın dolara marka yüksek faiz veren batık bankaları, yavaş aracın düşük faizle yoluna güvenle devam eden Akbank'ı temsil ettiği çok açık. Peki çarpılan trafik aracı neyi temsil ediyor? Tahminen bankalara el koyan BDDK'yı. Çarpan aracı bir de çekilmiş araçlar parkında görseydik senaryo tam olurmuş. Park neyi mi temsil edecekti? Tabii ki Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'nu. Daha sonra da aynı aracı yine hız yaparken görseydik ve aracın sürücüsü de kameraya dönüp ‘‘Borcumu teneşir vadeye yaydılar yine yollardayım’’ deseydi kimleri temsil ediyor olurduk? Buldunuz mu?
Filmin prodüksiyon kalitesi oldukça yüksek. Akbank'ı güvenilir yapan özelliklerin vurgulandığı basın reklamındaki ‘‘korumacı anne-desteğe ihtiyacı olan kız çocuğu görseli’’ kampanyanın özünü çok iyi tekrarlıyor. Akbank bu kampanya ile güç algısına güç katıyor.
(Reklam Ajansı: Yorum Publicis Rating: * * * * *)
Doktor Turist Ömer mi
CEM Yılmaz'lı ikinci Doritos Ala Turka reklamı da yayına girdi. İkinci filmde jan janlı dolandırıcılarımız polis tarafından yakalanıyorlar. 30 saniye içinde Cem Yılmaz'a ait ne varsa görmek müthiş keyifli. Reklamı tekrar tekrar izliyorsun sıkılmıyorsun. Reklamın gücü burada. ‘‘İnsan yiyecek bunu oğlum’’, ‘‘Biz üretici değil yiyiciyiz’’, ‘‘Beni çekmeyin ürünü çekin’’, ‘‘Eğitim şart!’’ esprileri Cem Yılmaz hayranlarını koma durumuna sokmaya yetiyor. Bu filmde mizahın ürünle ilişkisi daha kuvvetli. Bu nedenle de Ala Turka Cem Yılmaz'ın dayanılmaz ağırlığı altında ezilmiyor.
Tek hata mahkumluğun hayal edildiği sahnede. İlk filmdeki Hawai hayali gerçekçiydi. Jan janlı bir Türk dolandırıcının kendini Amerikan cezaevi klişeleri içinde hayal etmesi ise teknik anlamda saçma. Normal giden seyri saçma reklam türüne sürüklemek (yine teknik anlamda) inandırıcılığı zorluyor. Bu hata olmasa beş yıldız kesindi. Reklamı tekrar tekrar izleyin. Özellikle Doktor'un kafasını kendi bastırıp polis otosuna bindiği planı... Doktor tiplemesi Turist Ömer'e ne kadar benziyor değil mi? Çok severdim. Sadri Alışık'ı. Kucak kucak sevgi gönderiyorum buradan oraya, alsın, kabul etsin.
(Reklam Ajansı: Alice BBDO Rating: * * * *)
Yerim seni sosis
GÜZEL ve doğru basın reklamları görünce sevindirik oluyorum. Dün Hürriyet'te yer alan ‘‘Mükemmelsiniz dediler çok sevindik’’ başlıklı Maret reklamını gördünüz mü? Maret, gıda üretim süreçlerini ve hijyeni onaylayan bir Amerikan Institute of Baking'den bir ‘‘mükemmellik sertifikası’’ almış, markasına olan güveni perçinlemek için bunun iletişimin yapıyor. Görsel başlık uyumu, dikkat çekicilik süper. Tüm bu etkileri yaratan da gülen bir sosis. Maret için memnuniyeti ifade eden bundan daha uygun bir sembol olabilir mi? (* * * * *)) Hep söylüyorum, bir kere daha söyleyeyim. Basın reklamları da böyle yaratıcı olmalı. Diyeceğini farklı söylemeli. Son yıllarda televizyondan doğan ve gündeme oturan bir haber söyleyebilir misiniz? Söylemezsiniz. Söz uçar, yazı kalır. Gündemi yaratan yazılı basındır. Basın reklamının en büyük gücü de buradadır.
AKP'nin ‘duble kazığı'
ERTUĞRUL Özkök Marmara Depremi'nden sonra türbanlı bir protestocunun elinde taşıdığı ‘‘7.4 yetmedi mi?’’ pankartını içine sindirmediğini yazmıştı.
Bu pankartın arkasında yatan ‘‘Çok günah işlediniz Allah sizi cezalandırdı mantığını’’ o günden bu yana ben de içime sindiremiyorum. Bu mantıkla bakarsak son elli yılın en ağır kış şartlarıyla da Allah AKP'ye verebileceği en büyük cezayı verdi. Hem de ne ceza! İki saat içinde İstanbul kara teslim oldu. Din(ci)darlar daha iyi yönetici efsanesi tuş!
Yukardaki haklı ama! Sana dua et diye bağışladığı mekanların minarelerini süngü, kubbelerini miğfer yaparsan, sonra da duble yollarla duble kazık atarsan, o da cezanı böyle verir işte!
Son dönemde AKP'nin yeni yaptığı duble yollardan geçen oldu mu? Tam bir rezalet. Sivrihisar- Eskişehir arası dökülüyor. Bozüyük-Eskişehir arası yol çöktü, duble yol oldu single yol. Türkiye'nin dört bir yanındaki duble yollar delik deşik. İslami kesimin yıllardır iflas ettiğini kanıtlamaya çalıştığı laik hükümetlerin yaptığı yollar ise dimdik ayakta. Bakınız Ankara-Sivrihisar-İzmir yolu. Yıllardır jilet gibi. Fark çok açık.
Delik deşik duble yollar bize diyor ki: Yok aslında AKP'lilerin diğerlerinden bir farkları. Onlar da Türk ve temel hataları sezgilerini bilimsel bilgi olarak kabul etmeleri. Tek farkları iyi hatip, imam hatipli olmaları!
Ben bunu zaten biliyorum da kanıt isteyenler için yazıyorum. Belediye seçimlerinde kulağınıza duble yol olsun. AKP, MKP dinlemeyin kim doğru adaysa ona oy verin.
Paris'te son hip-hop!
FRANSIZLARIN ne kadar milliyetçi olduğunu, cafe kültürlerini bilirsiniz. The Wall Street Journal'da Matthew Kaminski, Paris'e açılan ilk Starbucks cafe sonrasında, Jean Paul Sartre'ın kemiklerinin sızladığını söyleyerek, soruyor: ‘‘Bu Fransız medeniyetinin en son çöküşü mü?’ Kaminski'ye göre bu sorunun yanıtı ‘‘evet’’. ‘‘Amerikanlaşıyoruz, Fransız kültürü elden gidiyor’’ tartışmasını McDonald's için yapmışlar, Fransa'daki McDonald's sayısı 990'a ulaşmış. Fransa bugün Big Mac tüketiminde dünyada beşinci sırada. Yine Kaminski'ye göre Sartre'ın varoluşçuluk felsefesinin temellerini attığı Le Flore'de, bir fincan kahveyi 4 Euro'ya satarsan olacağı bu... Starbucks'da aynı kahve 1.60 Euro.
Buradan ne sonuç çıkarıyoruz? Değişen hayat tarzları, felsefe beşiği, felsefe yoksulu tanımıyor, buldozer gibi eziyor geçiyor. Yeni hayat tarzı herşeyi ucuza, anında ve kaliteli istiyor. Ya bu isteklere ayak uyduruyor, üretim ve pazarlama süreçlerini gözden geçiriyorsun ya da eriyip gidiyorsun. Fransa'da mağazalar yasal kısıtlamalar nedeniyle haftada sadece 72 saat açık kalabiliyor Amerika'da ise 130 saat. Tahmin edin bakalım kim daha verimlidir?
Özet: ODTÜ'nün post-modern devrimcileri hazırlıklı olun! Amerikanlaşmanın yeni ikonu Starbucks geliyooorr! Hücuuuum!
Herkese aynı zam çözüm değil
2004 yılı için Türkiye'deki özel ve kamu tüm kuruluşları uyaracağım. Enflasyon düşüyor. Fiyat artırmak rekabeten (yeni sözcüktür, kendimi kutlarım) mümkün değil. Tek çözüm maliyetleri kontrol etmek, en az girdiyle en fazla ürünü ya da hizmeti üretmek, yani verimli davranmak! Kurumlarınızda verimliliği esas alan bir kurum kültürü oluşturun. Herkese de aynı oranda zam yapmayın. Herkese aynı oranda zam! Nasıl bir mantıktır bu! Komünist bir ülkede mi yaşıyoruz. Daha iyi, daha verimli, daha motive olmuş çalışan ne olacak? Boşyere mi çok çalıştı o? Daha iyi performansı ödüllendirin. 2004'ün anahtar kelimeleri bunlar. Verimlilik ve performans yönetimi. Lafta değil ama. Gerçekten. Demedi demeyin.
Çekirgelik
Aptal şansının sürekli olması zordur!
(Robert Duboff)
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2004
Vizontele Tuuba'yı gala gecesi izledikten sonra bir kere daha karar verdim ki Yılmaz Erdoğan tam anlamıyla bir inceci. Yılmaz Erdoğan sinemasını, Yılmaz Erdoğan tiyatrosunu, Yılmaz Erdoğan şiirini, Yılmaz Erdoğan stand-up'ını 'ince ince dokunduruyor'dan daha iyi tanımlayan bir ifade tanımıyorum.
Yılmaz Erdoğan'ın yaratıcı ürünlerini tüketirken onun bir homo şairus ve homo siyasicus olduğunu baştan kabul etmek gerekiyor. Öyle ya da böyle siyasi bir dokundurma yapmadan, şair ruhunu konuşturmadan rahat etmiyor Erdoğan. Vizontele Tuuba'da da bu konuda Nirvana'ya ulaşıyor.
Vizontele Tuuba, Vizontele'den altı yıl sonra geçiyor. Öykü en az Vizontele kadar zeki tasarlanmış. Hakkari'ye 12 Eylül 1980 askeri darbesinin gölgesi düşüyor, kütüphanesi olmayan kasabaya eski solcu bir kütüphane memuru atanıyor, Deli Emin kütüphanecinin kötürüm kızına áşık oluyor, jandarma komutanı kendini ahaliyi kötü düşüncelerden korumaya adıyor, sağ-sol çatışması alıyor başını yürüyor, sonunda da bildik son: Asker önüne geleni cemselere doldurup önüne katıyor!
Vizontele Tuuba'da Aziz Nesin kırıntıları var, Uğur Mumcu'nun Sakıncalı Piyade'sinin kırıntıları var, Yılmaz Güney kırıntıları var. Erdoğan hepsini hamur yapıp, filmin sonunda cemselere doldurulup merkeze götürülenlerin peşinden mesajını patlatıyor: Yapmak istedikleri yasal değildi ama hiçbiri de yasalara karşı olan şeyleri yapmamışlardı!
Vizontele Tuuba da ilki gibi keyifle akıyor. Yılmaz Erdoğan'ın inceci mizahının bu akışta payı büyük. Bana ikinci filmde, akışkanlığı bozan daha fazla keskin geçiş var gibi geldi. Ancak Erdoğan'ın yönetmen olarak daha da ustalaştığı, planlara artık yüreğini daha istediği gibi koyduğu da kesin.
1979'da Türkiye'de sağ-sol kavgasında ölenlerin sayısı 1500’den fazlaydı. O dönemde yaşadığım Ankara, bu şiddetten nasibini alan kentlerin başında geliyordu. Bu nedenle filme yansıyan Hakkari'deki ılıman siyasi iklim ve 'yasalara karşı olan şeyleri yapmamışlardı' tezi garibime gitmedi desem yalan olur.
Günün sonunda, Vizontele Tuuba tabii ki bir Yılmaz Erdoğan yorumu, eğer Hakkari'den bildiren Erdoğan 12 Eylül öncesi dönemi oradan böyle algılamışsa ne diyebiliriz. Mutlaka Vizontele Tuuba'yı görün diyebiliriz. Yılmaz Erdoğan zekasını sinema perdesinde izlemek farklı bir duygu. Kaçırmamak lazım.
Elveda Lenin'i bir yerlerden tanıyorum
Anneniz kalp krizi geçirmiş, dokuz ay komada kalmış ve 24 Ekim 1980 tarihinde kendine gelmiş olsun. Doktorunun söylediği de şu: Aman heyecanlanmasın, yoksa kaybedebiliriz.
Anneniz sıkı bir sosyalist. Çocukluğunuz annenizden dinlediğiniz 'Baban başka kadına kaçtı' öyküleri ile geçmiş. Bu nedenle annenize çok bağlısınız, onun için canınızı verecek durumdasınız. Ne yaparsınız?
Öyle 'bön bön' bakmayın, bir şeyler yapmak zorundasınız. Kadın komaya gireli Türkiye çok değişmiş durumda.
Turgut Özal 24 Ocak kararlarını almış, ekonomi serbest hale gelmiş, ihracatçılara teşvik almış yürümüş, ithalat serbest bırakılmış, ortalık yabancı üründen geçilmez olmuş. İçine kapanık Türkiye açıldıkça açılmış, her köşe başı kapitalistten geçilmemeye başlanmış, üstüne üstlük bir de 12 Eylül 1980'de askeri darbe olmuş, ne yaparsınız?
Kadını öldürecek misiniz? Türkiye'nin değiştiğini göstermemek için annenizi televizyondan ve değişen unsurlardan uzak tutmak istemez misiniz? Böyle yapınca da ortaya tiraji komik bir durum çıkmaz mı?
Güzel öykü ama değil mi? Güzel ama her zaman olduğu gibi biz Türklerin aklına gelmemiş Wolfgang Becker ve Bernd Lichtenberg'in aklına gelmiş. Değişimin başlangıç noktası da 'Berlin Duvarı'nın yıkılışı' gibi çok önemli bir kilometre taşı olunca Elveda Lenin 2003 yılında birçok festivalde ödül almış.
Elveda Lenin'i ödüllere götüren tek nokta, kendine Berlin Duvarı'nın yıkılışı ile birlikte Doğu Almanya'nın yaşadığı kapitalist dönüşümü konu alması. Peki film kapitalist dönüşümü yansıtabiliyor mu? Kesinlikli hayır, ucunda kalıyor. Yönetmen Becker daha çok aile arası ilişkilere dalınca, 'şeytan ve melek' arasında bir tercih yapamayınca resmen her şey kursağa diziliyor.
Elveda Lenin'de bazen tempo düştükçe düşüyor hatta yerlerde sürünüyor. İnatla sonuna kadar dayandığınızda ise filmin beyninizde bıraktığı dramatik tat, yala yala bir süre bitmiyor. Sosyalizm ve kapitalizm arasında hálá gitgeller yaşayanlar için Elveda Lenin düşünce kışkırtıcı olabilir. Deneyin bakalım.
Beşiktaşlı arkadaşlarımı tanıyamaz oldum
5 kırmızı kartlı Beşiktaş-Samsunspor maçından sonra ne Lucescu'yu ne Serdar Bilgili'yi ne de Beşiktaşlı arkadaşlarımı tanıyabildim. Taraftarlık hırsı nasıl insanların gözünü kör ediyor anlamıyorum.
Lucescu diyor ki: 'Futbolcularım aşağılandı, tabii ki saldırgan olacaklar'. Bilgili diyor ki: 'Taraftar alt tarafı kartopu attı. Ben de kızıma kartopu atıyorum.' Arkadaşlarım, televizyondaki zır cahil yorumculardan etkilenerek diyorlar ki: 'İşin içinde derin devlet var. Bu işi Fenerliler organize ediyor'.
Pes! Vallahi de pes, billahi de pes! Benim izlediğim başka maç mı acaba? Derin devlet Pancu'ya nasıl tekme attırabilir? İtalyan gizli servisi ile işbirliği yaparak mı? Yoksa bizi bölmek isteyen CIA da işin içinde olabilir mi? Kesinlikle olabilir. Yıllardır bizi Kürt, Laz, Çerkez diye bölmediler, futbol arenasındaki şaibe goygoycularını kullanarak pekálá bölebilirler. Uyarıyorum! Bu gidişin sonu kötü, futbol yoluyla bölünebiliriz, kan dökülebilir. Soğukkanlı olun. Şaibe goygoyculuğunu bırakın, şaibe goygoycularına prim vermeyin. Futbol zevkimizi katletmeyin. Lütfen!
Cuma PARILTISI
Parıltı da nereden çıktı diyorsunuz değil mi? Cumaları gülerek kendimizi parlatmalıyız arkadaşlar. Bu gece hazırlık gecesi. Cumartesiye, tatile hazırlık yapılacak. Okunacak, izlenecek, yenecek, içilecek bütün hafta yaptıklarımız arkadaşlarla paylaşılacak, ruhen arınmaya başlangıç yapılacak. Tüm bunları yaparken gülümseme yüzümüzden eksik olmamalı. Bu gülümsemeye katkı için ara sıra değişik fıkralar yayınlayalım diyorum. Dağarcığınızda değişik fıkralar varsa lütfen paylaşın, burada yer verelim. İlk fıkra Zeynep Atılgan'dan:
Brejnev Küba'ya gelecekmiş. Kübalılar toplanmış bir hoşluk yapacaklar. Ülkenin ressamına başvurmuşlar: 'Bir tablo yap! Adı Brejnev Küba'da olsun'. Ressam 'Hadi oradan, ben adamı görmedim, üstelik hayatında Küba'ya gelmedi, ben adamın nasıl resmini yaparım' demiş. O aralar Havana'da bir inşaat ihalesi nedeniyle bulunan Temel olayı duymuş 'İhaleyi bana verin size istediğiniz tabloyu yaptırtayım' demiş. Adamlar çaresiz ihaleyi Temel'e vermişler. Temel bir hafta sonra kolunun altında tabloyla Kübalıların yanına gelmiş, 'İşte tablonuz' demiş ve hızla tuvalin üstündeki bezi aşağıya çekivermiş. Kübalılar bir bakmış, tabloda iki kişi yatakta, al takke ver külah. Küba Turizm Bakanı 'Bu ne?' diye gürlemiş. 'Bu ne? Bu kadın kim?'. 'Brejnev'in karısı' demiş Temel. Bakan yine sormuş: 'Bu üstündeki adam kim?' Temel: 'Brejnev'in uşağı'. Bakan köpürmüş: 'Brejnev nerede ulan!'. Temel yanıtlamış: 'Brejnev Küba'da, Küba'da!'.
Cuma LAKIRDISI
İyi çalışan, sık gülen ve çok seven başarıyı elde eder (J.Brown)
Cuma Takıntısı
İstanbul BKM'de Cem Yılmaz'ın stand-up'ını kaçırmayın. Tam üç saat gülmekten yüz kaslarım deforme oldu. İddia ediyorum Türkiye'ye Cem Yılmaz gibisi gelmedi, uzunca bir süre de gelmeyecek. Tırsmayın, gidin, kasmayın gülün!
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2004
<B>FANTA</B> 2004 kampanyasına Fantamania yani <B>‘‘Fanta Manyaklığı’’</B> adını takmış. Anımsarsanız Teoman yaklaşık iki yıldır ‘‘Fantağ Fantağ’’ diye canımıza yetmişti.
Bu kez Fanta karşımıza müzikle değil, mizahla çıkıyor. Seçilen ünlü de Beyaz. İlk filmin prodüksiyonunu hiç beğenmedim. Anlama eşiği de oldukça yüksek. Beyaz'ın sempatikliği filme geçmiyor. Beyaz markasının ruhunu iyi okumak ve uygulamalarda Fanta ile daha iyi özdeşleştirmek lazım. Turuncu saç, ruh değişimi esprileri eğer espri dozu biraz arttırılırsa daha etkili olabilir.
Fanta'nın bütünleşik pazarlama iletişimini başarılı uygulayan markalardan biri olduğunu da vurgulayalım. Fantamania'da da yine aynı bütünlüğü görüyoruz. Yarışmalar, stand-up'lar yine Fanta-genç ilişkisini güçlendirecek etkinlikler. Bu konuda Fanta'nın tutarlılığını kutlamak lazım.
Gelelim Beyaz'a. Beyaz bu yıl programında yaptığı farklı tiplemelerle gençliği kulbundan (ne demekse) yakaladı. Fanta birlikteliği de yaptığı çıkışın tuzu biberi oldu.
Acaba annesi babası Beyaz'a Beyazıt ismini koyarken Beyaz'lığın birçok markanın işine bu kadar yarayacağını düşünmüşler miydi? Tabii ki hayır. Ama yarıyor işte. Beyaz Rinso'da ‘‘Kar Gibi Beyazlığın’’ simgesi olmuştu. Fantamania kampanyasında ise Beyaz, Turuncu'nun karşıtı oluyor.
Gördüğünüz gibi bu çağda iş sadece çocuk yapmakla bitmiyor. İsim işine de çocuk ünlü olacakmış gibi baştan ciddiyetle eğilmek ve sağlam temellere dayalı seçim yapmak gerekiyor. Şu sıralar isim seçme aşamasındaysanız aralara bir Turka sıkıştırsanız fena olmaz. (Biz mahkemeye başvurduk küçük himininin adını Görkemturka, büyük himininin adını da Gülriyet olarak değiştiriyoruz. Nasıl ama?)
(Reklam Ajansı: Ogilvy/Mather Rating: * * * )
Aynı ‘merkez’den mi söz ediyoruz
‘‘CHP 5 sayfalık Ömer Dinçer makalesinde kaldı’’ diyenler var. Adamın adı çıkacağına canı çıksın... Çıkıyor da... Bugün seçim olsa halen yüzde 40'lara varan kararsız seçmenin CHP'ye burun kıvırma olasılığı çok yüksek.
Pazarlama gözlüğüyle baktığımızda burun kıvırmakta haklılar da. CHP ısrarla, dünyadaki ve Türkiye'deki yaşam biçiminin ve yaşam kültürünün nasıl değiştiğini görmezden geliyor, elindeki eski ürünü, hem de eski söylemle satmaya devam ediyor. Böyle olunca da son günlerde CHP'nin yaptığı sert muhalefet ‘‘eski ürün ve eski söylem’’ çerçevesine oturtulup, kolayca ‘‘CHP işte, şeriat korkusu yaratıp, kendine pay çıkarıyor’’ deniyor.
Oysa CHP, son günlerde sert muhalefet yaptığı birçok konuda haklı. AKP beyin yıkayıcılarının ‘‘merkez’’ dediği şeyle teknik olarak ‘‘merkez’’ denilen şey arasında dağlar kadar fark olduğu çok açık. Muhafazakar demokratlık falan tamamen propaganda taktiği. Çekirdek kadronun tek derdi var, merkezi yavaş yavaş aşırı dindarlaştırmak ve sonra da bu aşırı dindar merkezin partisi olmak.
Bakınız Ömer Dinçer'in, hálá ‘‘altına imza atarım’’ dediği makalesi. Bu makalede Dinçer İslami hareket iktidara gelince bürokratları dindarlardan atamanın yetmeyeceğini söylüyor. Bu sadece baskıcı devlet yönetimini insanileştirmek olurmuş. Eğer eski laik, otokratik düzenden kurtulmak isteniyorsa, mutlaka İslamı referans alan bir devlet ve toplum modeli yaratmak zorunluluğu varmış.
Ömer Dinçer sıradan biri değil. Başbakanlık müsteşarı. Bürokrat atamalarında en yetkili kişi. Atamalarda ilk kriterinin ne olduğunu kendi ağzıyla itiraf ediyor: Dindar olmak! Ve bunun yetmeyeceğini de itiraf ediyor. Ne yapmak gerekiyormuş? İslami referans alan yeni devlet ve toplum düzeni kurmak.
Şimdi sorarım size, ister CHP'li olun ister başka partili, Cumhuriyet'in temellerini sarsmaya yönelik ‘‘açık ve yakın tehlike’’ karşısında AKP'nin yapmaya hazırlandığı ‘‘Kamu Yönetimi Devrimi’’ne nasıl güvenirsiniz? Bazıları neyi devirmeye çalıştığını bu kadar açık ifade etmişken...
Derin omlet
SABAH yeni bir reklam kampanyasına başladı, eleştirmiyorum bile! Tamamen yanlış yönlendirici. Sabah ‘‘yeni şafak’’ oldu haberi yok, hálá televizyonda ‘‘ilkeli haber, bağımsız yorum’’ raconu kesiyor. Yemezler! Dindarlığa oynayan merkez partileri DYP ve ANAP'ın sonunun ne olduğunu gördük. Kimse aslı varken taklidini önemsemiyor benden söylemesi.
Yeni Hürriyet reklamını ise uygulama açısından çok ‘‘erkek’’ buldum. Tamam sadece ‘‘Pazartesi Hürriyet’’e vurgu yapılıyor ama sonuçta belleklerde daha çok ‘‘erkeklere yönelik’’ bir imaj kalmıyor mu? Kafalardaki Hürriyet gerçeğinin bu kadar ‘‘erkek’’ olduğunu hiç sanmıyorum.
Bir de derin devlet konusu var. Hürriyet reklamında sözü edilen derin omlet olmasın! Tam derin devlet sözünün geçtiği yerde ekrana omlet görüntüsü geliyor da. Ama yönetmen de haklı. Metin yazarı oraya derin devlet yazmış bir kere. Ne gösterilir ki, patlıcan salatası mı? (Valla fena fikir değil, bir denesek mi?)
Şaka bir yana Hürriyet'in ‘‘Pazartesi satışlarına’’ yoğunlaştığı reklamı stratejik olarak çok doğru bir reklam. Gazetelerin artık genel söylemleri bırakıp, ayrıntılara ince ayar çekmeleri gerekiyor. Bir de tabii ki ayrıntıya girerken genel imajlarına dikkat etmeleri.
(Reklam Ajansı: Klan Rating: * *).
Para ve iman kimde
BİRÇOK televizyon kanalı ya da televizyon programı ‘‘Beni daha çok AB grubu izliyor’’ diye ikna kampanyası yürütüyor. Burada da statünün ne işe yaradığını bilmemekten kaynaklanan şu önyargı seziliyor: AB sosyo-ekonomik statü grubuna sahip insanlar kültürlü, entelektüel seviyesi yüksek insanlardır, en azından yüksek okul mezunudurlar.
Türkiye'de eğitim ne kadar entelektüel seviyeyi etkiliyor bu da sorgulanması gereken bir konu ama biz şimdilik AB grubuna yönelik bir önyargıyı yıkmakla yetinelim. AGB'nin yapmış olduğu son ‘‘kurucu anket’’ sonuçlarına göre AB grubunun yüzde 39,4'ü ortaokul ve daha alt eğitim seviyesine sahip. Bu da çok normal. Kim size sosyo-ekonomik statü yüksek eğitimin tam göstergesi dedi ki! Sosyo-ekonomik statü dünyanın her yerinde yaşam standardının bir göstergesidir. Türkiye'de de para ile imanın kimde olduğu belli değildir. Belli midir?
Ne oldum dememeli
SAYGIN araştırma kuruluşlarından Taylor Nelson Sofres'in (TNS) finansmanını kendi üstlenerek yaptığı ‘‘Liderlerin Form Grafiği’’ araştırmasının Aralık 2003 ayağı bitti. TNS sonuçları bizle paylaştı biz de sizle paylaşalım.
Aralık sonuçlarına göre liderlerin form durumunda bir önceki aya göre küçük puan değişiklikleri var. Formunu en fazla artıran lider İsmail Cem. Onu Baykal izliyor ama Baykal'ın son dönemde yürüttüğü sert muhalefetin formuna fazla etki etmediği ortada. Uzan her gün form kaybediyor, yakında sıklet değiştirebilir! ANAP'ta ise lider değişiminin sadece kağıt üzerinde kaldığı görünüyor. ANAP'ın akıbeti AKP'ye ders olmalı. Bir parti ve lider ne oldum dememeli ne olacağı demeli!
Çekirgelik
Gerçekler öğrenilince 'sanmalar' biter!
(Huzeyl)
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2004
Türkiye televizyon tarihine geri dönüp baktığımda Popstar kadar hem medyanın hem geniş halk kitlelerinin gündemini meşgul eden ikinci bir program anımsamıyorum. Türkiye adına da memnunum, Popstar starları sayesinde yurdum insanı en azından bir süre için Hülya Avşar ve Gülben Ergen'in tacizine uğramaktan kurtuldu!
Popstar'ın bitmesine bir Firdevs, bir Bayhan, bir Abidin kaldı, Popstar üzerine görüş bildirmeyen kalmadı (Bir Erman Toroğlu var. Gerçi fırsat olsa o da araya iki popstar yorumu attırırdı. Siz bu haftasonu Maraton'u kaçırmayın en iyisi). Bir uçta 'alt tarafı eğlencelik bir yarışma programı çok çekiştirmeyin' diyenler var, diğer uçta 'üzerine sosyolojik, psikolojik, antropolojik araştırma yapılması lazım, bu yarışma Türkiye'nin aynası' diyenler. Oysa Popstar artık sadece bir yarışma değil. Popstar aynı futbol gibi özünden yani bir ses yarışmasından çok şey ifade ediyor. Popstar’ı sadece bir ses yarışmasına indirgemek çok hatalı olur. İnanmıyor musunuz?
Gelin izleyenlere soralım. Hem de Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi öğrencilerinden Popstar'ın içine düşmüş olanlara... Sekiz öğrenci seçtim. 21-22 yaşları arasında... Onları 'Fokus-odak grup' tekniğini kullanarak, Popstar üzerine konuşturdum.
İki saat süren görüşme sonucunda vardığım sonuç şu: Popstar izleyen biri yarışmadan çok daha fazla şey izliyor. Üstelik ne izlediğinin de farkında! Popstar izleyicisi entrika izliyor, acımasız eleştiri izliyor. Kararlarının bir jüri tarafından onaylanması hoşuna gidiyor, tüm bunların canlı canlı olmasını, yapay olmamasını istiyor.
KURGU İLE GERÇEK ARASINDA
Popstar geceleri her evde arkadaşlara, aile üyeleriyle popstar jürisi kuruluyor, 'Nane nane' gibi karikatür tipler eğlenceli dakikalar geçirmeye yarıyor. Armağan yarışmayı izlenir kılan önemli unsurlardan biri. 'Bugün ne giyecekler?', 'Deniz Seki'nin bacakları görünecek mi? Zerrin Özer heh heh neye gülecek mi?', 'Bakalım Elena Barış Manço'nun şarkısını iyi söyleyebilecek mi?' gibi sorular Popstar’ı tekrar tekrar izlemeye yarayan meraklandırıcılar. Popstar izleyicileri arasında Biri Bizi Gözetliyor izleyicileri yaygın.
Yarışmacıların çevresinde dönen entrikalar 'kulaktan kulağa' iletişimi tetiklediği için Popstar etrafta çok konuşuluyor. Sonuca yaklaştıkça da konuşmalarda kapsama alanı dışında kalmak istemeyenlerin eklenmesiyle izleyici sayısını artırıyor. Popstar'ın içine düşenler Popstar'a doymuyor, gazetelerden, televizyon haberlerinden de Popstar öykülerini yakından takip ediyor.
Üzerinde en çok düşünülen konu 'Acaba bütün bu olanlar kurgu mu?' İzleyenler 'kurgu mu, gerçek mi?' sorusu arasında gidip geliyor. Rosyonelleştirme de hazır: 'Kurgu olsa ne olur ki! Program canlı mı çekiliyor. Armağan'a da ne diyeceğini önceden yazıp eline vermiyorlar ya!'
Popstar'a 'boş iş' diyenler de yanılıyor. Gençler Popstar'dan çok önemli bir şey öğrenmişler: Eskiden popçu deyip geçiyorlarmış, şimdi popçu olmanın o kadar da kolay bir iş olmadığını öğrenmişler. İkinci Popstar dalgasını 'izlesinler mi izlemesinler mi' tam olarak karar verememişler. Bakacaklar...
İşte gençlerle yaptığım görüşmeden bazı satır başları:
Katılımcılar: Güneş Küçüktürkmen, Derya Şişman, Akha Cemgü Neyaptı, Işıl Tezcan, Yalçın Kayacan, Serkan Çavuş, Mehmet Fevzi Yılmaz, Kerem Yalçın.
Nasıl izlemeye başladılar?
Güneş- Annem çok sıkı izliyordu. Zaten ben de ondan merak sardım.
Işıl- Başta izlemiyordum. Armağan'dan sonra izlemeye başladım. Aralarındaki tartışmalar. Onlar çekiyor.
Kerem- Çevremizdekiler izliyor. Herkes izliyor. Benim neyim eksikti, bunun sesi çok mu güzel sanki, ah bak detone oldu şimdi diye, biraz oradan izlemeye başladım, sonra hep izledim.
Fevzi- İzliyorum çünkü, eğleniyorum.
Işıl- Ben kendim izliyorum, ama başkasının izlemesini istemiyorum, kötü bir şeyler yapılıyormuş gibime geliyor. Annemlere falan seyrettirmiyorum.
Kerem- En basitinden benim yakın bir arkadaşımın cafe'si var. Dev ekran televizyon, ses sistemi falan çok iyi. Akşama kadar oturuyoruz kimse yok, Popstar saatinde hatta 20 dakika kala acayip bir yığın.
Serkan- Programın formatı, insanı çekiyor. Seyirci ile iç içe, konferans salonunda yapılması, ben de ordaymışım hissini veriyor. İnsan kendinden bir şeyler buluyor çünkü. Grup psikolojisi, grup kimliği veriyor.
Cemgü- Türkiye'de birçok şeyi ezerek ya da ezilerek öğreniyoruz. Gücümüz yeterse eziyoruz. Yetmezse eziliyoruz. Bir şekilde ezen ya da ezileni seyretmek hoşumuza gidiyor. O an ezen de olabiliriz ezilen de olabiliriz. Seçme hakkı da bize ait. Çok eğlenceli.
Derya- Toplumsal bir şey bu.
Cemgü- Ev arkadaşlarım o kadar şevkle izlemeseydi ben de ön yargıyla izlemezdim. Ama bir şekilde ucundan izlemeye başladım, alıştım.
Neleri beğeniyorlar?
Serkan- Genç kitleye yönelik dinamik bir program. Müzik var. İlk defa halkın bu şekilde kendini gösterdiği bir program. En büyük tetikleyicisi Jüri. Armağan bugün ne diyecek? Sürekli bir merak var, merak uyandırıyor.
Yalçın- Türkiye'de çok eleştiri yapılmaz. O eleştirileri duymak güzel oluyor. Sanki küçük bir Türkiye oraya taşınmış.
Güneş- Bayhan çok radikal kalıyor bence. Sanki kurgusu da belli gibi.
Serkan- Yurtdışında da aynıymış. Mutlaka bir özürlü falan oluyormuş.
Güneş- İsviçre'de galiba, bir Popstar'da birinci aşırı kilolu biriymiş.
Işıl- Armağan olmasa ben izlemezdim. Eleştirileri falan...
Kerem- Yeni sesler falan duyuyorsunuz ya. Çok bildiğiniz şarkıyı başka biri, bilmediğiniz biri söylüyor değişik.
Güneş- Evet mesela Bayhan'dan MFÖ duyuyorsunuz.
Kerem- Benim çevremde Aydan hayranları var mesela. Ne giyecek bugün? Ne söyleyecek falan?
Güneş- Mesela benim favorim Evren'di. O elendikten sonra soğudum.
Bayhan'ın cinayeti
Derya- Bence senaryo.
Işıl- Dönmeyince senaryo olmadığı anlaşıldı.
Serkan- İlk duyunca önemsemedim.
Güneş- Adam tam arabeskçi zaten uyuyor. Oraya gelmiş Ferdi Tayfur tarzında bir adam, Popstar'da ne işi var.
Kerem- Stil olarak popstarlığa uymuyor ama, programın amacına ‘‘cuk’’ diye oturmuş. Program tüm Türkiye'ye ulaşıyor. Herkes Deniz Seki, Tarkan dinlemiyor. O tarzı dinleyen insanlar var ve çoğunluktalar.
Güneş- Her şey kurgu sonuçta.
Serkan- Bence bunların hepsi programın başında stratejik olarak çizilmiş. Zaten Armağan programı yapan Med Yapım'ın Genel Müdür Yardımcısı.
Kerem- Herkes 'Aaa yarışmada katil varmış falan' dedi. İnsanlar merak edip en azından bir kere izliyor.
Nasıl duygularla izleniyor
Serkan- Programı izlerken gaza geliyoruz.
Güneş- Kendimi pazar babası gibi hissediyorum, çizgili pijamalar falan.
Derya- 3-5 kişi toplanıyoruz, herkesin bir favorisi oluyor.
Işıl- Kendimi jüri gibi hissediyorum. Eleştiriyoruz arkadaşlarla.
Güneş- Biz geçen, bir arkadaşımla Armağan yüzünden kavga bile ettik. Ben çok karakteristik dedim. O da hayır resmen kurgu dedi, birbirimize girdik.
Fevzi- Puanlar verilirken, uzatmalar, arkadan verilen müzikler, etkiliyor.
Işıl- Ben kurmaca olduğunu düşünüyorum. İnsanlar üst üste birinci oluyorlar sonra eleniyorlar. BBG'de de böyleydi. Ama sonunda hep adı geçen birinci yapılıyor.
Derya- Onlar aralarında fısıldaşıyorlar ama sen görüyorsun, duyuyorsun. Orada değilsin. Birilerini gözetlemek güzel bir şey.
Güneş- Ben Evleniyorum'u izleyemiyorum. Bu kadar salak insanlar bir arada toplanmış diye.
Cemgü- Ben çok keyifle izliyorum ama bir süre sonra çok canımı sıkıyor bu iş. Bir şeylerin uzatılması, heyecan yaratmak için kurgulanmış bir düzen. Nasıl daha çok uzatıp daha çok mesaj alabiliriz? İşin ticari kurgusal yanı gözüme çarptı ve kimin eleneceğini çok merak etsem de başka şeylerle ilgileniyorum. Performansları izliyorum ama, oylamada, o ağır ağır odadan çıkışları falan, biraz benimle oynuyorlarmış gibime geliyor.
Güneş- Katılıyorum. Performansları izliyorum ama sonlarda kanal değiştiriyorum.
Serkan- Özellikle o iki sunucuya kıl oluyorum, profesyonelce değil, uzattıkça uzatmaya çalışıyorlar.
Derya- Sunucular, merhaba diyor hemen reklam giriyor, o arada eleme falan olmayacak biliyorsun.
Serkan- Reklam girdiğinde seyredenler tartışıyor, yorum yapıyor kendi arasında.
Cuma LAKIRDISI
Bir kadın ya sever ya nefret eder, ortası yoktur. (Syrus)
Cuma Takıntısı
Hababam Sınıfı'na gidilebilir. Yirmi yıl önceki Hababam Sınıfı neyse yeni Hababam Sınıfı da o. Yönetmen Kartal Tibet olunca filmin baştan 'Hababam' olacağı belli değil miydi zaten. Başka ne bekliyordunuz ki? Şunu da söyleyeyim, ben beklediğimden çok daha iyisini buldum. Yeni tiplerle, klişe hababam esprilerini izlerken 20 yıl önceki gibi duygu komasına girmedim kuşkusuz (bagajında bugünün değerleri varken bu filmi izleyip duygu komasına giren varsa acele bir check-up yaptırsın). Amaaa... 'Keyif almadım' desem de çarpılırım. O müzik yok mu o müzik, nerede, ne zaman duysam beni mahvediyor!
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2004
<B>UĞUR</B> Dersaneleri Türkiye'nin en büyük, en saygın dersanelerinden biri. Üstelik hoş bir imajı olan Bahçeşehir Üniversitesi ile de organik bağlantısı var. Uğur Dersaneleri ‘‘Türklerin ilk komedi-korku filmi olarak pazarlanan’’ Okul'a sponsor olmuş. Okul filminde küfürün bini bir para. Hem de ne küfürler. Yakası açılmadık. Okul'un küfür işini abarttığı kesin. Bizim büyük himini Gülce bana bir hikaye anlattı, az daha gülmekten küçük dilimi yutuyordum. Büyük himini lise bire gidiyor. Aynı Okul filminde de olduğu gibi sınıflarının tavanında akma olmuş, hafta sonu Okul filmine giden sınıfın erkeklerinden biri de sınıfa girince ‘‘...na koyayım, sınıfı ...mişler’’ demiş. Gülce bunu bana telefonda anlatıyor. İyi mi? Alt tarafı bir film deyip geçebilirsiniz. Etkisi ne kadar sürer ki diyebilirsiniz. Peki bu sponsorluk denen şey sponsorluk faaliyetindeki bir takım değerler markaya yansısın diye yapılan bir şey değil mi? Sponsorluk yapanın bir takım içerik unsurlarına ve dolaylı okumaların nereye gideceğine dikkat etmesi gerekmez mi? Sucuk üretseniz hipodroma sponsor olur musunuz? Bilmem anlatabiliyor muyum?
NOT: Dersane pazarında hedef pazar ile hedef kitleyi karıştırmamak lazım. Hedef pazar gençler olabilir, gençler gidecekleri dersaneyi belirleme konusunda aktif rol de oynayabilirler ama günün sonunda para veren ana-babadır ve onları kızdırırsanız ne yapacakları belli olmaz.
Yoksa kár muhafazası mı
GEÇEN hafta ‘‘Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ortak olduğu şirketler Ülker dağıtım işlerinden kaç lira ciro yapıyor, kaç lira kazanıyordur’’ diye bir soru ortaya attım. Yazıya ‘‘10-12 milyon dolar’’ diye de bir meraklandırıcı koydum. Az geldi değil mi? Tahminen kaç dolar olabilir? Gelin 2004 için kaba bir hesap yapalım.
İstanbul'da, Anadolu yakasında yılda 18 milyon kasa Coca-Cola satılıyormuş. Cola Turka Coca-Cola'nın beşte birini sattığına göre 3 milyon kasa satıyor. Her kasa yaklaşık 5 dolar. Demek ki bu işten 15 milyon dolar ciro yapıyor. Brüt kár yüzde 4. Bu 600 bin dolar demek. Net kár yüzde 2 olsa demek ki Cola-Turka işinden yılda cepte 300 bin dolar var.
Diğer Ülker ürünlerine gelince... Başbakan'ın Anadolu yakasına dağıtım yapan şirketinde 130-140 dağıtım aracı olduğu söyleniyor. Biz 135 alalım. Her araç günde 750 dolar ciro yapmadan geri gelirlerse iş kárlı olmazmış. Bu günde 101 bin dolar eder. 24 işgününde 2.5 milyon dolar, yılda da yaklaşık 30 milyon dolar eder. Brüt kár yüzde 5, yani 1.5 milyon dolar. Masraflardan sonra yüzde 2 kalsa yılda cepte 600 bin dolar.
Kaba tahminim bu, ciro 45 milyon dolar, yaklaşık vergi öncesi net kár 1 milyon dolar. Şimdi de az mı? Eğer hesabıma itiraz eden, doğrusu budur diyen varsa gelecek hafta buyursun dükkan onun. Şunu sormak istiyorum, yılda net 500 bin dolar gelir muhafazakarlığı ‘‘kár muhafazası’’ olarak algılatmaya değer mi?
Daha önce de yazdım. Başbakanın Cola-Turka ve diğer Ülker ürünlerinin dağıtım işlerini üstelenen şirketlere ortak olmasında bir sorun yok. Sorun Başbakan uluorta Cola-Turka ve Ülker ürünlerine destek verince başlıyor.
Yanlış anlamayın burada Ülker'in Başbakan'dan hiçbir talebi yok. Yapabilseler koca Başbakan'a gidip ‘‘Aman Tayyip Bey biz millete malolmuş bir markayız. Bir partinin resmi markası gibi algılanmak bize zarar verir’’ diyecekler ama karşıdaki koca Başbakan, nasıl desinler!
Belli ki Başbakan Ülker'i tamamen ‘‘gönülbağı’’ ile destekliyor. Bu ‘‘gönülbağı’’ Ülker'in bayileri ile olan ilişkisinden doğan bir gönül bağı. Ancak Başbakan'ın da burada kalbini değil aklını dinlemesi gerekiyor. Ülker ürünlerine ve Cola-Turka'ya verdiği açık destek haksız rekabet yaratıyor. O bir şey yaptığında kendine bağlı belediye başkanları işi azıtıp on kat fazlasını yapıyorlar. Karizma çiziliyor, benden söylemesi.
‘Hesap vermek’ mi ‘dile düşmek’ mi
‘‘REKLAMIN sonuçları nasıl ölçülür?’’ diye soran okurlar var. Onlara Reklamcılık Vakfı yayınları arasından çıkan Hesap Verebilen Reklam isimli kitabı okumalarını öneririm. Yazarı Simon Broadbent. Türkçe'ye çeviren Türkiye'de, reklama yönelik kuramları en iyi bilen ve anlayan kişi olduğunu düşündüğüm, yılların reklamcısı Haluk Mesci. Hesap Verebilen Reklam, reklam işinin dahilikle falan alakası olmadığını reklam hedefleri ile iş sonuçları ile alakası olduğunu, reklama harcanan her kuruşun da hesabının verilmesi gerektiği anlatıyor. Mesci kitaba yazdığı önsözde bakın ne diyor: ‘‘Bu çeviriyi kendini dahi sanan reklamveren ve reklamcılara hediye ediyorum. Reklamların etkisini, ‘dile düşmek' ile tartanların bu kitaptan herhangi bir ders alacaklarını ve nedamet getireceklerini beklemiyorum ama hiç değilse tarih gerekli notu düşecektir.’’
Ne demek istiyor acaba Haluk Mesci? Serdar Erener ve Ali Taran’dan mı söz ediyor yoksa? Sanırım onlardan söz ediyor. Hesap Veren Reklam sayısal bir takım analizleri de içerdiği için okumak öyle kolay değil. Hayatta kolay ne var ki! Eğer işiniz reklamsa, pazarlama ise, reklama yüzbinlerce dolar harcıyorsanız, bu analizleri ya siz ya çalıştırdığınız kişiler öğrenecek. Zor diye inşaat mühendisinin statik hesaplarını öğrenmemesi mümkün mü? (Ne benzetmeydi ama kendimi çok sevdim!).
Tarkan'a Eurovision teklifi
YAKLAŞIK 10 yıldır Güzel Sanatlar reklam ajansında çalışan, son olarak Genel Müdürlük koltuğunu paylaşan Aslı Ekşioğlu ve Şule Kutlay, ajanslarıyla yollarını ayırmışlar. Ayrılık nedeni tamamen ‘‘yönetim tarzı’’ uyuşmazlığıymış.
TRT, Eurovision şarkı yarışmasının Türkiye'de yapılacak finalini sunması için Tarkan'a teklif götürmüş. Üstelik tüm tanıtım kampanyasında da Tarkan kullanılacakmış. Tarkan, Türkiye'nin tartışmasız tek popstarı. Yakışır. Böylece Tarkan'ın İngilizcesini de test etme olanağı buluruz.
ÖNÜMÜZDEKİ çarşamba günü Reklamcılar Derneği'nde genel kurul var. Başkan Nesteren Davutoğlu'nun süresi bitiyor. Yeni dönemde başkanlık için en güçlü aday Jeffi Medina imiş. Jeffi Bey, Türk reklam sektörüne yıllarını vermiştir. O da bu göreve çok yakışır.
CUMA öğleden sonra Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün Hilton Convention Center'da siz deyin 3 bin ben diyeyim 4 bin kadına yaptığı yerel seçim şovunu izledim. Karar verdim Sarıgül gerçekten siyasal ikna işi biliyor. Anlamadığım niye partisine bildiklerini öğretmediği.
SERDAR Erener'le birlikte Y&R/Reklamevi'nden ayrılan Uğurcan Ataoğlu, Alameti Farika isimli bir reklam ajansı kurmuş. Y&R'den ve Rafineri'den transferler yapmış. Y&R'nin birkaç müşterisini de almış. Y&R ise müşterilerini Alameti Farika'dan korumak için ‘‘saldırgan sunuş taktikleri’’ uyguluyormuş. Müşterilere Erener'in yaptığı sanılan bazı işlerin aslında Reklamevi'nin diğer yaratıcılarının işleri olduğu örneklerle anlatılıyormuş.
GAZLI içecekler kategorisinde Coca-Cola'nın payı yüzde 63'ten yüzde 56'ya düşmüş. Pepsi'nin payı ise yüzde 18'den yüzde 9'lara inmiş. Ülker ise önce yüzde 16'ya kadar çıkmış. Şimdilerde yüzde 13'lerde. Pepsi, Cola-Turka'dan daha çok vurgun yemiş görünüyor. Cola-Turka ve Pepsi'nin Coca-Cola'dan yüzde 10 daha ucuz satıldığını da belirtelim.
Çekirgelik
Baba ya, Bayhan elenirse borsa düşer mi?
(Ozan Özkan Lise 1 Öğrencisi)
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2004
Okul'u beğenmek için 15-17 yaşları arasında olmak ya da sıradan, sinemadan çok fazla anlamayan bir sinema izleyicisi olmak gerekiyor. Bunun dışında Okul'a övgü dolu sözler sarf edenler varsa sinemadan da, senaryodan da, kurgudan da anlamıyor. 20 yıl sonra Okul, Show TV'de oynasa, 20 yıl öncenin filmleri bugün nasıl gülerek izleniyorsa aynı öyle izlenir. Sadece güzel ışık, görüntü ya da ses efektleri bir filmi 'eski Türk filmi olmaktan' kurtarmıyor.
Okul, gençleri merkeze alan kült haline gelmiş Amerikan korku filminden esinlenmiş. Bazı sahneleri birebir taklit etmeye çalışmışlar ama ellerine yüzlerine bulaştırmışlar. Bakmışlar ortaya çıkan korku değil komedi filmi, bu kez çakılmasın diye filmin espri dozunu artırıp ortaya bir korku-komedi ucubesi çıkarmışlar. Düşünün, filmin sonunda Okul'un bekçisi Selo 'Madem herkes gitti ben de gideyim' diyor, gidiyor. Nereye, niye gittiği belli değil. Bekçiye ne gerek vardı ki bu filmde bir 'malafat' demek için mi? Ya Hobbit kılıklı iki öğrenci? Sadece porno sahnesi için mi filme monte edilmişlerdi. Sonra nereye gittiler? Ali Sunal'ın, öğrenciler düşük not alsın diye sınav kağıtlarında değişiklik yapma öyküsü eğreti duruyor. Olmasa olmaz mıydı?
Okul'un tek başarısı üniversiteye hazırlanan gençliği Türk sinemasına taşıması, onların hayatından birtakım kesitleri filmin içine başarıyla yerleştirmesi. Filmin tek keyif veren yanı bu yani. Keşke bu 'yan' filmin özünü oluştursaydı da biz de Okul'u avuçlarımız patlayana kadar alkışlasaydık. Alkışladığımız biri var ama, Ahmet Mümtaz Taylan. İnşaat'tan sonra burada da Müdür rolünde harikalar yaratmış.
Küfür konusuna gelince; Türkiye'de bir film reyting sistemi olur da, sen de istediğin kadar küfür kullanıp hak ettiğin reytingle gösterime girersin. Böyle bir reyting sistemi yokken gençler arasında küfürü bu kadar meşrulaştırmak sorumsuzluğun daniskası. Gidelim mi? Ben sorumluluk alamam. Karar sizin.
Dalyan'da Hasan-Cevat savaşı başlıyor gibi
İzmir'e, Çeşme'ye gidince insanın aklı Ege'de kalıyor. İnsan hemen 'Acaba emekliliğimi burada mı geçirsem' hesapları yapmaya başlıyor. Hele de Dalyan'da balık yemişse. Dalyan'daki balık lokantası sayısı 22'ye ulaşmış biliyor musunuz? İlk balık lokantasını 1970'li yılların ortalarında Cevat açmış, sonra yavaş yavaş yana genişlemeye başlamış. Onu görenler de daha sonra birer ikişer balık lokantası işine girmişler.
İlk durağımız Hasan'ın Yeri ama yer bulamıyoruz. Cevat'ın yeri Dalyan Restoran'a geçiyoruz. Cevat her zamanki gibi işinin başında. 'Bu böyle gitmez, Dalyan'da yakında en fazla beş lokanta kalır' diyor. Haklı galiba, bazı lokantalar sinek yakalamak için ağ atma mertebesine ulaşmış görünüyorlar. Cevat, orta kalabalıkta. Ege yeşillikleri, kalamar, kolum kadar havyarlı dil balığı derken gece sakız likörü ile bitiyor. Hesap adam başı yaklaşık 35-40 milyon. Dil balığının tam mevsimi ama biraz pahalı: Kilosu 50 milyon lira. (0-232-724 70 45).
Sonraki gecelerden birinde durak, Balıkçı Hasan. Balıkçı Hasan İstanbul'a yeni yer açmış, tekkeyi oğlu Toray bekliyor. Toray, canayakın, ilgili, müşteriye pervane. Yine mönümüz aynı. Ege yeşillikleri, kalamar, dil balığı. Ben Hasan'ı daha fazla beğeniyorum. Hem daha uçta ve önü açık, hem yemekler daha lezzetli, hem mekan daha otantik. Dil balığının kilosu yine aynı: 50 milyon lira. Yine gece sakız likörü ile bitiyor. Likörün kaynağı Yunanistan. Hasan'ın likörü de mi daha lezzetli ne! (0-232-724 02 02)
Toray'ın söylediğine göre 'Cevat hemen yandaki iki katlı binayı almış, Hasan'a komşu geliyormuş!'. Toray 'Böyle bir şey etik mi?' diye bize sordu. Kesin bir şey diyemedik. Anladığımız, Dalyan'ın bu yaz şenleneceği. Bakalım savaşı kahraman bakkal mı yoksa süpermarket mi kazanacak?
Ağrılara shiatsu parmak masajı
Geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim. Hani Ömerler Sinanlar falan vardı, Çeşme- Sheraton'daydık, 'işkembe, işkembe' şeklinde sayıklaya sayıklaya yeni yıla girmiştik.
Yazdıklarıma şöyle bir baktım. Thermalife Center'ı unutmuşum. Oysa Çeşme-Sheraton'u Çeşme Sheraton yapan Spa'sı. Buradaki sıcak havuzun suyu doğal termal su. Böyle hafif kahverengi bir su işte. Gir içine, gevşe. Sonra çık masaj seç. Ya da cilt bakımı, çamur bakımı bir şeyler yaptır. Seçenek bol, boşta kalmak zor.
'Ayy... Şimdi in soyun çık giyin' derdine de düşmeyin beyaz bornoz ve şipidik terliklerle otelin içinde püfür püfür dolaşmak serbest. Arasıra girişteki lobi-bar'da üzerinde bornozu, elinde çayı, kahvesiyle 'Ayın güzeli Mualla şeklinde' uzananları da görmek mümkün! Kimsenin frikik falan verdiği yok ama. Boş yere heyecanlanmayın.
Shiatsu masajı önerilir. Japon dilinde 'parmak basıncı' demekmiş. Bedenin enerji kanalları varmış. Bu kanallar sizi parmaklamak yoluyla itinayla açılıyormuş. Değişik bir şey, siz de bir parmaklanın bakalım, belki ağrılarınıza derman olur.
Kan dolaşımını artırmak için de tüm vücut masajı alabilirsiniz. Bu klasik masaj türünde ise kuş kondurmuyorlar ama 'Yaptırdım yazık oldu' da demiyorsunuz.
Hamam ve buhar banyosunu da mutlaka değerlendirin. Gayet verimliler. Bu arada yarım saatlik kese masajı ve köpük banyosu 48 milyon lira. Yanınızda bizde olduğu gibi Sinan yoksa kese masajı tavsiye etmem. Onun inlemeleri, kırmızı noktalı film etkisi yapıp her türlü 48 milyona değiyor!
Trafik Kanunu Alaçatı'da geçmez mi?
Çeşme-Sheraton'a kadar gitmişken yapılacak güzel şeylerden biri Alaçatı'yı turlamak. Taş Oteli ve Sakızlı Han'ı gezip bir yandan bu otelleri yapanların cesaretlerini, yaşantılarını kıskanmak; diğer yandan yaz için Alaçatı dolaylarında tatil planları yapmak. Bildiğiniz gibi Alaçatı'da ciddi bir rüzgar sörfü turizmi var. Bu turizm sayesinde konaklama ve yeme-içme olanakları oldukça çeşitlenmiş, Alaçatı şirin mi şirin bir belde olmuş.
Arkanızdan, yanınızdan, üstünüzden ve kulağınızın arkasından geçen motosikletlerin altında can vermeyecek kadar şanslıysanız Delice'nin hoş yemekler yemek için güzel bir alternatif olduğu söyleniyor. Biz bu hoşluğu tadamadık, kapalıydı. Eğer Jandarma Trafik ekipleri Alaçatı'daki motosiklet terörünü bitirirse bu yaz gider Delice'de şansımızı bir kez daha deneriz. Alaçatı'da kimsenin kask falan taktığı da yok. Yoksa Alaçatı Türkiye sınırları içinde değil mi? Aloo... Alaçatı'nın bağlı olduğu jandarma komutanı, sesim geliyor mu?
İzmir-Çeşme otobanının sırrı çözüldü
Geçen hafta yılbaşındaki Çeşme-Sheraton anılarımı sizlerle paylaşırken, bir dudağı yerde bir dudağı gökte İzmir-Çeşme otobanından söz etmiş 'İzmir-Çeşme arasını, 3 şerit geliş 3 şerit gidiş otoban yapacak kadar stratejik kılan şeyi bilen varsa insaniyet namına haber versin' diye bir çağrıda bulunmuştum. Ne bilgiler geldi ne bilgiler, tuşlarınıza sağlık, sayenizde örtü aralandı! Birkaç alıntı yapalım da siz de Çeşme'ye gitmeyip neleri kaçırıyorsunuz bir öğrenin bakalım:
...Bundan 20-25 yıl önce henüz otoyol yokken çekilen yol işkencesini eminim birçok İzmirli anımsar. Mayıs-ekim arasındaki zaman diliminde otoyol gişelerinde uzun kuyruklar oluşmaktadır... Yılın 12 ayı da otoyolumuz Çeşme limanını kullanan TIR'lar tarafından kullanılmaktadır. Çeşme limanı ithalat ve ihracat açısından büyük önem taşımaktadır. (Barbaros Pürten)
...sonradan göç edenler hariç en azından 25-30 yıldır İzmirli olan ailelerin hemen hepsinin İzmir'de bir kışlığı, Çeşme'de bir yazlığı vardır. Yaz aylarında eğer Çeşme otobanına bir cuma akşamı girerseniz İzmir kentinin nasıl tamamen boşaldığını ve neredeyse herkesin Çeşme'ye akın ettiğini görürsünüz. Yaz aylarında İzmir'de gece yaşamı Çeşme'ye taşınır... Yine de 3 şerit geliş gidişli bir otoban israf olarak görülebilir. Bir zamanlar bu konuda şöyle bir rivayet vardı, doğruluk payını bilemiyorum. Rivayet odur ki, Özal Çeşme'yi Las Vegas tarzında casinoların bulunduğu bir eğlence, kumar ve tatil cenneti yapmayı planlıyormuş, zamansız ölümü pek çok proje gibi bu projeyi de rafa kaldırmış... (Emre Fırıncı)
Hocam ben İzmirli değilim, otobanı da vallahi ben yaptırmadım. Ama sizin düştüğünüz gaflete ben de düşmüştüm. İzmirli küfürbazdır. En basiti bile adamı şişler. Bu yüzden onca şöhret ve kariyerinizle yerinizde olmayı istemezdim. Ne dediğimi anlamanız için yazın Özdere-Gaziemir arası pazar akşamı bir yolculuk yapmalısınız. 40 km'lik yol tespih gibi diziliyor ve 3-4 saat sürüyor. İnsaniyet nanıma yazdım (Ömer Şahin)
(alaycı bir tavırla)...Çeşme'de kimsenin bilmediği gizli bir plan mı var? Neden ve kimler için yapılmıştır bu yol? Bir avuç İzmir sosyetesinin senenin sadece 2,5 ayı kullandıkları yazlık evlerine rahat gidip gelmeleri için mi? (Banu Ergezen)
Çeşme'nin jeopolitik önemi var. Çeşme burnu Yunanistan'a en yakın noktamız. Çeşme'yi tur operatörleri dünyanın en gözde turistik merkezlerinden biri olarak görürler. Ticari açıdan Ro-ro gemileri ile en fazla ihracatın yapıldığı limandır. Özal zamanında izin verilmiştir. (Yonca İyiuyarlar)
Çeşme limanının dış ticarette rolü vardır. Asker lafı ederek, sık sık yaptığın AKP yalakalığını sürdürmek istemen iğrenç. (Beni kimle karıştırıyor acaba?) Özal döneminde yapılan otoyol askerlerce nasıl teşvik edilsin. O kadar çoksunuz ki, toplumdaki çürümenin sorumsuz aktörlerisiniz (amcam utanmasa beni İkiz Kuleler saldırısının da sorumlusu ilan edecek!) Sen yine de efendi ol efendi...(Mehmet Kenan) (Toplumdaki çürüme şekil 1'de görülüyor değil mi? Yazık!)
Rivayete göre otobanın yapım nedeni Turgut Özal'ın küçük oğlu Efe Özal'ın İzmirli bir aile olan Alparslan Beşikçioğlu'nun kızı ile evlenmesidir. Dünür Beşikçioğlu'nun da Çeşme'de yazlığının bulunması biz sade vatandaşlara bu otobanı kazandırmıştır. Ayrıca Çeşme İzmirli'nin arka bahçesi olarak tabir edilir. Otoban Çeşme'deki yazlıkların değerini artırmamıştır. Eski yoldan da oraya 45-50 dakikada gidilir. Otoban biraz daha rahat ve güvenilir bir ulaşım sağlamıştır. Son iki yıldır İstanbulluların yoğun ilgisi yazlık ve arsa fiyatlarını fahiş oranda artırmıştır. (Aycan Kurtcan)
Öğrendiniz mi? Otobanı sormuyorum. Rivayetlerin hayatımızdaki rolünden bahsediyorum. 'Bildiğimizi sanmanın en büyük riski yanlış bilmektir' sözü ne kadar doğru değil mi?
Cuma Takıntısı
Havalar soğudu, Türkiye gripten iki seksen bir doksan tuş. Ülkede mikrop bol. Bu sonuç çok normal. Şifa niyetine bir şeye takmak isteyenlere Lipton'un yeni çıkan naneli adaçayını öneriyorum. Bol limonlu süper oluyor.
Cuma LAKIRDISI
Arkadaşsız yaşayabiliriz, kitapsız yaşayabiliriz, ama medeni insan yemek pişirmeden yaşayamaz
(Bulver-Lyytton)
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2004
<B>DORİTOS</B> Alaturka'nın lansman reklamında, ürünün pozisyonuna uygun olarak Türkiyeli kadınlar en doğal günlük aktiviteleri içinde <B>‘‘Kıskananlar Çatlasın!’’</B> diyorlardı. Doritos Alaturka ise şunu diyordu: Ben kabul günlerinizde sunduğunuz içli köftelerden, çikolatalı pastalardan, mercimekli köftelerden biri olayım.
Cem Yılmaz'lı reklamda ise Alaturka hal değiştirip, her cinsiyete ve Cem Yılmaz hayranlarına, yani daha fazla gençlere gidiyor. Ama bu kez alaturkalığı ‘‘alaturka’’ anlamının dışına çıkararak. Cem Yılmaz'ın ve diğer oyuncuların reklamdaki alaturkalıkları sizi yanıltmasın. Görünüşleri Türk filmlerindeki alaturka tipleri çağrıştırabilir ama ortadaki mizah ve özellikle reklamın dili hiç alaturka değil, oldukça batılı. ‘‘Jan jan’’ ve ‘‘kımıl kımıl’’ esprisi şimdiden dillerde. Soygun planı öyküsü içindeki ürün-marka anlatımları sırıtsa da yine de ilişkilendirme yapılabiliyor. Cem Yılmaz sempatisi Alaturka'yı daha kabul edilir bir ürün yapıyor gibi geldi bana. En azından bu süreç başladı. Diğer reklamlar peş peşe gelmeye başlayınca biz de kaldığımız yerden devam edeceğiz. (Reklam Ajansı: Alice BBDO Rating: * * * *)
Not 1) 22-23 Ocak'ta İstanbul'da Ceylan İntercontinental'de Medicat'in Tüketici Yüzyılında Pazarlama, Krallarla İletişimin İncelikleri konulu 2003 Forum'u var. Türkiye'nin ve dünyanın deneyimli pazarlamacıları ve reklamcıları ‘‘Tüketici nereye gidiyor? Çağın tüketicisi ile nasıl baş edilir?’’ konularını ameliyat masasına yatıracaklar. Bu ameliyatı izlemek, ameliyat yapmak isteyenler için öğretici olabilir.
Not 2) Hesap ettim, bu yıl Başbakan Tayyip Erdoğan'ın şirketleri Ülker ürünleri ve Cola-Turka bayiliği işinden yılda 10-12 milyon dolar arası ciro yapabilir. Ne kadar mı kár eder? Haftaya kadar sabredin...
Muhafazakár mastürbasyon Suudi Arabistanlaştırıyor!
TÜRKİYE'de eline yetki geçiren yaptığı uygulamalarla reklamı yok etmeye, boğmaya, işlevsiz hale getirmeye çalışıyor.
Hele de ürün kazara dinen caiz olmayan ürünse ‘‘toplumu koruyoruz’’ kılıfı altında Türkiye Suudi Arabistan'a dönüştürülmeye çalışılıyor.
Reklam düşmanlığı yapan ilk kategori liberal ekonominin mantığını anlayamamış bürokratlar!
İkinci kategori Türk usulü özerk, bir takım düzenleyici kurumlara akraba, siyaset, hemşerilik ilişkileri ile atanmış eski politikacılar ve eski işgüzar bürokratlar!
Ve de Meclis'teki muhafazakar çoğunluk! Eğer reklam düşmanı bir yasa maddesi Meclis'e sunulmuşsa ‘‘Piyasaları nasıl etkiler?’’, ‘‘Acaba AB ülkelerinde durum nasıl?’’ diye düşünmeden, ortak bilinçaltında işleyen‘‘Muhafazakár Mastürbasyon’’ süreci sonunda, çığlıklar arasında kabul ediliyor.
Bunu en son örneği Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Yasası ve bu yasaya göre kurulan Kurul'un uygulamaları. Kurul elinde olsa alkollü içki üretimini tamamen yasaklayacak! Şu anda bu olanağı olmadığı için reklama ve promosyona yönelik ne varsa toptan yasaklamaya uğraşıyor. Elinde en küçük bir araştırma sonucu olmadan, kurum olarak devletin yapması gerekenleri yaptığına bakmadan! Çoğu zaman da yasayı haddinden fazla esneterek! Düşünün bir tane aklı evvel ilgili yönetmeliğe ‘‘kamu yayın araçları ile alkol reklamı yapmak yasaktır’’ diye yazmış. Kurul bu maddeyi ‘‘her şey kamu malı olduğu için tümden yasaktır’’ şeklinde algılıyor. Türkiye komünist bir devlet ya!
Yetmedi! Kurul, sponsorlukları yasaklamaya, alkol firmalarının sportif sponsorluk faaliyetlerine yasak getirmeye çalışıyor. En son olarak da promosyon yasağı getirdi.
Efes Pilsen gibi 1 milyar dolar ciro yapan dünya markası bir bira markan var. Yabancılar onunla rekabet etmek için kapıda, Türkiye'ye gelmek için sıra bekleyenler var. Tekel özelleştirmesinden büyük paralar bekliyorsun ve promosyonu yasaklıyorsun. Tam bir liberal ekonomik cinayet!
Promosyon hafif alkollü içki kategorisinde marka seçimine yöneliktir. Alkol almayan biri ‘‘Aa ne güzel bardak promosyonu, şunu alayım da bir alkole başlayayım’’ demez. Alkollü içkiler piyasasını düzenleyecekseniz önce pazarlama araçlarını tanıyın, bilmiyorsanız sorun öğretelim.
Sorunumuz işte bu. Bu tür düzenleyici kurullara üyelik yapanların da yasaların altına imza koyanların da ‘‘mükemmel liberal pazar’’ nasıl oluşur, rekabete zarar vermeden tüketici nasıl korunur, üretimine izin verilen ama pazarlanmaları kısıtlanabilen bazı tüketim maddelerine kısıtlama getirilerken ‘‘marka savaşlarına’’ nasıl zarar verilmez haberleri yok.
Bir de bilinçaltında ‘‘Muhafazakár Mastürbasyon’’ eğilimi olunca, hoş geldiniz develer diyarına biz çıkalım kerevetine!
Bazı halalar zaten bıyıklı...
İSVİÇRE Sigorta satış konuşmalarına malzeme oluşturup, satışçılarının işini kolaylaştıran reklamlar yapmaya başladı. Sigorta işinde bildiğiniz gibi yüzyüze satış ayağı oldukça önemli bir iş ve yüzyüze satışın kazanılması için de önce satışçının görüşeceği birinin olması gerekiyor. Yani randevu istediği kişinin sigorta satıcısını geri çevirmemesi gerekiyor. İsviçre Sigorta reklamlarının, yarattıkları ‘‘olumlu hava’’ ile işte tam bu noktada etkili olduğunu düşünüyorum.
Sırtı yere gelemeyen hacı yatmazdan sonra simdi de ‘‘halamın bıyıkları’’ dolaylı mizahi anlatımı ile İsviçre Sigorta söz konusu olumlu havayı pekiştiriyor. Üstelik de reklama yatırılan paradan çok daha fazlasının elde edildiği açık. Hacıyatmaz'ın süreklilik ögesi olarak kullanılması yerinde. Emniyet müdürünün oturduğu apartmana hırsız girer mi girmez mi bilemem ama Türkiye'de bazı halaların da bıyıklı olduğu bir gerçek. (Reklam Ajansı: Tayfa Rating: * * *).
Reklam eczacının yerini tutmaz!
REÇETESİZ ilaç reklamları konusunda yazmayalı epey oldu değil mi? Hani ‘‘Türkiye'de eczanelerde reçete soran mı var? Bazı eczanelerde bacak kadar çocuklar tezgahın arkasında antibiyotik satıyor, reklamlar serbest olmalı’’ demiştim de eczacılardan yemediğim küfür kalmamıştı. Bu konuda yaklaşık ikibin e-posta aldım ve o günlerde bunlardan bazılarını yayınlasaydım‘‘mektuplardaki yüksek seviye’’ karşısında bazı eczacı dostlarım çok üzülürdü. Amacımız eczacıları üzmek değil, hem onları hem ilaç tüketicisini koruma adına doğruları yazmak.
O günlerde gelen mesajlardan anladım ki eczacının ilaç reklamları konusundaki en büyük korkusu ilaç önerme konusundaki iktidarını kaybetme korkusu. Birçok eczacı, ‘‘Reklamlar gelecek eczacıyı işlevsiz hale getirecek’’ diye düşünüyor. Böyle bir şey mümkün mü? Hangi ürün reklamı satanın iktidarına son vermiş ki! Aksine asıl reçetesiz ilaç reklamlar ile eczacının gerçek işlevi ortaya çıkacak. Tabii bazı çağdışı kafalar izin verirse... Ne demek mi istiyorum?
1 Aralık 2003 tarihinde ‘‘Bazı Beşeri Tıbbi Ürünlerin Tanıtımına’’ izin veren yönetmelik devreye girdi. Sağlık Bakanlığı ‘‘Reçetesiz satılabilecek ilaçlar listesi’’ yapmaya çalışıyor. Bazı eczacı meslek kuruluşları da ‘‘kapitalist sömürü’’ söylemiyle hazırlanan listeyi kuşa çevirmeye çalışıyor. Eczane açmaktaki bütün amaç ‘‘halklara hizmet etmek ya’’. ‘‘Halklara’’ hizmet için eczacılar gidip hastası bol bir hastane karşısını buluyor ya da böyle bir yere yüzbinlerce dolar hava parası ödüyorlar ya... Yapmayın beyler (ve bayanlar), komik oluyorsunuz. Şu anda ‘‘eczane’’ sistemimizdeki ‘‘sömürü’’ düzenini anlatırsam utanırsınız! Rahat bırakın ilaç tüketicisini de mide rahatlığıyla antiacidi'ni seçsin!
Çekirgelik
Sadece deneyimlerden bir şeyler öğrenilebilseydi, Londra'daki kaldırım taşları en akıllı kişilerden de akıllı olurlardı. (B. Shaw)
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2004
'Ocak'ın 9'u oldu 2004'ü de hallettik!' diye düşünmüyorsunuz herhalde! Durun halletmeyin hemen 2004'ü. Daha yaşanacak çok şey var. Yıl dediğin, yaşarken öyle göz açıp kapayıncaya kadar geçmiyor. Her günü sindire sindire, her günü dolu dolu yaşamak lazım. Hayat kısa. Hem ben daha size yılbaşı maceralarımı bile anlatmadım ki!
Cuma yazılarımı okuyanlar bilirler, bizim bir tatil grubumuz var. Ömerler, Sinanlar grubu. Anımsarsınız bu yıl bir tekneyi kıyıya yanaştıramamışlardı da, ben bir el atınca durumu kurtarmışlardı. Yılbaşı öncesinde de telefon zinciri çalışmaya ve 'Eee n'apıyoruz?' soruları sorulmaya başladı. İlk fikir Bodrum The Marmara oldu. Geçen sene orada inanılmaz bir dört gün geçirmiştik. Tadı herkesin damağında.
The Marmara'nın tadilat nedeniyle kapalı olduğunu öğrenince hevesimiz kursağımızda kaldı. Rotayı Sheraton Çeşme'ye çevirdik. Daha doğrusu Ömer çevirdi. Genelde bu tür çevirmeler bizim tatil grubunda Ömer tarafından yapılır, biz kaderimize razı oluruz. Zaten Sinan'la ben istesek de rotayı bir yere çeviremeyiz, rotayı çevirmemiz için Sinan'la benim üst üste çıkıp Ömer'e posta koymamız gerekir, bu şimdilik biraz hayal, bu durumda bile 10 santim kısa kalıyoruz, üstelik Sheraton da iyi bir alternatif. Açıldığından bu yana duyarım, gitmeyi de isterim kısmet bu yılbaşınaymış.
Banaz'da Boğaziçi Odun Köfte
Tatilin en sevdiğim yanı ne biliyor musunuz? Direksiyon sallamak ve mola yerlerinin keyfini çıkarmak. Hatta yeni mola yerleri keşfetmek, yerel tatları keşfetmek, yerel mağazaları keşfetmek ve biraz da 'lay lay lom'. Üstelik bütün yıl şoför koltuğundan inmezken. Yılda 60 bin kilometreden fazla yol yapıyorum ve hala tatile giderken şöfor koltuğunda oturmaktan keyif alıyorum. Bunun da Freudyen bir açıklaması olmasın tamam mı?
Bu yolculukta ilk durak Uşak'ın ilçesi Banaz'dı. Banaz'a bir kilometre kala sağda 'Boğaziçi Odun Köfte' diye bir tabela gördük. Banaz'ın içine dalınca da ilk işimiz Boğaziçi tabelasını aramak oldu. Hemen de bulduk. İlçenin göbeğinde otobüs yazıhanelerinin tam arasında bir yerde, salaş bir lokanta. Bir U dönüşü... İçerdeyiz. İşte reklamın gücü. Eğer kimse önermediyse 'Reklam yapıyorsa herhalde kendine güveniyordur' diye düşünüyor insan.
Odun ateşinde pişmiş köfteler sipariş edildi. Ortaya salata, yoğurt ve turşu geldi. Kızarmış ekmeği de unutmamak lazım. Daha sonra makul bir sucuk ızgara. Temizlik beklentilerimin çok üstünde idi. Lezzet konusu biraz tartışmalı. Banazlılar biraz 'tuzlu'dan hoşlanıyorlar galiba. Köfteler bize tuzlu geldi. Lezzetini ben sevdim ama Ecmel çok hoşlanmadı. Köfte bir kere çekilmiş kıymadan yapılınca, yerken ağızda 'löp löp' etkisi yapıyor galiba. Sucuk ise harikaydı.
Emrah Dalkılıç, Boğaziçi'ni 8 yıl önce açmış. Şimdi de İzmir yoluna bir tane açıyormuş. Tuz konusunu yakın takibe alacağını söyledi. Yolunuz düşerse bir bakın bakalım.
Çeşme otobanına kim onay verdi?
İzmir-Çeşme arasındaki, üç şerit geliş üç şerit gidiş, dev otobanı kat edip Shereton'a ulaştık. Bu yoldan her geçişimde 'Acaba hangi asker, hangi bürokrat, hangi karayolları görevlisi yazlığının değerini arttırmak için bu yola onay verdi?' diye düşünmeden edemiyorum.
Genelde böyle 'mesnedi olmayan suçlamalara' prim vermem. Bilecik-Adapazarı arasındaki işlek yolda kamyonlar arasında hálá acılar çekince 'İzmir-Çeşme arasını öncelikli yapan şey nedir?' diye düşünmeden edemiyorum inanın.
Dünyanın en önemli turistik merkezlerini, Çeşme'den daha fazla insanı barındıran, trafik yükü ağır olan turistik kasabalarını dolaştım, bir deniz kasabasını bir metropole bağlayan böyle dev bir otoban görmedim. Eğer gören varsa, ya da İzmir-Çeşme arasını böyle stratejik yapan şeyi bilen varsa insaniyet namına haber versin. Ya da emrin hangi büyük yerden geldiğini bilen varsa tabii ki...
Bazı yıldızlar deniz yıldızı mı?
Sheraton'a indiğimizde şakır şakır yağmur yağıyordu. Zaten dört gün boyunca da Çeşme dolaylarından yağmur eksik olmadı. Hemen giriş yapılıp odalara çıkıldı, sonra hemen otele bir göz atıldı. İlk izlenim gayet iyi. Odalar gayet geniş, mekanlar gayet geniş, jimnastik salonundaki aletler çok çekici, hamam, sauna, buhar banyosu 'hemen gel gir' diyor. Soğuk havuz oldukça soğuk, hemen yanında masa tenisi. Sağlık merkezi, sıcak havuz, masa ve cilt bakımı (güzelleşme yani) imkanları süper. Üst katta bilardo, okey masaları, alt katta bowling, Türk kahvesi ve nargile salonu... Kış tatili için yapacak çok şey var.
Bir de yaz olsa... Kumsal bir harika, dış havuz kocaman, iki de tenis kortu var. Dilek Holding masraftan kaçmamış, elinden geleni yapmış. Böyle resort otelleri görünce bazı otellerin yıldızları deniz yıldızı mı diye düşünmeden edemiyorum. Haksız mıyım? Beş yıldız diye girip kalıyorsun, çıkarken birkaç yıldızı yemek geliyor içinden. Bugün de içime şeytan mı girdi ne, aklıma hep kötü şeyler geliyor!
Almanlar arasında bir yılbaşı gecesi
Oteli 'gezelim, görelim' faslı bitince, 'yılbaşı gavur icadı kutlamayın' diye vaaz veren çağdışı şarlatanların inadına, odalara çıkıp yeni yıl karşılama kostümlerimizi giydik. Sinan, Çeşme'ye 'Karpuz güzeli seçmek için' geldiğimizi sanıp, takım elbise getirmeyince karizma haliyle çizildi tabii ki! Sadece onunki değil bizimki de.
Yılbaşı balosuna katılan yüzden fazla Alman'ın ne kadar şık olduğunu görseydiniz sanırım ne demek istediğimi anlardınız. Yaş kategorisi çok ilginçti yalnız. En genci altmışında... Yanılmış bile olabilirim belki yetmiş. Kendimi on altı yaşında süper karizma (16 YSK) hissetmediysem ne olayım. 'Bu mevsimde yaşlı Alman? Ne alaka?' diyorsunuz değil mi? Ne bileyim, birçok nedeni olabilir. Sıcak termal havuzdan, masajdan geri kalmıyorlardı, nedeni 'sağlık turizmi' olabilir.
Bu yıl Akdeniz'de, Ege'de otellerin yılbaşı programlarında marka sanatçılar yoktu. Bunun nedeni sanatçıların astronomik ücretler talep etmesi, otellerin de bu ücretlerle cazip paket programlar hazırlayamamasıymış. Sheraton'da da marka bir sanatçı yoktu. Yerine Aktif diye bir orkestra vardı. Almanlar dahil herkesi oldukça da iyi eğlendirdi. (Grup Aktif'i bu beşinci izleyişim olduğu için beni eğlendirdiğini söyleyemeyeceğim. Solistleri de imaj yenilemiş ama artık Kazaço mazoço'nun yerine yeni espriler bulsalar iyi olacak!) O altmışlık, yetmişlik Almanları gecenin ilerleyen saatlerinde görmeliydiniz. Nasıl hayat dolular, nasıl hayata dört elle sarılmışlar. İmrendim valla. Biz ise insanları 50 yaşında kırpıp kırpıp sabun yapıyoruz. Neymiş efendim, Türkiye genç nüfusa sahipmiş.
Bakın, sinirlendim, ellerim titremeye başladı. Her neyse, gece yarısı oldu. On, dokuz, sekiz, yedi altı ritüeli ile yeni yıla girdik. Sarılmalar, öpüşmeler. Bu arada önüme gelen birkaç Almanla da 2004 kankardeşi olduk, kabahat bende değil önce sarılan onlardı.
Yılbaşı mönüsü tartışmalı
Yılbaşı mönüsü konusunda rivayetler muhtelif. Ben beğenmedim. Biraz ucuza kaçılmış gibi geldi. Meze tabağı yavandı. Et ağzıma layık değildi. Yemek arası zeytin-peynir Almanlara kıyaktı galiba, biraz abuk kaçtı da. Bardaktaki meyveli dondurma kılıklı tatlıyla, kestaneli parfeyiyse sevdim. Tatil grubundaki bazı arkadaşlar ise mönüye bayıldılar. Sorun bende galiba.
Yılbaşı gecesi balosunda servis mükemmeldi. Gece boyunca garson arkadaşlar kimsenin bir dediğini iki etmediler. Genel olarak Sheraton'da servis çok iyiydi zaten. Çalışanlar biraz daha güleryüzlü olsalar her şey mükemmel olacak. Tek sorun yemeklerde içilen beleş sudaki klor miktarı. Eğer suyun bu kadar klorlu ise küçük suya iki milyon lira fiyat koyulmaz. Spor merkezine de bir tane su pınarı alınır. Haksız mıyım?
İşkembeci krizi
Yılbaşı gecesi bitti. Türk'ün canı böyle bir gece sonrasında ne ister? Bildiniz, işkembe çorbası ister. Otele sorduk çorba yokmuş. Grubun işkembe severleri toplanıp kendimizi bu zevkten mahrum etmeme kararı aldık. Hemen otelin taksilerinden birini çağırdık, 'Çek bakalım en yakın işkembeciye' dedik. Taksici iki adım öteye çekti ama Kırçiçeği isimli işkembeci kapalı. Yılbaşı gecesi saat iki gibi işkembe salonu kapalı! Olacak şey değil. 'Başkasına çek' dedik. Bu kez taksici Elit isimli lokantaya çekti. O da kapalı.
Hafiften sinirlenmeye başladık. İşkembemiz gelmiş ve işkembeciler kapalı. Taksiciye 'Yok mu burada başka işkembeci. Dalyan'a götür, Çeşme'ye götür' yaptık. Taksici yanında oturan (Sinan'la ben üst üste çıkınca bile boyuna yetişemediğimiz) arkadaşımızın ısrarlı soruları karşısında bildiklerini de unuttu, otele döndük. Yeniden bir taksici çağırdık. Yine taksiye doluştuk. Taksici bize bakıyor, biz taksiciye bakıyoruz. Bir süre böyle bakıştık. Ömer dayanamadı ve yine taksiciye 'Açık işkembeci biliyor musun?' diye sordu. Taksici heybetli soru karşısında küçüldü, küçüldü ve ağzından 'Emin değilim, garanti veremem' gibi ufak ufak sözcükler döküldü.
Biz taksiciyi küçülmüş halde bırakıp aramızda 'Sheraton gibi bir otelin taksisi yılbaşı gecesi açık lokantaları bilmek zorunda mı?' tartışmasına giriştik. Bir sonuç çıkmadı. Sonra taksiden inip kös kös odaların yolunu tuttuk. Gözümüzün önünden tuzlama, damardan, şirden tanecikleri geçerek, sarmısak ve sirke kokuları içinde uyuduk. Yapılır mı bu Türklere Sheraton? Üstelik sonraki sabah (daha doğrusu öğleye doğru uyandık), brunch katına indiğimizde ne görelim. Tam önümüzde iki çorba kazanı duruyor. Biri işkembe.
Sheraton'un kahvaltılarına ve sonraki yemeklerine diyecek yoktu. Yemek salonunda fırını bile var. Sabah sıcak sıcak boş pide, akşam pizza ve içli pide servisi var. Gerçekten Sheratoncular'ı yemekler için tebrik etmek lazım. Bir de yılbaşı gecesi işkembe olsaydı. Yaktın bizi Sheraton bütün yıl işkembesiz geçecek.
Haftaya: Çeşme'ye gel Balıkçı Hasan'a, Cevat'a, Yusuf'a uğrama olur mu hiç! Alaçatı'da motosiklet terörü, Uşak'ta Kırçiçeği Döner yapılabilir mi?
Cuma LAKIRDISI
Dünyadaki her türlü diyeti denedim. En iyi diyet BBC diyeti. Yani 'Buy Bigger Clothes'! (Türkçesi: Daha Büyük Elbise Al!)
(Gary Owens)
Cuma Takıntısı
Dalyan'daki Balıkçı Hasan, İstanbul'da Bebek'te de yer açmış. Başında da kendi duruyormuş. Gitmedim.
Bu hafta sonu gidebilirim. Size de öneririm. Balıkçı Hasan'ın 'Balık işini bildiğini'
Dalyan'daki lokantasına gidenler iyi bilirler.
(0-212-263 48 29)
Yazının Devamını Oku