7 Haziran 2004
<B>KOÇBANK</B>’ın Pusula reklamını anlamadım. Reklamı bırakın Pusula’nın ne olduğunu anlamadım. Niye <B>Ayla Hanım</B>’ı polis samanlıkta basıyor? Ve hatta şalvarını gül dalına asacakken niye ona ‘Hani başlayacaktınız?’ diye soruyor? Reklamın başındaki uzun metraj ‘Kurtlar Vadisi’ girişinin tüm öyküye katkısı ne? Ayla Hanım’ın dana merakını ve yanında verilen hayvan yavrusunu daha çok Bonus Card reklamlarına özgü bir ‘saçmalık’ olarak kabul edersek, buradan yola çıkarak, Pusula’ya alışveriş kartı diyebilir miyiz? Basın reklamlarında öyle denmiyor ama. Basın reklamları Pusula’yı ‘Kişiye Özel Tasarruf Programı’ olarak tanımlıyor. Yoksa basın reklamlarındaki Pusula ile televizyondaki Pusula aynı Pusula değil mi? Emin olun Pusula’yı şaşırdım. Reklam dediğin şey tabii ki dikkat çekici olmalı da bir de anlaşılır olsa sizce daha iyi olmaz mı? Pusula reklamına onay veren makam bir de bana bu stratejiyi niye kabul ettiğini açıklarsa çok sevineceğim. Gerçekten. Belki benim de bilmediğim bir şey vardır, sizlerle paylaşır kimsenin hakkını yemeyiz (Reklam Ajansı: TBWA Rating: *).
Alaturka satış stratejileri
GEÇENLERDE elime Özlem Seller’in yazmış olduğu Alaturka Satış Stratejileri diye bir kitap geçti. Hemen bir çırpıda okudum. Özlem Seller on yıl satışçı olarak çalışmış, 1998-1999 yılları arasında Halk Yaşam Sigorta’da üst üste iki yıl en çok satan satış elemanı olmuş. Şu anda psikololoji ve işletme mastırı yapıyormuş. Şimdilerde de ‘Bir Satıcı Doğuyor’ diye eğitimler veriyormuş. Seller’in ‘Türklerin Satıcı ve Alıcı Kültürü’ üzerine geliştirdiği tezler ilginç. Seller, daha baştan Türklerin farklı insanlar olduklarını kabul ediyor. Yaptığı alıntılarla diyor ki: ‘Ancak bir Türk işinde iyi birini överken aynı zamanda hakaret eder. Örnek: Şerefsizin oğlu ne iş yapmış be kardeşim helal olsun!’. Seller bu farklılıklar üzerine de yurdum insanının satışını ve alışını etkileyen özellikleri şöyle sıralıyor:
Türk insanı memleketlisini korur, Türk insanında ‘yabancıya gitmesin’ duygusu yüksetir.
Türk insanının gerçekten bir fincan kahvenin kırk yıl hatırını bilir. Siz bir iyilik mi yaptınız o daha büyüğüyle karşılık verir.
Türk insanı yakınlarına yardımcı olmayı sever. Biri bayi olduğunda tanıdıklar hemen ona yönelir.
Türk insanı özünde iyi niyetlidir. İyi niyeti ve güleryüzü unutmaz. Hiçbir ülkede bir satışçı şunu demez: ‘Şu modeli almayın. Biz bulunduruyoruz ama biraz sorunlu. Yandaki mağazaya bakın..’.
Türk insanı tanıdığından alır.
Türk insanı pazarlık etmeyi, alırken kazanmayı sever.
Türk insanı otoriteye güvenir, ona akıl danışmayı sever.
Türk insanı sosyal bir hayvandır. Yalnız kalmayı sevmez, çünkü kendine tahammül edemez.
Türk insanı kendini ezdirmeyi sevmez. Çabuk özenir, gördüğünü ister.
Türk insanı ‘güvenmez’. Bu nedenle de sağlamcıdır. Babaların kız isteme törenlerinde ‘Oğlunuzun SSK’sı var mı?’ diye sordukları tek ülke Türkiye’dir.
Son olarak; Türk insanının her işi acildir. Türk insanı sabırsızdır. Bu yüzden çektiği her faksın ‘acil’ olduğunu sanır. Seller haksız değil değil mi? İtirazı olan ya da başka özellikler eklemek isteyen varsa iletsin, paylaşalım.
Tayyip Bey’in çizgili İmajı..
BİR süredir Başbakan Tayyip Erdoğan’ın niye daha fazla çizgili takım elbise tercih ettiğini düşünüyorum. Bilinçli bir tercih olabilir mi? Acaba ‘Kasımpaşalılık’ ruhunun çizgili takım içinde daha iyi mi ortaya çıktığı düşünülüyor? Düşünce buysa amaca ulaşılıyor.. Çizgili takım Tayyip Erdoğan’ın ‘Kasımpaşalı’ imajını pekiştiriyor. Tercih doğru mu? ‘Kasımpaşalılık’ prim yaptığına göre bu imajı pekiştirmek niye yanlış olsun. Devam...
Çekirgelik
Ne aradığını bilmeyen bulduğunu anlayamaz. Mevláná
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2004
<B>TELEVİZYON</B> kanallarının reklam süreleri, ürün yerleştirme ve sponsorlukla ilgili kurallara uymamaları yeni bir şey değil. Bu köşede bu konuyu defalarca yazdım ve RTÜK’ü yapması gerekenler konusunda uyardım. Son günlerde özellikle ‘reklam arası dizi’ şikayetleri çoğalınca RTÜK bu kurallara uymayan kanalları uyardı ve kurallara uymazlarsa ‘500 milyar’ para cezası uygulamakla tehdit etti. RTÜK haklı mı? Haklı. ‘Demokrasi bekçisi’ sıfatıyla güç kullananlar yasalara, yönetmeliklere uymazlarsa kim uyacak? Peki, yasalar ve yönetmelikler doğru mu?
Reklam süreleri konusunda değil. Niye televizyon kanallarını süre konusunda sıkıştırıyoruz ki. Bırakalım istedikleri kadar reklam yayınlasınlar. Reklamdan sıkılan da daha az reklamlı dizileri, filmleri tercih etsin. Yani neyin ‘tercih’ edileceğine yine ‘pazar’ karar versin. Çünkü ‘Beğendiğimiz dizileri reklamdan izleyemiyoruz, bir şey yapın’ şikayeti karşısında, ‘yasak’ getirmenin tabanı yok. Kim dizi izleyemediği için elden ayaktan düşmüş ki! Diziler zorunlu gıda maddesi mi de, ‘kesintisiz’ izleme ortamı yaratıp sağlıklı bir topluma ulaşalım. Kanalın biri bastırmış parayı, tutan bir dizi yapmış, istediği kadar içine reklam alır, kime ne?
Ürün yerleştirme konusuna gelince... Bu konuda yasalar haklı. Televizyonun ‘editoryal’ kısmı, program içleri ‘ürün yerleştirmeden’ arındırmalı. Tüketiciye ‘bilinci dışında’ saldırıp onu ikna etmek liberal eknomide meşru bir eylem değil. Tüketicinin masumiyetini kötüye kullananlar en ağır şekilde cezalandırılmalı.
Sponsorluk konusu ise tartışmalı. Yeni reklamcılık teknikleri, sanal reklamcılık, bant reklamlar ve bölünmüş ekran yasaların elini kolunu bağlıyor. Bu nedenle sponsorluğu sınırlandırıp, haksız rekabet yaratmamak gerekiyor. Hem söyler misiniz ünlü bir futbolcu 1.5 saat boyunca ekranda göğsündeki filanca firmanın amblemi ile dolaşıyor da, ünlü bir dizi oyuncusu niye göğsünde bir firmanın logosu ile ekranda dolaşmasın? Sporun ayrıcalığı nerede? Ekran aynı ekran, izleyici aynı izleyici değil mi?
Hızır kız!
ÖZGÜR kız bu kez yoğurt, süt reklamlarına has kırsallıkta bir reklamla karşımızda. Yani reklam o kadar kadar kırsal ki, insan o arada iki Sütaş, iki Pınar reklamı da attırılırdı diye düşünmeden edemiyor.
Anımsarsanız daha önce Özgür Kız’ın ‘kaçırılmalı’ reklamı iş yapmamıştı. Gerçekten de Hazır Kart’ın öz kitlesi gençler o günlerde Özgür Kız’ın kaçırılma öyküsünü hiç mi hiç iplemediler. Hazır Kart bu kampanyadan zerre kadar fayda sağlamadı. Bu nedenle de bu kampanya meraklılara yönelik bir promosyonla sona erdirildi. İşte bu nedenle Özgür Kız’dan bir süredir haber alamadık. Ta ki kırsal Anadolu yollarına, sazıyla, sözüyle, atıyla düşene kadar.
Yeni reklamda Hazır Kart’ın iletmek istediği mesaj basit: Kontörün bitiyor sana ek birkaç kontör daha veriliyor. Reklamda bu promosyon ‘avans kontör’ olarak tanımlanmış. Verilmek istenen mesaj için bir çocuk çoban bulunmuş, bir Keçi Muharrem, bir de babası... Öykü şöyle:
Keçi Muharrem dağa kaçınca çocuk çoban babasını arıyor ancak kontörü bitiyor. O sırada dağlarda kelebek şeklinde dolaşan Özgür Kız hızır gibi yetişip hemen iki kontör sıkıştırıyor. Daha sonra babayı görüyoruz. Onun da kontörü bitiyor. Özgür Kız (sanırım artık Hızır Kız diyebiliriz) yine hızır gibi yetişiyor. Ona da birkaç kontör sıkıştırıyor. Öykü mutlu sonla bitiyor. Sonunda Keçi Muharrem dağdan inip kuzu kuzu babasının kucağında oturuyor! Özgür Kız da Anadolu öykülerine devam etmek üzere Red Kit örneği yola koyuluyor.
Reklamın sonunda mesaj anlaşılıyor mu? Anlaşılıyor ama sanki tali bir mesaj gibi anlaşılıyor. Öykünün Hazır Kart’a ne kattığını anlamak güç. Hazır Kart’ın Özgürlük konsepti bu öyküde nerede, Muharrem neye hizmet ediyor onu da anlamak güç. Anlayacağınız Hazır Kart Özgür Kız’la yeni bir yol deniyor. Hem de özünden taviz vererek. Bence çabası boşa bir çaba. Özgür Kız artık Hazır Kart’a hiçbir şey katmıyor. Onu yenilikçi kılmıyor. Aksine demode hale getiriyor. İletişimde tabii ki tutarlı olacağız.Tabii ki tutarlılık yamyamlık yapıp bizi yemeye başlayana kadar... (Reklam Ajansı: Alameti Farika Rating: * *).
Niye bakıyorsun bana benekli dana
DÜN Hürriyet’in arkasında tam sayfa çok güzel bir basın ilanı vardı. Polonez bir tüketici ödülü almış ve bu fırsatı kaçırmayıp bu ödülü kalite algısını pekiştirmek için kullanmaya karar vermiş. Çok doğru bir karar. Tam sayfa reklam da çok doğru bir karar. Ödülün önemi bundan daha güzel nasıl vurgulanabilir. Görselde bir dana bize bakıyor, kocaman bir ‘Dana’ başlığı hemen göze çarpıyor. Alt başlıkta da ‘Bu ödülde onun katkısı var yazıyor’. Reklama daha ilk bakışta Polonez’in % 100 dana eti kullandığını anlamamak imkansız. Reklamdaki danayı uzun süre çıkarmak da... Bir basın reklamı başka ne yapsın. Bravo Polonez. (Reklam Ajansı: Stars Rating: * * * * *)
Bridgestone’a şaşırdım
MICHELIN boğumlu beyaz karakteri ile reklama başlayınca lastik marka anımsama ligine bir bakayım dedim. Taylor Nelson Sofres bizim için Türkiye temsili 2 bin 35 kişiye ‘Aklınıza gelen ilk üç otomobil lastiği markası nedir?’ sorusunu sordu.
1591 kişi (yüzde 78) en az bir lastik markası anımsadı. Lastik marka liginin tartışmasız ilk üç markası Lassa, Pirelli ve Goodyear. Geçmiş yıllardaki reklam yatırımlarına baktığınızda bu sonucun haklı bir nedeni olduğunu da görürsünüz. Bridgestone’un Michelin’in arkasında yer almasına biraz şaşırdım. Son reklam kampanyasından sonra da Michelin’in arayı açacağını, yukarıdaki üçlüye yaklaşacağını düşünüyorum. Michelin’in ne kadar üstün teknoloji ile üretim yaptığını anlatan reklamda beyaz boğumlu karakterle ‘yumuşaklık’ özelliği vurgulanmaya çalışılıyor ki, bu mesajlar lastik kategorisi için doğru mesajlar. Reklamın yapım kalitesi de oldukça yüksek. Beğenilirlik düzeyi biraz daha arttırılsaymış Michelin zaten varolan yüksek kalite algıyla daha da yukarılara çabuk uçarmış.
Reklam anımsama ligi
HTP araştırma şirketinin yapmış olduğu araştırmaya göre Arçelik yeni reklam filmleri ile üç haftadır en çok anımsanan reklamlar arasında ilk sırada. Evy Baby ikinci sırada, Cola-Turka üçüncü, Pepsi ise dördüncü sırada... Bu hafta sıralamaya yeni giren reklamlar: Ülker Golf ve Pedo. Ülker Golf çocuklara yönelik yarattığı Golf karakteri ile çok doğru bir iş yapıyor. Pedo ise Baba filminden esinlenerek yaptığı sızdırma bilgi sızdırma esprisi ile biraz yaratıcılığın sınırlarını zorluyor. Mesaj bu haliyle eğreti duruyor..
Çekirgelik
‘Olsun varsın!’ demenin çoğu zaman en doğru karar olduğunu hiç fark ettiniz mi?
(Marilyn Monroe)
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2004
Geçen haftanın Tempo, Aktüel ve Haftalık dergilerini aldım baktım. Bu dergiler Türkiye’nin haftalık ‘haber’ dergisi olmasını beklediğimiz dergiler. Bu aralar harala gürele bir ‘değişim telaşı’ içindeler ya... Neyi değiştirmişler bir bakayım dedim. Aktüel ve Haftalık daha kafadan, kapaklarıyla bitirdi beni. Aktüel’in kapağında ‘Yeni Hülya Avşar’ Ayşin İnci’nin fotoğrafı, Haftalık’ın kapağında Hollywood’un yeni yıldızı Kate Beckinsale’in fotoğrafı. İnsan diyor ki: Bravo iki dergi de iyi değişmiş! Tempo’nun kapağında ise Türkiye’nin gündemini bir süredir meşgul eden ‘Gıda Terörü’ var. Tempo da daha kapaktan ‘hard habercilikten’ vazgeçmemiş görünüyor. Ama kapaktaki konuyu tanımlayan görseli çok çarpıcı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Dergilerin konu yelpazeleri incelendiğinde haber dergisinden en fazla uzaklaşan ve magazinleşen, daha çok ne buldunsa koy ‘televole’ programlarına benzeyen, ‘kategorisi’ belli olmayan derginin Aktüel olduğunu düşünüyorum. Haftalık kısmen daha ‘haberci’ ama haberinin daha ‘light’ olduğunu söylemek mümkün. ’En hard’ haberci ise hálá Tempo. Kerem Çalışkan ve deneyimli ekibi ‘haberci’ pozisyonunu korumakta ısrar ediyor. Kutlamak lazım ne diyeyim. Şimdiii... Bu sonuçlarla hangi dergiye ‘haber dergisi’ muamelesi yaparsınız? Diyeceksiniz ki bu niye önemli? Bu önemli... En azından (belki de çoğundan) reklamveren için önemli. Eğer bir dergiye haber dergisi diye reklam veriliyorsa beklenen o derginin haber dergisi olmasıdır. Neden? Çünkü ‘haber dergisinin’ yarattığı reklam ortamı ile ‘magazin dergisinin’ yarattığı reklam ortamı farklıdır ve reklam mesajı okuyucu tarafından bu ortamlarda farklı alınır. Haber dergisini okumak daha çok zaman alır, magazin dergisine bakılır. Haber dergisi ile ‘magazin’ dergisi farklı ruhsal durumları yaşarken okunur. Bu nedenle bir dergi haber dergisi ise ‘haber’ dergisi olmalı, haber taklidi yapmamalıdır. Bilmem ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Şunu da söyleyeyim: Dergi tasarımları çok birbirine benzemeye başlamış, bu ciddi tehlike, benden söylemesi.
Cafehane’de kahvaltı insanın içini ısıtıyor
Geçen haftalarda bir İzmir’e uzanmıştım. Güzelbahçe’de Cafehane’de, denizin üstünde (tam böyle) çok güzel bir kahvaltı yaptım. İzmir’in güneşi gibisi yok, bir de üstüne deniz kokusu biber ekti mi kahvaltının yeme de yanında yat. Tahta kanepeler ortama ayrı bir nostalji katıyor. İçinde kaşar eritilmiş simit (İzmircesi gevrek), zeytin, peynir, bal, yağ, kaymak, domates, omlet, her türlü yumurta, sucuklu, salamlı, pastırmalı harika... Kahvaltı sonunda karar verdim ki, Cafehane’de kahvaltı insanın içini ısıtıyor, hayata daha bir dört elle sarılmasını sağlıyor. İyi bir atmosferde, iyi bir kahvaltı gerçekten insanın kendisini iyi hissetmesini sağlıyor. Yalan mı? (0-232-234 61 24).
Zorlamayın
Felaket filmlerini sevmiyorum. Felaket filmlerinin yapmacıklığını sevmiyorum, sevenlere saygı duyuyorum ama ben sevmiyorum. Bu nedenle de ‘Yarından Sonra’ya gitmeyi reddediyorum. Hatta iki gün önce filme girdim ve ilk on beş dakikada pişman olup çıktım. Size önerim felaket filmlerini sevmiyorsanız kendinizi zorlamayın, Yarından Sonra’ya gitmeyin. Abartılacak bir şey yok, alt tarafı bir felaket filmi işte!
CUMA İTİRAFI
Daha önce İtiraf.com isimli sitenin ‘mucidi’ Ersan Özer’in çok sevdiğim ve takdir ettiğim bir öğrencim olduğunu yazmıştım. İtiraf.com gerçekten de belirli bir alt kültürde markalaşmış çok önemli bir site. Türk insanını anlamak için bu siteyi arasıra ziyaret etmekte fayda var. Ziyaret edemeyenler üzülmesin, her hafta bu köşeye bir ‘Cuma İtirafı’ koymaya karar verdim. İşte bu haftanın itirafı:
‘Samwhitmore; cinsiyet kadın; yaş 24; il İstanbul
Pazar günü eşimle 3 kez çok seviştik, üçünde de aynı prezervatifi kullandık. Tabii yıkayarak. Bir parça cimriyiz galiba...’
Prezervatif yıkayanlarla aynı ülkede yaşamak ne güzel!
CUMA TAKINTISI
İnanmayacaksınız ama Beyoğlu’nda hálá yeni yerler keşfediyorum. Herhalde kırk yıl daha dolaşsam keşiflerimin bitmesi pek mümkün değil. Bu kez size Sofyalı’yı önermek isterim. Asmalımescit’te Sofyalı’yı bilmeyen yokmuş. Hatta bırakın Türkleri, Sofyalı ‘ecnebi’den geçilmiyor. Haklılar da... Sofyalı küçük ama atmosferi çok sıcak. İtalya’nın ev yemekleri yapan küçük lokantalarını andırıyor. Hoş bir sohbet atmosferi var, mezeler şahane. (0-212-245 03 62).
CUMA ALINTISI
Seks kadının evlilik için ödediği bedeldir, evlilik ise erkeğin seks için ödediği bedeldir. (Allan+Barbara Pease)
Bu gezi kamera şakası olmalı
Geçen hafta Türkiye’den bir grup gazeteci Ernst&Young’ın 31 ülkede düzenlediği ‘Dünyada Yılın Girişimcisi’ yarışmasını izlemeye Monaco’ya gittik. Bu gezinin resmi kısmını geçen pazartesi günü köşemde yazdım. Bir de perde arkası var ama... Hem de ne perde arkası. Alitalia ile uçtuk, önce Milano’ya vardık, oradan Nice’e uçtuk, oradan da Monaco’da kalacağımız Marriot Otel’e otobüsle transfer olduk. Dönüş de aynı şekilde oldu filmi başa sardık. Ve bu gezide her şey, her şey ama her şey bize karşıydı. Yürüyen yürümeyen her türlü merdivenler bile. İtalyan havaalanlarının rezilliği anlatılacak gibi değil. Bu kadar düzensizliği, bu kadar sağduyudan yoksunluğu Türkiye’de Devlet Hava Meydanları yaşatsa emin olun, ikinci gün ilgili kurum yetkililerini asmaktan beter ederiz.
Yaşadıklarımız öyle bir rezillikti ki ara sıra acaba birileri kamera şakası mı yapıyor diye çevreme bakınmadıysam ne olayım. Baktım kamera şakası değil bu kez birilerinin bile bile Türk gazetecileri dayanıklılık testinden geçirmek istediğinden şüphelendim. Örneğin Berlusconi... Neden olmasın? Biz bu sınavı atlatınca adam dönecek ve kendi çalışanlarına diyeyecek ki ‘Bakın Türk gazetecilere, pestillerini çıkardık gıkları çıkmadı. Ya siz? Bir eliniz yağda bir eliniz balda. Size zam mam yok kardeşim.’ Hakikaten gıkımız çıkmadı. Hıncal Uluç’u çok severim. Bu gezide dayanıklılığına ve pozitif enerjisine hayran oldum. Hiçbir koşulda neşesinden bir şey yitirmiyor, hiçbir koşulda suratını asmıyor ve her felaketin de mizahını çıkarıp moral düzeltmekten geri kalmıyor. İşiyle onu çok severdim, şimdi onu bir ‘büyük adam’ olarak çok daha fazla seviyorum. Hürriyet’ten sıkı röportajları ile tanıdığımız Sibel Arna da gezi grubundaydı. O da dayanıklılık testinden büyük bir başarıyla çıktı. Ara sıra Sibel’in hayatından endişe etmediysem ne olayım. Özellikle sabahın ilk ışıkları aydınlanırken. Hiç tepki yoktu Sibel’de. Yürüyordu ama hayat belirtisi yoktu, yiyordu ama hayat belirtisi yoktu, okuyordu ama hayat belirtisi yoktu. Anladım ki Sibel uykusunu almadıysa sabahları dokunmamak lazım, çünkü tepki vermiyor, cansızlaşıyor. Sibel Arna hem canlı hem cansız haliyle farklı bir tarz. Röportajlarına daha bir dikkat etseniz iyi olur. Benim gözüm üstünde. Haftaya (eğer havam yerinde olursa) bu geziden anılara devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2004
Bilmeceye cevap süresi bitti. Artık cevap vermeyin lütfen. Şinciiik... Önce size doğru cevabı vereceğim (ki pek çoğunuz zaten bildiniz) sonra, yine Erol Abi’den rica edeceğiz bize mubarek elleriyle kazanan iki talihliyi belirlesin diye. Kazananları Cuma veya cumartesi açıklarım artık...
Sorunun doğru cevabı YEDİ olacaktı. Yani sepette 7 yumurta varmış.
... böylece köylü kadın 7 yumurtasını da satarak köyüne dönmüş.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2004
TÜRKİYE’den bir grup gazeteci haftasonunu Monte Carlo’da geçirdik.. Ernst&Young’ın 31 ülkede düzenlediği ‘Wold Entrepreneur Of The Year’-Dünya Yılın Girişimcisi yarışmasının finalini izlemeye gittik. Kimlere mi vardı? Söyleyeyim. Milliyet’ten Murat Sabuncu, Şule Yücebıyık; Hürriyet’ten ben ve Sibel Erna; Sabah’tan Hıncal Uluç; Vatan’dan Mine Şenocaklı; Alem’den Berna Ertan; Zaman’dan Fikri Türkel; Capital’den Nihal Imeryüz; Anadolu Ajansı’ndan Zeynep Yücetaş. Ekip sağlamdı anlayacağınız. Çok da heyecanlıydı..Çünkü 18 yıldır yapılan bu yarışmada ilk defa Türkiye’de yarışıyordu. Türkiye elemelerini kazanan yarışmacı ORKA Grubu yaratan Süleyman Orakçıoğlu da heyecanlı heyacanlı dolaşıp yarışmanın jürisine başarı öyküsünü anlatıyordu.. Süleyman Orakçıoğlu’nun öyküsü gerçekten başarı öyküsü.. Sen 18 yıl önce Elazığ’dan çık,, İstanbul’a gel, sonra Osmanbey’de küçük bir dükkan aç, sonra da bu dükkanı dev bir tektil imparatorluğuna dönüştür.. Damat-Tween ve ADV markalarını yarat, Türkiye’nin dünya teksil pazarlarındaki yüzakı ol.. Emin olun gururlandım. Cumartesi akşamı Sporting Club’da düzenlenen ödül töreninde 31 ülke arasında Türk Girişimci Sülayman Orakçıoğlu’nun öyküsünü dinlerken müthiş gurur duydum. Türk bayrağını diğer girişimcilerin ülke bayrakları arasında sallanırken görünce gerçekten çok mutlu oldum. Bu olanağı Türkiye’ye sağladıkları için hem Ernst& Young Türkiye genel Müdürü Osman Dinçbaş’a hem de Süleyman Orakçıoğlu’nun ekibine teşekkür etmek şart. SEZER HAYALİ Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer çağırsa yanına Osman Dinçbaş’ı ve Süleyman Orkaçıoğlu’nu, Türkiye’nin böyle önemli bir yarışmada temsil ettikleri için onları kutlasa, bir şilt verse, diğer girişimceler için ne anlamlı olur değil mi? Hayal mi görüyorum..Ne yapayım hayal ettiğim sürece yaşıyorum..Bir gün bizim de böyle anlamları Türk halkıyla paylaşacak, Türk insanını başarıya güdüleyecek bir liderimiz olur inşallah..Zaten olmazsa gözlerim açık gidecek.. Lafı uzatmayalım, Cumartesi gecesi Orakçıoğlu çıktı sahneye çatır çatır diğer ülke birincileri ile yarıştı. Hem de kimlerle..Finlandiyalı, Polanyalı, İngiliz, Amerikalı, Norveçli, Hollandalı, Alman, Macar, Japon girişimcilerle..Daha önce bu yarışmadan çıkan birincileri sayarsam ORKA’nın genç yaratıcısı Süleymen Orakçıoğlu’nun kimlerle dans ettiğini belki daha iyi anlarsınız. Bill Gates (Microsoft), Jeff Pezos (Amazon) ve Michael Dell (Dell) daha önce bu yarışmada Dünya Yılın Girişimcisi seçilmişler. Gerçekten 2004’ün yarışmacıları da kendi ülkelerinde çok başarılı işler yapmış girişimcilerdi. Kimi organik yiyecek imparatorluğu kurmuş, kimi çizgi film imparatorluğu kimi de ülkesinde dünya devlerinin sırtını yere getirmiş.Cumartesi gecesi ödül Filipinli işadamı Tony Tan Caktiong’un oldu. Caktiong ödül gecesi son kez jüri önünde yarışırken, sorulan bir soru üzerine ‘Rakiplerimiz düna devi ama iyi ürün üretmiyorlar’ deyip başarısın sırrını kaliteli yiyecek üretimine bağlamış ve salondan büyüyk alkış almıştı. Cakting işe 1973’te Manila’da iki dondurmacı dükkanı ile başlamış bugün 470 milyon Euro cirosu, ABD ve Çin dahil yedi ülkede 1000 fast food mağazası ve 26.000 çalışanı ile dünya devi.. Üstelik Filipinler’de de %65 fast food pazarını ele geçirip McDonald’ın canına okumuş..Damat-Tween ve AVD markalarını yaratan Süleyman Orkaçıoğlu’nu bu yarışmada Türkiye’yi başarıyla temsil ettiği için gerçekten kutluyorum. Gurur dolu bir ödül gecesiydi. Belki ödülü alamadık ama emin olun Elazığ’dan çıkan bir Türk girişimcisini dünyanın gelişmiş ülkelerinin girişimcileri arasında yarışırken görmek çok güzeldi.. Ödülü almış kadar olduk..Gelecek yılı heyecanla bekliyorum.ÇekirgelikIşık saçmanın iki yolu vardır: ya bir mum olmak ya da onu yansıtan ayna.(Edith Wharton)
button
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2004
<B>YIL</B> 2054... <B>Türkler</B> teknolojileriyle dünyayı ele geçirmişler... Öteki dünyalıların bu işten çok canları yanmış (Niyeyse? Türkler alt tarafı dünyayı ele geçirmişler. Galaksiyi ele geçirselerdi amcaların telaşını anlardım!) ve Türklerin sırrını öğrenmeye çalışıyorlar. (Niye 2054 yılına kadar beklenmiş o konuda da bilgi yok).
Durum değerlendirmesi yapan muhteremler teknoloji harekatının başladığı milat olan 2004 yılına dönüp Türkiye’den taksici Veysel’i yanlarına ışınlıyorlar. Hesap gayet açık. Taksici Veysel’in ikizi Robot Veysel’le dünyanın teknolojik başarılarının sırları öğrenilecek ve gidişe bir dur denecek. Robot Veysel dünyaya ışınlanıyor ve iki dakika 32 saniyelik uzun metraj, ‘repositioning’ (yeniden konumlandırma) filmi, ‘Veysel aramızda’ pack-shot’ıyla bitiyor.
Evet, Veysel filmi Vestel’in yeniden konumlandırılma filmi. Vestel, Arçelik ve Bosch’a göre daha aşağılarda bir yerde algılandığını, fiyat-kalite dengesi nedeniyle de daha ucuza mal satmak zorunda kaldığını biliyor ve üst algılamaya geçmeye çalışıyor. Bu hedefe ulaşmak için de Arçelik’in Çelik stratejisine benzer bir stratejiyle Vestel markasına, ‘teknolojik’ sözcüğünü yüklemeye, aynı zamanda da daha hoşlanılır, beğenilir marka olmaya uğraşıyor.
Peki, başarılı olabiliyor mu? Kısmen.
2 dakika 32 saniyelik filmde kuşku yok ki Veysel’in öyküsüne sağır sultanın dikkati çekiliyor, öyküyü zır cahiller bile anlıyor, genel öykü kuruluyor, geleceğe yönelik bir beklenti başlıyor. Mesaj geçiyor yani. Ama istenen sadece bu değil ki! Bir de beğenilir, hoşlanılır marka olunacak ya.
Burada sorun var. Bir kere reklam çok uzun (hatta kabız), tekrar tekrar izlemekten alıkoyan bir sıkıcılığı var. Eğer izleyen filmlerde de aynı kabızlık devam ederse hedeflere ulaşılamayabilir.
Öyküye gelecek olursak. Yeni bir şey değil. Hatta hemen Cem Yılmaz’ın son stand-up’ını ve Gora filmini anımsattı. Avrupa Yakası ile farkındalığını artıran Ata Demirer çok fazla bir şey katamıyor beğenilirliğe. Açılış filmiyle Arçelik’in Çelik’i kadar herkesin sevgili olduğunu söylemek zor. Sorun biraz burada galiba.. Ata’nın güldürmesi, biraz ‘abartması’ gerekiyor. Bu yola gidildiğinde de markanın önüne geçme olasılığı yüksek. Çözüm daha zeki, mesajla ilgili komik reklam metni yazmakta.
Veysel ve Vestel ismi arasındaki bağlantıyı ise markayı ucuzlattığı için çok sevmedim. Biz markayı daha üste çekmeyi çalışmıyor muyuz? O halde ne bu çelişki? Bu konuda son karara varmak için erken ama... Bakalım devam filmleri Veysel’i nasıl bir karaktere bürüyecek. Vestel’in daha görünülür, konuşulur olacağı ortada da, bakalım Veysel çocuklardan başlayarak Türklerin sevgilisi olacak mı? Veysel oyuncakları çocuklar arasında prim yapacak mı?
(Reklam Ajansı: Marka Rating: * *)
Vizyonuna sağlık Ülkü Bayındır Hoca
GEÇEN hafta Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne küçük bir ziyaret yaptım.. Kampusta da şöyle bir tur attım. O sırada öğrenci panayırı vardı, gördüğüm aydınlık manzara karşısında çok mutlu oldum. Her fikirden öğrenci didişmeden, kakışmadan hem kendini ifade ediyor, hem de panayırın keyfini çıkarıyordu. Kampusu gezdikçe öğrendiklerim mutluluğumu iki kat arttırdı. Ege Üniversitesi, TÜBİTAK’la birlikte Tekstil Araştırma Merkezi kurmuş, Türkiye’den tekstil sektöründe dünya markaları çıkarmak için proje üzerine proje yapıyormuş. Avrupa Birliği (AB) ile ortaklaşa Teknoloji Aktarım Merkezi oluşturmuş, dünyanın teknolojisi kısa sürede Türkiye’deki sanayicilere aktarılıyormuş.
Dinlediklerim ve gördüklerim karşısında dayanamadım, rektör Ülkü Bayındır Hoca’yı aradım ’Hocam’ dedim, ‘Vallahi heyecanlandırdınız beni. Popstar, Türkstar, Asmalı Konak derken çocuklar Türkiye’de olan güzel şeyleri duymuyor galiba.’
Ülkü Hoca çok tonton, çok güven veren bir sesle ve de kibarca gördüklerimin devede kulak olduğunu söylemeye çalıştı. 2002 Mayıs’ında bu yana her yıl Ege Ünivesitesi içinde ‘proje pazarı’ kuruluyormuş. Geçen yıl bu proje pazarına 18 üniversiteden, 200 proje katılmış. Oluşturulan ‘Çöpçatan Odaları’nda bu projeler sektörlere pazarlanıyormuş. KOSGEB’le birlikte genç girişimciler yetiştirmek için yeni de bir proje başlatılmış. Mühendislik dallarından yaklaşık 40 son sınıf öğrencisi girişimcilik eğitimine alınmış. Bu öğrencilere KOSGEB, 10 bin Euro sermaye verecek ve önlerini açacakmış. İşe yaramaz haldeki MÖTBE, 750 kişilik kültür sanat merkezine dönüştürülmüş ve her gece sanatsal ve kültürel bir etkinlikle yaşayan bir yer haline gelmiş.
Bir ara durdu Ülkü Hoca, ‘Yanlış anlama Atıf Hoca’ dedi. ‘Tek başına yapılacak işler değil bunlar. Üniversite çapında ‘Değişim ve Sürekli Gelişim Projesini’ başlattım. 32 ayrı komite Ege Üniversitesi’ne yeni projeler kazandırmak için çalıyor. Her Egeli’nin bu projelerde alın teri var yani..’ Ben de yanlış anlamamıştım zaten. Bu kadar projeyi üretmesi için bir insanın superman olması lazım. Ya da süper bir lider.. Türkiye’nin Ülkü Hoca gibi vizyonu olan liderlere gereksinimi var.. Teşekkürler Ülkü Hoca... Sayende aklım Ege’de kaldı!
HSBC, Twigy’nin terlik adamlarına talip!
26-27 Mayıs tarihleri arasında Retailing Institute’un düzenlediği, ‘Bilgi Fırtınası Konferansı’sının konuşmacılarından biri de Twigy markasını oluşturan Sinan Öncel’di. Öncel, Twigy terliklerini nasıl markalaştırdığını, Twigy özüne, ‘canlılık ve enerjiyi’ nasıl koyduğunu, ‘canlı ve enerjik’ bir şekilde anlattı. Konuşmasının sonunda da Twigy’nin maçlarda gördüğünüz terlik adamlarını salona sokup, onlara küçük bir gösteri yaptırdı. Hemen söyleyeyim, salondakiler bu gösteriden büyük keyif aldılar. ‘Taraf’ olmanın Twigy markasına ne kattığını, ne götürdüğünü başka bir yazıda tartışırız ama Twigy’nin, ‘Taraftar’ alt başlığı altında markalaştırdığı takım terliklerinin ‘tutunmasında’ terlik adamların payının büyük olduğunu düşünüyorum.
Kim düşünmüşse, kim bulmuşsa iyi bulmuş, zekasına sağlık. Hep demiyor muyuz, reklam mesajları değişik ‘etkinliklerle’ pekiştirilirse çok daha iyi sonuç alınır diye.. Hep demiyor muyuz, insanlara farklı şekillerde ‘dokunursanız’ onları ‘savunucu’ yaparsınız diye.. ’Nasıl?’ diye sormayın. Yaratıcı olun, deneyin. Öncel’e, HSBC’den gelen bir e-posta sanırım ne demek istediğimi çok daha iyi anlatır:
‘Merhabalar. Bizler HSBC çalışanları olarak, HSBC bünyesinde 30.05.2004 Pazar günü Kalamış Parkı’nda Streetball ve Brunch’dan oluşan büyük bir eğlence organize etmeyi planlıyoruz. ‘Organizasyonumuza nasıl renk ve eğlence katabiliriz’ üzerine yaptığımız toplantılarımızda yoğunluklu olarak sizlerden söz edildi. ‘Terlik Kostümlü Maskotlarınızı’ hepimiz çok eğlenceli buluyoruz. Maskotlarınızla bize destek olmanızı rica ediyoruz. Organizasyonumuza 500 kişi gelecek. Buna semt sakinleri de eklenirse toplam izleyici sayısı artar. Yani reklam yapmanız için iyi bir ortam olacak. Maskot talebimizi değerlendirmeniz dileğiyle. HSBC People Yönetim Kurulu Adına Engin Güven’..
Siz veto ededurun adamlar işi biliyor
CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer yeni YÖK yasasını, ‘İmam Hatiplilerin’ önünü kesmek için veto ededursun, Eskişehir’deki Anadolu İmam Hatip Lisesi Müdürü yaptığı reklam kampanyası ile çoktan işi bitirmiş.
İlk broşürün başlığı şöyle:
‘Okulumuza Kayıt Yaptıracak Öğrencilerimize Müjde’... Sonra çekicilikler sıralanmış: ‘Devlet Parasız Yatılılık imkanı, aile yuvasını aratmayacak sıcak yatakhaneler, 3 öğün yemek, elbise ve kırtasiye yardımları, 24 saat sıcak su (abdest almak için mi acaba?), nöbetçi ve belletici öğretmenlerimiz kontrolünde etüdler, bilgisayar ve teknoloji imkanlarından faydalanma, her türlü sosyal kültürel ve sportif faaliyetler.. Sizin için..’
Ve sonda da bir not: ‘Kız öğrencilerimiz müftülüğümüz ile işbirliğine gidilerek kız Kur’an kurslarında yatılı olarak barındırılabileceklerdir’.
Kampanyanın ikinci broşürü daha güdüleyici, daha kaşıyıcı ve daha kapsayıcı metin içeriyor: ‘Eğitimde Güven ve Hamle’ üst başlık.
Sonra doğrudan hedefi bulan başlık var: ‘Sayın Veli’.
Ve alt metin: ‘Yakınlarınızdan, komşularınızdan, köyünüzden, ilçenizden ilköğretim okulunu bitiren çocuklarınızı disiplinli ve kaliteli bir eğitim almalarını istiyorsanız 2004-2005 öğretim yılı başında Eskişehir İmam Hatip Lisesi’ne kaydettiriniz...’
Bravo Müdür Bey’e. Çözmüş Türkiye’yi. Ne uğraşacaksın öyle Anayasa’ya aykırı YÖK Yasası’yla falan. Yapacaksın reklamını, alacaksın öğrencini bileğinin hakkıyla söke söke. Vetosuz, muhtırasız, acısız, kansız. 24 saat sıcak sulu..
Yanıt yok Bayülgen!
MUYA terlikleri reklamını eleştirdim, reklamın yaratıcıları arasındaki Okan Bayülgen çok bozuldu, hakkımda yalan yanlış çok sayıda açıklamada bulundu. Sustum, bu köşeye taşımayı uygun bulmadım. Nerdeyse bu olayın üzerinden bir yıl geçti, Bayülgen hálá kan davasını sürdürüyor, programından bana saldırmaktan zevk alıyor. Ben, Muya analizini yaptım, benim için o iş orada bitti. Bayülgen’i de seviyorum. İnatla yanıt vermeyeceğim. Nereye kadar mı? Bekleyelim, görelim..
Ayıp ediyorsunuz
BAZILARI çok ayıp ediyor. Gerçekten ayıp ediyor. Savunduğum düşüncelere tabii ki karşı çıkılabilir. Köşe yazısı özünde ikna içerir, karşı argüman geliştirmek her zaman mümkündür. Ancak karalama yapmak, iftira atmak, küçük düşürmeye çalışmak çok ayıp. Uğraşmayın başarılı olamazsınız. Ben gücümü bilgiden alıyorum. Bilgiyle karşıma çıkan herkesin önünde saygıyla eğilirim. İftira atanlarla ise mahkemede hesaplaşacağım..
Çekirgelik
Küçük olduğunuz için etkili olamayacağınızı sanıyorsanız yatağınızı bir sivrisinekle paylaşmamışsınız demektir.
(Betty Reese)
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2004
Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi tarafından düzenlenen Uluslararası Sinema Günleri geçtiğimiz pazartesi günü çok şenlikli bir şekilde başladı. Açılış töreninde Şener Şen’e ve Yavuz Turgul’a onur ödülleri verildi. Daha sonra Becker’in Elveda Lenin’i açılış filmi olarak izlendi. Sinema Günleri kapsamında 48 film gösterimi yapılacak ve etkinlik 2 Haziran’a kadar devam edecek. Bana sorarsanız kaçırmamanız gereken filmler şunlar: Murnau’nun Nosferatu’su, Nakata’nın Karanlık Sular’ı, Arcand’ın Barbarların İstilası ve Tucek’in Girlie’si, Frammartino’nun The Gift’i ve Fritz Lang’ın M’i. Bir de kaçırmamanız gereken 31 Mayıs’ta başlayacak ve 4 Haziran’a kadar devam edecek Kubrick Filmleri Seminerleri var. Seminerleri verecek olan Paris Üniversitesi’nden Nachiketas Wignesan.
Eskişehir’de tabii ki uluslararası bir sinema günleri etkinliği düzenlemek kolay değil. Haydi düzenledin bunu arka arkaya 6 kere yapmak hiç kolay değil. Eskişehir’de bu başarı yakalandı. Başarının mimarları da rektör Prof. Dr. Engin Ataç ve STV bölüm başkanı Prof. Dr. Gülseren Güçhan. Eskişehir onlara ne kadar teşekkür etse az.
İnsanın rektörü olacaksa zevkleri ‘ince’ bir rektörü olması lazım. İnce zevkli insanlar olmadan sinema günleri minema günleri olması mümkün değil. Gerçi bu tüm kamu kuruluşları için geçerli. Kamu kuruluşlarının başarılı olması isteniyorsa ‘yüksek zevkleri’ olan ‘rafine’ insanlar başa getirilmeli. Prof. Dr. Ataç bu özellikleri ile Anadolu Üniversitesi için büyük şans.
Prof. Gülseren Güçhan da benim doktoradan sınıf arkadaşımdı. O günlerde onun bu kadar organizasyon yeteneği olduğunu bilmiyordum. Ama öyleymiş, her yıl da Eskişehir Sinema Günleri onun sayesinde çok daha iyiye gidiyor. Eskişehir’de daha film başlamadan bir dudağı yerde bir dudağı gökte film kuyrukları görmek gerçekten müthiş.
Eskişehir Sinema Günleri’nin bu yıl iki ana sponsoru METRO Group ve TNT. Kişisel olarak markaların daha fazla sinema sponsorluğu yapmalarından yanayım. Bu nedenle her iki markayı da gönülden kutlarım. Ayrıca METRO’yu TÜRSAK sponsorluğundan sonra aynı kulvarda başka alana yatırım yaptığı için ve tutarlılığı için daha çok kutlarım. Bir markanın ne yaptığını bilmesinden daha iyi bir şey yok. METRO da ne yaptığını biliyor gibi.
Haftanın takıntısı
Nazan Öncel’in son albümüne takın bu hafta. Dinledikçe seveceksiniz. Nazan Öncel’in böyle bir sırrı var. Dinledikçe seviyorsunuz. Üstelik de oldukça zeki sözler yazıyor kadın, kabul edelim. Özellikle de ‘Ukala Dümbeleği’ni benim için dinlemenizi istiyorum. Çok sevdim bu şarkının sözlerini ya. Nedense!
HAFTANIN LAKIRDISI
Adanademirspor.com sitesinin girişinde çok ilginç bir ‘lakırdı’ var. Ben okuyunca çok güldüm, sizi de güldüreyim dedim. Site sahibi arkadaşlar sanırım hem takımlarına tapıyorlar hem de küme düşecek diye çok ama çok kızıyorlar. Bu durum birçok taraftarın başına gelen bir durumdur, ama çıkıp da hiçbir takım taraftarları böyle bir metni yazmayı akıl etmemiştir. Fenerliler bile yıllarca çile çektiler, yıllarca acıların takımı oldular ama ciddi söylüyorum bu kadar yaratıcı olamadılar. Yaratıcılık Adanalıların içinde olan bir şey demek ki. Okuyun hak vereceksiniz:
‘Belki Demirspor ligden düşecek, olsun üzülmeyeceğim. Hatta Demirspor kafan bozulursa mahalli lige kadar yolun var. Ne kadar dibe batarsan bat umurumda değil. Ben seni daha çok seveceğim. Hatta hiçbir zaman birinci lige çıkma. Lütfen orası hak etmiyor seni. Demirspor hep aklıma kahır, acı, gözyaşı getirir. Hep öyle kal Demirspor. Çünkü hayata tutunamayanların tutunduğu tek dalsın. Ve nice köşeyi dönmüşlerin kıskandığı şeysin! Şey diyorum sana ben nasıl hitap edeceğimi bilmiyorum. Hatta takım lafı sana hiç uymuyor bildiğim hiçbir takıma benzemiyorsun. Canın nasıl istiyorsa öyle yap Demirspor.’
Amma çok enginar seven varmış
Geçen hafta ‘Enginar’ı çok seviyorum’ diye yazdım, yine e-posta kutum doldu doldu boşaldı. Türkiye’de amma da çok enginar seven varmış da benim haberim yokmuş. Enginarlı yemek tarifleri isteyenler mi istersiniz, yoksa enginardan yapılmış hediyelik eşya koleksiyonuna sahip olanlar mı, hepsi geçen hafta birleşip e-posta kutuma hücum ettiler. Bunlardan biri var ki bana çok ilginç geldi, sizlerle paylaşayım dedim:
‘Sevgili Atıf Hoca: 21 Mayıs 2004 tarihli Cuma Hürriyet’te (S.2.) ‘Enginarı çok seviyorum’ başlıklı yazınızı zevkle okudum ve bu sayede enginar hakkında yeni şeyler öğrendim.
Ben de sizin pazarlama hocalığınızı dikkate alarak bir hatırlatma yapmak ve enginarın sıraladığınız faziletlerine bir madde eklemek istiyorum: ‘Artichoke Principle’.
Bildiğiniz gibi ‘Enginar Kuralı’, bir zamanlar bir pazarlama kavramı idi ve pazarın coğrafi yapısını açıklamak isteyenlerin işine yarardı. Rahmetli hocam Prof. David Revzan, UC-Bekeley’deki derslerinde, bir pazar alanında satış potansiyelinin coğrafi dağılımını anlatırken sık sık bu terimi kullanır, ‘Nasıl enginarın dış kabukları işe yaramaz ve asıl lezzetli ve bol eti göbeğinde bulunursa bir pazarın da ballı kısmı merkezdedir, periferi ile uğraşmaya değmez. Talep, çevreden merkeze doğru yoğunlaşır’ derdi.
Pazarlama dalında ‘Institutionalist’ lerin pabucu dama atılıp ortalık ‘Davranışçı’lara kalınca böyle yapısal yaklaşımlar ve kavramlar unutuldu.
Bir de, San Francisco’dan güneye giderken yolda küçük bir şehir bulunur. Her taraf gövdelerin taşıyamadığı enginar başlarının salınıp durduğu tarlalarla doludur. Ve şehrin girişinde bir tak ve üstünde kocaman harflerle:
THE ARTICHOKE CENTER OF THE WORLD (Dünya Enginar Merkezi) yazar. Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın.
Yazınız bana öğrencilik yıllarımda revaçta olan bir pazarlama terimini ve Güney Kaliforniya’nın enginar denizlerini hatırlattı. Teşekkür ederim hocam.
Prof. Dr. Ahmet Niyazi Koç’
Öykü bayat anlatım şahane
21 Gram’da öykü öyle ahım şahım bir öykü değil. Ama Alejandra Gonzales Inarritu öyküyü öyle bir anlatmış ki, anlatım biçimine hayran oluyorsunuz. Inarritu bu filmde doğrusal yaklaşımlara meydan okumuş, doğrusal anlatımı reddetmiş ve doğrusal olmayan anlatma yolunu seçmiş. Bu nedenle neredeyse filmin ilk yarısı bittiğinde bile öyküye hakim olmanız mümkün değil.
Filmde iyi bir hayat eleştirisi var. Üç ayrı hayatın tesadüflere bağlı kesişmeleri ve dayanılmayacak şekilde acıya maruz kalmaları, insanı ister istemez ‘Bana olmaz’ felsefesini kısa süreli bir gözden geçirmesine neden oluyor. Her an sokaktan geçen biriyle hayatımızın kesişmesi an meselesi aslında. Filmin demek istediği bu. Üç ayrı hayatın kahramanları Sean Penn, Benicio Del Toro ve Naomi Watts senaryonun da olanak sağlamasıyla mükemmel oynuyorlar.
Öyküye gelirsek: Jack (Toro) dindar, ama içindeki şiddeti durduramayan biri. Bir gün kamyonuyla giderken bir baba ile iki çocuğu eziyor, hepsinin ölümüne neden oluyor. Cristina (Watts) ezilen adamın karısı ve çocukların da annesi, Paul (Penn) ise kalbinden hasta, kalp nakli için sıra bekleyen bir profesör. Paul ve Cristina arasında bir aşk yaşanıyor. Filmin sonuna doğru anlıyoruz ki, Paul’e takılan kalp kaza sonucu ölen Cristina’nın kocasının kalbiymiş. Haklı değil miyim öykü basit demekle? Bu filme düz kurgu yapılsın, filmin tılsımı bozulmazsa ne olayım!
Filmde çok sevdiğim sahnelerden biri kaza sahnesi. Kaza göstermeden bir kaza sahnesi nasıl anlatılır görmek isteyen varsa mutlaka 21 Gram’ı görmeli. ‘21 Gram ne?’ diye soranlar oluyor, söyleyeyim. Bir inanışa göre öldükten sonra ne kadar hafifliyorsunuz biliyor musunuz? Tam 21 gram. Niye? Onu da siz bulun.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2004
<B>EVYAP</B>’ın çocuk bezi pazarından sonra kadın pedi pazarına gireceğini duyurmuştuk. Dediğimiz oldu. Evyap Evy Lady markası ile kadın pazarına oldukça kanlı bir giriş yaptı, yeterince şenlikle olan bu pazarı biraz daha şenlendirdi. Evy Lady’nin reklamı metaforlarla dolu. Orkid’ın kırk yıllık ‘mavi su’ metaforu da Evy Lady reklamıyla daha kanlı bir al alıyor. Baştan söyleyeyim, metaforik anlatımda olsa ‘kırmızı’ ve ‘kan’ ilişkinin bu kadar doğrudan kurulmasını son derece seviyesiz, itici, yanlış buldum.
Reklamda ‘aybaşı kanı’ rolünde Cem Özer oynuyor. Cem Özer, ‘kan’ olarak bulunduğu ortamlarda kadınları rahatsız ediyor ve onların tuvalete gitmelerine neden oluyor. Tuvalete giden kadın Evy Lady’i üzerine geçirince, birden karateci kesiliyor ve kendini kankası Cem Özer’e karşı güçlü bir şekilde koruyor. İki reklam da dikkat çekici. Yeni markadan insanları haberdar ediyor. Mizah unsuru beğenilirlik yaratsa da kan metaforu iletişimden kaçınma duygusu yaratıyor. Güçlü koruma marka özü olmaktan çok öte jenerik, imaja yönelik bir vaat. Satın alma tercihlerinin çok ‘statik’olduğu bu pazarda sadece imajın tercihleri etkilemediğini biliyoruz. Evy lady kanlı Nigar’a dönüştürdüğü reklam kampanyasında belki rafta tanınılırlığını arttırdı ama hálá ‘ellerin onu tercih etmesi’ için daha güçlü bir nedene ya da zaman gereksinimi var (Reklam Ajansı: Alameti Farika Rating: **).
Algida’dan yanıt var
TÜRKİYE Pazarlama Müdürü Deniz Aktürk Erdem ‘Niye Algida Türkiye tanıtım filmini bize gösteriyor ki, hedef biz miyiz?’ konulu yazıma yanıt göndermiş. Biliyorsunuz Algida iki yıldır Kültür ve Turizm Bakanlığı ile işbirliği yaparak Türkiye’nin tanıtımını destekliyor, Türkiye’nin tanıtım filmini MTV’de yayınlayarak 110 milyon Avrupalı’ya ulaşmasını sağlıyor. Aktürk Erdem yanıtında ‘Halkımıza yurt dışında Türkiye’nin gelişmesi için yapılan bir yatırıma şahit olma ve bu mutluluğu paylaşma fırsatını sunmak istedik’ diyor ve ekliyor: ‘Ayrıca diğer sponsorları da özendirmeyi amaçladık.’ Algida’yı Türkiye’yi desteklediği için kutluyorum ama bana bu nedenler hálá akılcı gelmiyor kusura bakmayın..
Fora stres gideriyor..
FORA Zeytinleri gazetelerde ilginç bir reklam kampanyasına başladı. Üç ayrı reklamda Fora’nın vermek istediği temel mesaj şu: ‘Uluslararası standartlarda sağlıklı üretim yapıyorum.’ Niye böyle bir mesaj? Uğur Dündar’ın zeytin üreticileri ile ilgili Arena programını anımsıyor musunuz? Hani bazı zeytincilerin zeytinleri boyadıkları gösterilmişti. İşte Fora bir fırsatı değerlendirmeye, kafası karışmış zeytin tüketicisinin stresini azaltmaya, buradan yola çıkarak Fora markasına ‘sağlık’ değerini katmaya çalışıyor. Fora’nın yaptığı çok doğru..Böyle fırsatları kaçırmamak lazım. Sadece zamanlama konusunda kaygım var. Biraz geç bile olsa yine de ‘sağlıklı’ zeytin gereksinimi karşılanmadığına göre niye etkili olmasın! Değil mi?
Kayserililer dikkat!
DOĞAN Yayın Holding’in (DYH) düzenlediği ‘Marka Güçtür’ toplantıları Denizli ve Konya’dan sonra bugün Kayseri’de..Ekip yine müthiş. Açılışı Kayseri Sanayi Odası Başkanı Mustafa Çarpar ve DYH Başkanı Mehmet Ali Yalçındağ yapacak. Daha sonra da kimler yok kimler..Jeffi Medina, Cem Boyner, Ertuğrul Özkök, Fatih Altaylı, Osman Ulagay, Zeynep Göğüş ve Mehmet Y. Yılmaz..Markalaşmanın yolları ve yeni ekonomi politikalar hakkında aydınlanmak istiyorsanız kaçırmayın..
Çekirgelik
Her şey gözden kayboluyor. Bir şeyler görmek istiyorsanız acele etmelisiniz.
(Cezanne)
Yazının Devamını Oku