Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi tarafından düzenlenen Uluslararası Sinema Günleri geçtiğimiz pazartesi günü çok şenlikli bir şekilde başladı.
Açılış töreninde Şener Şen’e ve Yavuz Turgul’a onur ödülleri verildi. Daha sonra Becker’in Elveda Lenin’i açılış filmi olarak izlendi. Sinema Günleri kapsamında 48 film gösterimi yapılacak ve etkinlik 2 Haziran’a kadar devam edecek. Bana sorarsanız kaçırmamanız gereken filmler şunlar: Murnau’nun Nosferatu’su, Nakata’nın Karanlık Sular’ı, Arcand’ın Barbarların İstilası ve Tucek’in Girlie’si, Frammartino’nun The Gift’i ve Fritz Lang’ın M’i. Bir de kaçırmamanız gereken 31 Mayıs’ta başlayacak ve 4 Haziran’a kadar devam edecek Kubrick Filmleri Seminerleri var. Seminerleri verecek olan Paris Üniversitesi’nden Nachiketas Wignesan.
Eskişehir’de tabii ki uluslararası bir sinema günleri etkinliği düzenlemek kolay değil. Haydi düzenledin bunu arka arkaya 6 kere yapmak hiç kolay değil. Eskişehir’de bu başarı yakalandı. Başarının mimarları da rektör Prof. Dr. Engin Ataç ve STV bölüm başkanı Prof. Dr. Gülseren Güçhan. Eskişehir onlara ne kadar teşekkür etse az.
İnsanın rektörü olacaksa zevkleri ‘ince’ bir rektörü olması lazım. İnce zevkli insanlar olmadan sinema günleri minema günleri olması mümkün değil. Gerçi bu tüm kamu kuruluşları için geçerli. Kamu kuruluşlarının başarılı olması isteniyorsa ‘yüksek zevkleri’ olan ‘rafine’ insanlar başa getirilmeli. Prof. Dr. Ataç bu özellikleri ile Anadolu Üniversitesi için büyük şans.
Prof. Gülseren Güçhan da benim doktoradan sınıf arkadaşımdı. O günlerde onun bu kadar organizasyon yeteneği olduğunu bilmiyordum. Ama öyleymiş, her yıl da Eskişehir Sinema Günleri onun sayesinde çok daha iyiye gidiyor. Eskişehir’de daha film başlamadan bir dudağı yerde bir dudağı gökte film kuyrukları görmek gerçekten müthiş.
Eskişehir Sinema Günleri’nin bu yıl iki ana sponsoru METRO Group ve TNT. Kişisel olarak markaların daha fazla sinema sponsorluğu yapmalarından yanayım. Bu nedenle her iki markayı da gönülden kutlarım. Ayrıca METRO’yu TÜRSAK sponsorluğundan sonra aynı kulvarda başka alana yatırım yaptığı için ve tutarlılığı için daha çok kutlarım. Bir markanın ne yaptığını bilmesinden daha iyi bir şey yok. METRO da ne yaptığını biliyor gibi.
Haftanın takıntısı
Nazan Öncel’in son albümüne takın bu hafta. Dinledikçe seveceksiniz. Nazan Öncel’in böyle bir sırrı var. Dinledikçe seviyorsunuz. Üstelik de oldukça zeki sözler yazıyor kadın, kabul edelim. Özellikle de ‘Ukala Dümbeleği’ni benim için dinlemenizi istiyorum. Çok sevdim bu şarkının sözlerini ya. Nedense!
HAFTANIN LAKIRDISI
Adanademirspor.com sitesinin girişinde çok ilginç bir ‘lakırdı’ var. Ben okuyunca çok güldüm, sizi de güldüreyim dedim. Site sahibi arkadaşlar sanırım hem takımlarına tapıyorlar hem de küme düşecek diye çok ama çok kızıyorlar. Bu durum birçok taraftarın başına gelen bir durumdur, ama çıkıp da hiçbir takım taraftarları böyle bir metni yazmayı akıl etmemiştir. Fenerliler bile yıllarca çile çektiler, yıllarca acıların takımı oldular ama ciddi söylüyorum bu kadar yaratıcı olamadılar. Yaratıcılık Adanalıların içinde olan bir şey demek ki. Okuyun hak vereceksiniz:
‘Belki Demirspor ligden düşecek, olsun üzülmeyeceğim. Hatta Demirspor kafan bozulursa mahalli lige kadar yolun var. Ne kadar dibe batarsan bat umurumda değil. Ben seni daha çok seveceğim. Hatta hiçbir zaman birinci lige çıkma. Lütfen orası hak etmiyor seni. Demirspor hep aklıma kahır, acı, gözyaşı getirir. Hep öyle kal Demirspor. Çünkü hayata tutunamayanların tutunduğu tek dalsın. Ve nice köşeyi dönmüşlerin kıskandığı şeysin! Şey diyorum sana ben nasıl hitap edeceğimi bilmiyorum. Hatta takım lafı sana hiç uymuyor bildiğim hiçbir takıma benzemiyorsun. Canın nasıl istiyorsa öyle yap Demirspor.’
Amma çok enginar seven varmış
Geçen hafta ‘Enginar’ı çok seviyorum’ diye yazdım, yine e-posta kutum doldu doldu boşaldı. Türkiye’de amma da çok enginar seven varmış da benim haberim yokmuş. Enginarlı yemek tarifleri isteyenler mi istersiniz, yoksa enginardan yapılmış hediyelik eşya koleksiyonuna sahip olanlar mı, hepsi geçen hafta birleşip e-posta kutuma hücum ettiler. Bunlardan biri var ki bana çok ilginç geldi, sizlerle paylaşayım dedim:
‘Sevgili Atıf Hoca: 21 Mayıs 2004 tarihli Cuma Hürriyet’te (S.2.) ‘Enginarı çok seviyorum’ başlıklı yazınızı zevkle okudum ve bu sayede enginar hakkında yeni şeyler öğrendim.
Ben de sizin pazarlama hocalığınızı dikkate alarak bir hatırlatma yapmak ve enginarın sıraladığınız faziletlerine bir madde eklemek istiyorum: ‘Artichoke Principle’.
Bildiğiniz gibi ‘Enginar Kuralı’, bir zamanlar bir pazarlama kavramı idi ve pazarın coğrafi yapısını açıklamak isteyenlerin işine yarardı. Rahmetli hocam Prof. David Revzan, UC-Bekeley’deki derslerinde, bir pazar alanında satış potansiyelinin coğrafi dağılımını anlatırken sık sık bu terimi kullanır, ‘Nasıl enginarın dış kabukları işe yaramaz ve asıl lezzetli ve bol eti göbeğinde bulunursa bir pazarın da ballı kısmı merkezdedir, periferi ile uğraşmaya değmez. Talep, çevreden merkeze doğru yoğunlaşır’ derdi.
Pazarlama dalında ‘Institutionalist’ lerin pabucu dama atılıp ortalık ‘Davranışçı’lara kalınca böyle yapısal yaklaşımlar ve kavramlar unutuldu.
Bir de, San Francisco’dan güneye giderken yolda küçük bir şehir bulunur. Her taraf gövdelerin taşıyamadığı enginar başlarının salınıp durduğu tarlalarla doludur. Ve şehrin girişinde bir tak ve üstünde kocaman harflerle:
THE ARTICHOKE CENTER OF THE WORLD (Dünya Enginar Merkezi) yazar. Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın.
Yazınız bana öğrencilik yıllarımda revaçta olan bir pazarlama terimini ve Güney Kaliforniya’nın enginar denizlerini hatırlattı. Teşekkür ederim hocam.
Prof. Dr. Ahmet Niyazi Koç’
Öykü bayat anlatım şahane
21 Gram’da öykü öyle ahım şahım bir öykü değil. Ama Alejandra Gonzales Inarritu öyküyü öyle bir anlatmış ki, anlatım biçimine hayran oluyorsunuz. Inarritu bu filmde doğrusal yaklaşımlara meydan okumuş, doğrusal anlatımı reddetmiş ve doğrusal olmayan anlatma yolunu seçmiş. Bu nedenle neredeyse filmin ilk yarısı bittiğinde bile öyküye hakim olmanız mümkün değil.
Filmde iyi bir hayat eleştirisi var. Üç ayrı hayatın tesadüflere bağlı kesişmeleri ve dayanılmayacak şekilde acıya maruz kalmaları, insanı ister istemez ‘Bana olmaz’ felsefesini kısa süreli bir gözden geçirmesine neden oluyor. Her an sokaktan geçen biriyle hayatımızın kesişmesi an meselesi aslında. Filmin demek istediği bu. Üç ayrı hayatın kahramanları Sean Penn, Benicio Del Toro ve Naomi Watts senaryonun da olanak sağlamasıyla mükemmel oynuyorlar.
Öyküye gelirsek: Jack (Toro) dindar, ama içindeki şiddeti durduramayan biri. Bir gün kamyonuyla giderken bir baba ile iki çocuğu eziyor, hepsinin ölümüne neden oluyor. Cristina (Watts) ezilen adamın karısı ve çocukların da annesi, Paul (Penn) ise kalbinden hasta, kalp nakli için sıra bekleyen bir profesör. Paul ve Cristina arasında bir aşk yaşanıyor. Filmin sonuna doğru anlıyoruz ki, Paul’e takılan kalp kaza sonucu ölen Cristina’nın kocasının kalbiymiş. Haklı değil miyim öykü basit demekle? Bu filme düz kurgu yapılsın, filmin tılsımı bozulmazsa ne olayım!
Filmde çok sevdiğim sahnelerden biri kaza sahnesi. Kaza göstermeden bir kaza sahnesi nasıl anlatılır görmek isteyen varsa mutlaka 21 Gram’ı görmeli. ‘21 Gram ne?’ diye soranlar oluyor, söyleyeyim. Bir inanışa göre öldükten sonra ne kadar hafifliyorsunuz biliyor musunuz? Tam 21 gram. Niye? Onu da siz bulun.