Geçen haftanın Tempo, Aktüel ve Haftalık dergilerini aldım baktım.
Bu dergiler Türkiye’nin haftalık ‘haber’ dergisi olmasını beklediğimiz dergiler. Bu aralar harala gürele bir ‘değişim telaşı’ içindeler ya... Neyi değiştirmişler bir bakayım dedim. Aktüel ve Haftalık daha kafadan, kapaklarıyla bitirdi beni. Aktüel’in kapağında ‘Yeni Hülya Avşar’ Ayşin İnci’nin fotoğrafı, Haftalık’ın kapağında Hollywood’un yeni yıldızı Kate Beckinsale’in fotoğrafı. İnsan diyor ki: Bravo iki dergi de iyi değişmiş! Tempo’nun kapağında ise Türkiye’nin gündemini bir süredir meşgul eden ‘Gıda Terörü’ var. Tempo da daha kapaktan ‘hard habercilikten’ vazgeçmemiş görünüyor. Ama kapaktaki konuyu tanımlayan görseli çok çarpıcı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Dergilerin konu yelpazeleri incelendiğinde haber dergisinden en fazla uzaklaşan ve magazinleşen, daha çok ne buldunsa koy ‘televole’ programlarına benzeyen, ‘kategorisi’ belli olmayan derginin Aktüel olduğunu düşünüyorum. Haftalık kısmen daha ‘haberci’ ama haberinin daha ‘light’ olduğunu söylemek mümkün. ’En hard’ haberci ise hálá Tempo. Kerem Çalışkan ve deneyimli ekibi ‘haberci’ pozisyonunu korumakta ısrar ediyor. Kutlamak lazım ne diyeyim. Şimdiii... Bu sonuçlarla hangi dergiye ‘haber dergisi’ muamelesi yaparsınız? Diyeceksiniz ki bu niye önemli? Bu önemli... En azından (belki de çoğundan) reklamveren için önemli. Eğer bir dergiye haber dergisi diye reklam veriliyorsa beklenen o derginin haber dergisi olmasıdır. Neden? Çünkü ‘haber dergisinin’ yarattığı reklam ortamı ile ‘magazin dergisinin’ yarattığı reklam ortamı farklıdır ve reklam mesajı okuyucu tarafından bu ortamlarda farklı alınır. Haber dergisini okumak daha çok zaman alır, magazin dergisine bakılır. Haber dergisi ile ‘magazin’ dergisi farklı ruhsal durumları yaşarken okunur. Bu nedenle bir dergi haber dergisi ise ‘haber’ dergisi olmalı, haber taklidi yapmamalıdır. Bilmem ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Şunu da söyleyeyim: Dergi tasarımları çok birbirine benzemeye başlamış, bu ciddi tehlike, benden söylemesi.
Cafehane’de kahvaltı insanın içini ısıtıyor
Geçen haftalarda bir İzmir’e uzanmıştım. Güzelbahçe’de Cafehane’de, denizin üstünde (tam böyle) çok güzel bir kahvaltı yaptım. İzmir’in güneşi gibisi yok, bir de üstüne deniz kokusu biber ekti mi kahvaltının yeme de yanında yat. Tahta kanepeler ortama ayrı bir nostalji katıyor. İçinde kaşar eritilmiş simit (İzmircesi gevrek), zeytin, peynir, bal, yağ, kaymak, domates, omlet, her türlü yumurta, sucuklu, salamlı, pastırmalı harika... Kahvaltı sonunda karar verdim ki, Cafehane’de kahvaltı insanın içini ısıtıyor, hayata daha bir dört elle sarılmasını sağlıyor. İyi bir atmosferde, iyi bir kahvaltı gerçekten insanın kendisini iyi hissetmesini sağlıyor. Yalan mı? (0-232-234 61 24).
Zorlamayın
Felaket filmlerini sevmiyorum. Felaket filmlerinin yapmacıklığını sevmiyorum, sevenlere saygı duyuyorum ama ben sevmiyorum. Bu nedenle de ‘Yarından Sonra’ya gitmeyi reddediyorum. Hatta iki gün önce filme girdim ve ilk on beş dakikada pişman olup çıktım. Size önerim felaket filmlerini sevmiyorsanız kendinizi zorlamayın, Yarından Sonra’ya gitmeyin. Abartılacak bir şey yok, alt tarafı bir felaket filmi işte!
CUMA İTİRAFI
Daha önce İtiraf.com isimli sitenin ‘mucidi’ Ersan Özer’in çok sevdiğim ve takdir ettiğim bir öğrencim olduğunu yazmıştım. İtiraf.com gerçekten de belirli bir alt kültürde markalaşmış çok önemli bir site. Türk insanını anlamak için bu siteyi arasıra ziyaret etmekte fayda var. Ziyaret edemeyenler üzülmesin, her hafta bu köşeye bir ‘Cuma İtirafı’ koymaya karar verdim. İşte bu haftanın itirafı:
‘Samwhitmore; cinsiyet kadın; yaş 24; il İstanbul
Pazar günü eşimle 3 kez çok seviştik, üçünde de aynı prezervatifi kullandık. Tabii yıkayarak. Bir parça cimriyiz galiba...’
Prezervatif yıkayanlarla aynı ülkede yaşamak ne güzel!
CUMA TAKINTISI
İnanmayacaksınız ama Beyoğlu’nda hálá yeni yerler keşfediyorum. Herhalde kırk yıl daha dolaşsam keşiflerimin bitmesi pek mümkün değil. Bu kez size Sofyalı’yı önermek isterim. Asmalımescit’te Sofyalı’yı bilmeyen yokmuş. Hatta bırakın Türkleri, Sofyalı ‘ecnebi’den geçilmiyor. Haklılar da... Sofyalı küçük ama atmosferi çok sıcak. İtalya’nın ev yemekleri yapan küçük lokantalarını andırıyor. Hoş bir sohbet atmosferi var, mezeler şahane. (0-212-245 03 62).
CUMA ALINTISI
Seks kadının evlilik için ödediği bedeldir, evlilik ise erkeğin seks için ödediği bedeldir. (Allan+Barbara Pease)
Bu gezi kamera şakası olmalı
Geçen hafta Türkiye’den bir grup gazeteci Ernst&Young’ın 31 ülkede düzenlediği ‘Dünyada Yılın Girişimcisi’ yarışmasını izlemeye Monaco’ya gittik. Bu gezinin resmi kısmını geçen pazartesi günü köşemde yazdım. Bir de perde arkası var ama... Hem de ne perde arkası. Alitalia ile uçtuk, önce Milano’ya vardık, oradan Nice’e uçtuk, oradan da Monaco’da kalacağımız Marriot Otel’e otobüsle transfer olduk. Dönüş de aynı şekilde oldu filmi başa sardık. Ve bu gezide her şey, her şey ama her şey bize karşıydı. Yürüyen yürümeyen her türlü merdivenler bile. İtalyan havaalanlarının rezilliği anlatılacak gibi değil. Bu kadar düzensizliği, bu kadar sağduyudan yoksunluğu Türkiye’de Devlet Hava Meydanları yaşatsa emin olun, ikinci gün ilgili kurum yetkililerini asmaktan beter ederiz.
Yaşadıklarımız öyle bir rezillikti ki ara sıra acaba birileri kamera şakası mı yapıyor diye çevreme bakınmadıysam ne olayım. Baktım kamera şakası değil bu kez birilerinin bile bile Türk gazetecileri dayanıklılık testinden geçirmek istediğinden şüphelendim. Örneğin Berlusconi... Neden olmasın? Biz bu sınavı atlatınca adam dönecek ve kendi çalışanlarına diyeyecek ki ‘Bakın Türk gazetecilere, pestillerini çıkardık gıkları çıkmadı. Ya siz? Bir eliniz yağda bir eliniz balda. Size zam mam yok kardeşim.’ Hakikaten gıkımız çıkmadı. Hıncal Uluç’u çok severim. Bu gezide dayanıklılığına ve pozitif enerjisine hayran oldum. Hiçbir koşulda neşesinden bir şey yitirmiyor, hiçbir koşulda suratını asmıyor ve her felaketin de mizahını çıkarıp moral düzeltmekten geri kalmıyor. İşiyle onu çok severdim, şimdi onu bir ‘büyük adam’ olarak çok daha fazla seviyorum. Hürriyet’ten sıkı röportajları ile tanıdığımız Sibel Arna da gezi grubundaydı. O da dayanıklılık testinden büyük bir başarıyla çıktı. Ara sıra Sibel’in hayatından endişe etmediysem ne olayım. Özellikle sabahın ilk ışıkları aydınlanırken. Hiç tepki yoktu Sibel’de. Yürüyordu ama hayat belirtisi yoktu, yiyordu ama hayat belirtisi yoktu, okuyordu ama hayat belirtisi yoktu. Anladım ki Sibel uykusunu almadıysa sabahları dokunmamak lazım, çünkü tepki vermiyor, cansızlaşıyor. Sibel Arna hem canlı hem cansız haliyle farklı bir tarz. Röportajlarına daha bir dikkat etseniz iyi olur. Benim gözüm üstünde. Haftaya (eğer havam yerinde olursa) bu geziden anılara devam edeceğim.