Bruce Willis ve Monica Bellucci'nin başrolde oldukları Güneşin Gözyaşları'nı izlediğimde bir yönden beklediğimi bulamadım, bir yönden beklemediğimi buldum.
Bir kere filmde ne Bruce bizim bildiğimiz Bruce, ne de Monica bizim bildiğimiz Monica. Oysa beni filme sürükleyen, bu ikilinin nasıl bir performansla karşıma çıkacakları idi. Hayal kırıklığına uğradım. Filmde öne çıkan bir karakter yok, karaktersiz bir film.
Willis iyi yetişmiş elemanlardan kurulu bir müfrezenin komutanı. Nijerya'da bir misyoner kampında doktorluk yapan Belluci'yi kurtarma görevi veriliyor ve film başlıyor. Willis ve adamları Nijerya'ya geliyorlar, ama Belluci kampta yaşadığı Afrikalı yerlileri terk etmek istemiyor. Müfreze, çaresiz yerlileri de Belluci'nin yanına katıp tropikal orman içinde isyancı gerillalarla çok da nefes kesici olmayan bir kaçma-kovalamaca içine giriyor. Film Rambo filmlerine has klişelerle dolu. Platoon (Müfreze), Kara Şahin Düştü, bu türün çok daha iyi örnekleri.
Güneşin Gözyaşları Hawaii'de çekilmiş, bazı sahnelerdeki görsel çerçevelemeler çok etkileyici. Müziği çok sevdim. Afrika perküsyonu çok hoşuma gider. Hemen sound track'ini bir yerlerden edinmem gerekiyor.
Filmde beklemediğim ama bulduğum şey etnik temizlik tanımını klişeden arındırması, ona daha farklı, daha insani, daha duygusal bir anlam yüklemesi. Çoğu zaman Afrika ve etnik temizlik deyince kafalardaki klişe 'Ne olacak bir yığın siyah adam biri de bir, bini de bir'' şeklindedir. Güneşin Gözyaşları her türlü Rambo klişesine rağmen kafalardaki bu 'etnik temizlik' klişesine meydan okuyabiliyor. Bu nedenle temposunun yavaş olmasına, öyküsünün hantallığına rağmen bu filmi görmeniz konusunda ısrarcıyım.
Güneşin Gözyaşları siyasi olarak da okunabilir. Powell'a Bush'a yardımcı olduğu söylenebilir, Amerikan ordusunun Irak'a yaptığı saldırıyı yüceltmeye yaradığı iddia edilebilir, ama bu iddialar film Amerika'da izlendiğinde geçerli iddialar. Film Türkiye'de izlendiğinde akla Irak'ta zorlanan Amerikan ordusu geliyor ve insan acı acı gülümsemekten başka bir şey yapamıyor.
Görülmesi gereken 7 çocuk oyunu
Sanat aşkı, tiyatro aşkı, yazı yazma aşkı, müzik aşkı farklı düşünme aşkı bir anda oluşan şeyler değil. Çocuğun sanata ve kültürel olaylara kendisini yakın hissetmesi için bir an önce canlı performans izlemesi şart. Çocuğunuza yıllarca günde 24 saat televizyon izletin, sanatsal faaliyetlere kendini yakın hissetmesi çok zor. Böyle yaparsanız çocuklarınızın yakınlaşacağı şeyler bellidir: Pazar keyfi, televole, Pınar Altuğ, Serdar Ortaç. Ana-baba olarak 'ya ne yapacağız bu çocuk da televizyon kuşu oldu' diyeceğiniz yerde bir an önce sahnede canlı canlı performans izlemesini sağlayın. Çocuk tiyatrosu uzmanı değerli dostum Faik Ertener'den rica ettim sizler için bu sezon mutlaka çocuklarınıza izletmeniz gereken 7 çocuk oyunu seçti. Hepsine götürün demiyorum ama en azından bir iki tanesine götürün, bakalım farkı hissedebilecek misiniz? Hissedeceksiniz.
Görülmesi gereken 7 çocuk oyunu
Masal Gerçek Tiyatrosu: Oynamak İstiyorum ve Pıtırcıklar
Sahne Oyuncuları: Fırtına
Akbank Çocuk Tiyatrosu: Cimri
İstanbul Şehir Tiyatrosu: Altın Küp
Tiyatro Kare: Masalımdaki Korsan
Van Devlet Tiyatrosu: Nereye Koşuyorsun Böyle Minik Tay
Eskişehir Şehir Tiyatrosu: Siz Ne Dersiniz? (Çocuk Müzikali)
Birden kendimi Sofra Tokyo’da sandım
İstanbul'da bir iki yıldır teras-restoranlar çok moda oldu. Bunlardan biri de Sofra London. Tarlabaşı'nda Cartoon Oteli'nin dokuzuncu katında. Park sorunu yok. Otelin park görevlisi Murat, sağolsun her türlü park ilgisini yapıp aklınızın arabanızda kalmasını önlüyor.
Daha dış asansörden yukarı çıkarken Taksim'e ve Haliç'e bir süre tepeden bakacağınızı hissedip nasıl heyecanlanıyorsunuz, nasıl heyecanlanıyorsunuz bir bilseniz. İstanbul'a yeniden, yeniden, yeniden áşık olacağınız geliyor.
Çok övdüler, 'mutlaka gidin' dediler, hatta 'telefonda ısrarla cam kenarı olsun' diye ısrar edin dediler.
Söylenen şu, 'manzara müthiş, servis olağanüstü, Osmanlı yemeklerini yeme de yanında yat'.
Sofra London'un öyküsünü okumuşsunuzdur. Merkez Londra. Sahibi Aşçı Hüseyin Özer. İnat etmiş ve modern Osmanlı mutfağını Londralara taşımış, hatta kısa sürede zincir haline getirmiş. Bir şubesi de Bilkent Üniversitesi’nin içinde.
Asansör teras katına geldiğinde beklentilerimle örtüşmeyen bir şeyle karşılaştım. Niye yalan söyleyeyim ben 'bilumum Abdullah lokantalarındaki' gibi daha Osmanlı bir atmosfer bekliyordum.
Aksine çok modern bir atmosferle karşılaştım. (Tarzlarla hiç işim olmaz, o yüzden anlatmayacağım kusura bakmayın).
Hatta müşteri ilişkilerinden sorumlu bayanı görüp bir de atmosfere bakınca 'Yanlış geldik galiba burası Sofra Tokyo olmasın' demediysem ne olayım. Sonradan öğrendim ki arkadaşımız Eskişehirliymiş. Niye ben kendimi suşi yemeye gelmiş hissetmişim? Niye? Çünkü o bir Tatarmış. Müthiş güleryüzlü, işini de çok iyi yapıyor. Uzun süre Londra'da garson olarak çalışmış. İşine çok hakim.
Manzara olağanüstüydü. Arasıra sağa, hain bombalama olaylarının gerçekleştirildiği yöne baktığımda içimi hüzün kaplamadı desem yalan olur.
Tam hüzün de değil belki nefret, acıma, kaygılanma üçlüsünün karışımından oluşan farklı bir duygu. Belki o duygu daha önce hiç keşfedilmemişti. Ben orada keşfettim.
Yemeklerin lezzeti de olağanüstü. İçli köfte, humus, gavur dağı salatası. Önden çok şey yememek lazım ama. Sonra insanın karnı doyuyor ve ısmarladığınız kebap önünüze geldiğinde 'gavur dağı'ndan bile kocaman görünüyor.
Sofra London'a özgü yoğurtlu bir kebap yedim. Et şahane idi. Hüseyin Özer'e İstanbul'a böyle bir değer kazandırdığı için teşekkür etmek lazım.
Girişimci, ne yaptığını bilen, fark yaratan insanları seviyorum. Hüseyin Özer'i de. Tanımıyorum ama seviyorum. Bu mümkün değil mi? Mümkün. Oldu işte. (212) 297 21 78-79
Mumcu'nun Devlet Tiyatrosu planları
Geçen hafta 'Erkan Mumcu'nun asıl amacı ne?' diye bir yazı yazıp, 'Devlet Tiyatroları nasıl kurtulacak' demeye getirmiştim. İstanbul'da 3.5 sahne var, devlet 180 sanatçı besliyor. Hepsi tam performans çalışsalar beslesin, helali de hoş olsun. 'Ama bazılarının yıllardır herhangi bir oyunda figüran olarak bile rol aldıkları yok. Ne olacak bu işin sonu? Yoksa tiyatroyu asıl öldüren devlet mi?' demeye getirmiştim. Turizm ve Kültür Bakanımız pek oralı olmadı. Biz 'oralı olan' bir yiğit bulana kadar burada anımsatmaya devam edeceğiz.
Cuma Takıntısı
Bursa Carrefour'un içindeki Isot'ta bir lahmacun yedim. Az daha parmaklarımı da yiyecektim. Urfa işi, insanın ağzında eriyip gidiyor. İstanbul'da da şubeleri var. Mutlaka deneyin, süper.
Cuma ALINTISI
Bir kedi ile bir yalanın arasındaki en önemli fark, kedinin sadece dokuz canlı olmasıdır