5 Temmuz 2005
<B>F</B>ethiye Hisarönü/Ölüdeniz’den ‘Yeşillenmesin, Zehirlemesin, Alan Bir Daha Almasın..’ tartışmasına bir katkı var. Nicholas Park Otel’in yöneticisi Ümit Yılmaz bu köşede yaptığım tartışmayı yerinde buluyor: ‘..Her şey dahil sistemine direnen otellerden biriyiz. Bu sistemin yanlış uygulanması sonucu kalitenin düştüğü ve tatil tadının bozulduğuna inanıyorum. Kişilerin otellerdeki yiyeceklerden şikayet etmekte haklı olduğunu biliyorum. Zira çevremizde birçok üründe -bal, kaşar, sosis, salam, yağ, kolalı içecekler vb.- hile yapıldığını biz de duyuyoruz.. Tüketiciler konaklayacakları otelleri seçerken biraz daha dikkatli olsalar bu sorun çözülebilir. Geçen sezonda Türk misafirlerimiz yarım pansiyon 50 milyon fiyatımızı duyunca başka otellerde 20 milyona her şey dahil fiyat aldıklarını belirtiyorlardı. Onlara bu gıda maliyetleriyle bu fiyatı vermenin mümkün olmadığını, bizde konakladıkları takdirde yiyeceklerde hiçbir sorunla karşılaşmayacaklarını, kalitenin ucuza alınamayacağını anlatmaya çalıştık. Umarım köşenizdeki yazılar insanları bilinçlendirme konusunda yardımcı olur, insanlar hevesle gittikleri yerlerden hevesle dönerler.’
Deniz Seki: Prodüksiyon şirketleri cimri
Geçtiğimiz çarşamba akşamı Deniz Seki ile beraber TRT’de Erhan Konuk’un hazırlayıp sunduğu Stüdyo Tempo programına konuk oldum. İki saat süren programda Erhan Konuk, Seki’nin son albümü Aşk Denizi’nden parçalar çalarken biz de albümün perde arkası üzerine bol bol sohbet ettik. Bu sayede Seki’yi biraz daha yakından tanıma fırsatı elde ettim. ‘Daha iyisini yapmaya olan tutkusu’ beni etkiledi. Bir de Seki çok içten ve kompleksleri olmayan biri gibi geldi bana..
Uzun uzun son albümünü ne kadar zor şartlarda ve ne kadar ince eleyip sık dokuyarak ortaya çıkardığını anlattı. ‘Niye prodüksiyon şirketi kullanmadın da kendin prodüktör oldun?’ diye sorduğumda, aldığım yanıt şuydu: ‘Prodüksiyon şirketleri ile istediğim kaliteyi yakalamam mümkün değil. Cimri davranıyorlar. Hep Umur Turagay’la bir klip çekmek istemişimdir. Prodüksiyon şirketi kullansaydım yine çekemezdim. Sonunda Masal klibini Turagay’la çektim, mükemmel bir yönetmen, farkı görüyorsunuz..’
Seki, son albümde yer alan Bırakma Beni isimli şarkının sözlerini Okan Bayülgen’le birlikte yazmış. Ancak Seki, Bayülgen’in ismini albümde belirtirse ‘Bak Bayülgen’e yine yazıyor, yeniden birlikte olmak için her yolu deniyor’ gibi lafların üreyeceğinden korkmuş.. Bayülgen’in ismine albümde yer vermemiş..
Seki ‘Açıkhava’ konserlerinin planlanma tarihinde albümü çıkaramadığı için üzgün. ‘Albüm yetişseydi Açıkhava’da olmak isterdim’ diyor. Bu arada ‘Rumelihisarı’nda yaşanan karmaşa için de son derece duyarlı.. ’Yeni sahibi Fishmekan’ın sahibi mi neymiş.. Sürekli arayıp indirim yapın, yarı fiyatına gelin, lokantamızda promosyon yapalım diyorlar. Böyle amatörlük olur mu? Bu tür yerleri verirken kimin aldığına devlet kurumlarının biraz daha özen göstermesi gerekmez mi?’ diyor..
Seki’ye katılıyorum. Sadece ‘cebinde parası olmak’ Rumelihisarı gibi tarihi mekanların işletmesini almanın ölçütü olmamalı.. Daha başka ölçütler de hesaba katılmalı.. Rumelihisarı’nın geldiği nokta ortada.. Çok yazık..
Deniz Seki ikinci klibi çekmek üzere.. İnternet sitesinde yaptığı araştırmaya göre seki hayranları Doyamadım isimli parçanın klibini istiyorlarmış. O da hayranlarının sesini dinleyecek gibi göründü bana.. Bir de Seki her şarkıya klip çekmeye kararlı.. Son albümünü çocuğu gibi seviyor ve başarılı olması için elinden ne gelirse yapmaya çalışıyor..
Radyo programı notları bu kadar.. Aşk Denizi gerçekten kaliteli bir albüm.. Üzerine bu kadar konuşmayı da yazmayı da hak ediyor.. Deniz Seki’nin albümünün üzerine bu kadar titremesini de tabii ki..
Doğru olabilir mi?
Ali Taşyapan isimli okurum ilginç bir olaya tanık olmuş. Bilgisayarının başına geçip hemen bana bir e-posta göndermiş. Şöyle diyor:
‘Pazar akşamı Show TV’de yayınlanan bir programda sunucuların reklamları anons edişi beni çok rahatsız etti ve sizinle paylaşmak istedim. Sunucu reklamlar başlamadan önce kelimesi kelimesine ‘Maalesef ve maalesef reklamlar’ dedi. Olacak iş mi bu..’
Ne diyeyim şimdi Taşyapan’a.. Olabilir.. Burası Türkiye, buradan çıkış yok..
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2005
<B>TÜRKİYE’</B>nin önünde onca sorun dururken uğraştığımız şeylere bakın... Türban, imam hatip, kuran kursları... ‘Ulusa Sesleniş’ programının dekorundaki Atatürk resminin kaldırılıp, yerine cami ve anıtkabir sembollerinin konması... Cami önde ve ışıklı... Anıtkabir daha geride ve sönük..Hürriyet dışında önemseyen çıkmadı ama denmek isteyen çok açık: ‘Bizim kılavuzumuz camidir, birileri istiyor diye de oraya Anıtkabir’i sıkıştırdık işte!’
AKP üç yılda Atatürk portresinden ‘Cami ve Anıtkabir’ ayrımına geldi... Gelecek üç yılda de neyi tercih etmek istediği belli.. Türkiye’nin küreselleşen ekonomide üstünlüğü ele geçirmek için stratejiler geliştirmesi gerekirken AKP’nin kafayı taktığı ‘sembol’ konuları içler acısı..Türban... İzinsiz Kuran Kursları... İmam Hatiplilerin geleceği ve Ulusa Sesleniş’in dekoru..
Cumartesi Günü Ertuğrul Özkök ‘sembol fetişizmi’ ile Türkiye’nin bir yere gidemeyeceği üzerine mükemmel bir yazı yazdı. Başbakan’ı da ‘Milli Görüş’ten gelen baykuş seslerine karşı kulaklarına tıkaması için uyardı..
Peki Tayyip Erdoğan ‘Milli Görüş’e kulaklarını tıkaması mümkün mü?’... Gelin Kurtuluş Savaşı günlerine dönelim ve bu sorunun yanıtını arayalım:
‘1922’nin Mayıs Ayı..Büyük Taarruza hazırlık günleri... İstanbul yönetiminin pek çok sorunu var... Maliyesi iflas etmiş, ekonomisi ölü, halk hayat pahalılığı altında eziliyor. Yoksulluk ahlakı ve sağlığı kemiriyor. Göçmenler cami avlusunda, yangın kalıntılatında, yarı aç. Yoksulluk yüzünden bilinen Müslüman fahişe sayısı 774’e çıkmış. Hükümet işgal güçlerinin şamar oğlanı durumunda. Saray, hükümet, memurlar, aydınlar, bilim adamları çalışsalar, tartışsalar, araştırsalar sorunların çözebilirler...
Ama anlaşılan şu idi ki Osmanlı erkekleri için Müslüman kadınların nasıl giyinmeleri gerektiği konusu her konudan daha önemliydi. Sırf bu konuyla ilgilenmek üzere bir bir cemiyet kuruldu. Amacı Müslüman kadınlar için hem din kurallarına hem de zamanın zevkine uygun bir giyim modeli belirlemekti. Padişahın emriyle Şeriye ve Maarif Nezaretleri de konuyla ilgilendirildi. Yetkililer, görevliler, ilgililer, uzmanlar, danışmanlar, devletin (Osmanlı’nın) tarihten silineceği güne kadar sık sık toplanacak, bu konuyu tartışacak, görüşmeler gazetelere yansıyacaktı..’
Kaynak: (Saruhan Zeki 1982-1996, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, 4c.s.482-494. ‘aktaran’ Özakman Turgut (2005). Çılgın Türkler, Bilgi Yayınevi, s. 565-566.).
Ama artık takıntı sadece giyim kuşam da değil. İmam Hatip ve Kuran Kursları da ‘takılacaklar’ listesine eklenmiş durumda. Türkiye küresel dünyada yerini alacakmış, Türkiye ‘ye yabancı sermaye gerekiyormuş kimin umurunda! Ne dersiniz? Erdoğan bu kadar çok ‘takıntı’ karşısında kulaklarını tıkayabilir mi?.. Hiç sanmıyorum..AKP’yi tarihten silene kadar ‘sembol fetişizmine’ devam..
Sana öyküsüne devam
BİR marka bir ulusun gönlüne bu kadar işleyebilir... Ortaya ‘Sana Türk markası mı değil mi?’ diye bir konu attım. Üç haftadır aldığım e-posta sayısı dosyaları doldurdu. Ne çok Sana öyküsü olan varmış. Ferhat Şenatalar’ın yazdıkları ilginç,
Sana’nın ilk çıktığı günlere ışık tutacak nitelikte:
‘Sana tartışmanız beni 1950’yılların başlarına götürdü. İstanbul Sultanahmet Ticaret Lisesi’nde 10. ya da 11. sınıf öğrencisi idim. Okul müdürümüz rahmetli Adil Erdener bize ünlü kişileri konuşmacı olarak davet eder ve okulun konferans salonunda konferanslar verdirirdi. Davetlilerden biri 78’lik plaklar ve kitaplarıyla birlikte yabancı dil öğreten Linguafon firması sahibi Vitali Bilen’di. Vitali Bilen o sıralar reklamcılık işleri de yapıyordu. Vitali Bey bize Sana olayını anlattı..
Vita ve Sana ortaya çıktığında yoğun reklamlar yapmıştı. Daha önceleri piyasaya hakim olan Urfa ve Trabzon yağı ve tereyağı satıcılarının satışlarında gün geçtikçe azalma vardı. O zamanlar bu yağ satıcıları şimdiki İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin karşısında bulunan (şu anda yok) yağ kapanı bölgesindeydi. Bu satıcılar Vitali Bilen Bey’e gelmişler ve biz bu Vita ve Sana’nın reklamlarından çok zarar görüyoruz ve satışlarımız azalıyor. Bize bunun için bir çare bulun. Biz bu iş için 50.000(ellibin) TL’yi gözden çıkardık demişler. O zamanlar bu para ile 2-3 katlı 3-4 ev alınabiliyordu.
Sana’nın kitabını görmedim. Ancak 1950’li yıllarda sana reklamları böyle bir etki yaratmıştı..’
Değişim böyle bir şey... Her yenilik, kendini yenilemeyeni öldürüyor, duran düşüyor... Tarihten ders almayanlara duyurulur..
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2005
<B>BUGÜN</B> size gözlerden kaçan bir ihaleden söz edeceğim. Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu’nun 3 Mayıs’ta internet üzerinden yaptığı ihale çağrısından... Neyin, ne için yapıldığı belli olmayan ‘karanlık’ bir ihaleden... İhalenin konusu ‘Türkiye’de iletişim stratejileri uygularken Avrupa Komisyonu Delegasyonuna yardımcı olmak’. Halen Delegasyon Türkiye’de bir firmadan iletişim hizmeti alıyor. Sonuçlardan memnun değil ki ihaleye çıkmayı uygun bulmuş..
Yeni ihalenin konusuna dikkat edin! ‘İletişim stratejisi geliştirmek’ değil, ‘Geliştirilen iletişim stratejisini uygulamaya yardımcı olmak’... Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu stratejiyi belli edecek. İletişim uygulama taşeronu da araştırma yapıp, belirlenen stratejiyi internet üzerinden, kurduğu iletişim ofisleri aracılığıyla, bastığı ‘user-friendly’ (kullanımı kolay) broşürlerle, medya ilişkileriyle, çeşitli ‘event’ organizasyonlarıyla yayacak.
Türkiye Delegasyonu 3 Ekim’de başlayacak müzakere süreci öncesinde Türk halkını ‘Avrupa Birliği’ konusunda bilinçlendirmeye çalışacak anlayacağınız. Nasıl bilgilendirmeye çalışacak? O konu biraz karanlık. İhaleye katılan firmalar önlerine ‘strateji’ diye ne konursa onu uygulamak zorundalar. Önlerine ‘Türk halkını özel üyeliğe ikna edin’ diye bir dosya konsa bile ihaleyi kazananlar uygulamak zorunda.
İhaleye katılmak için konsorsiyum kurmak şart. Avrupa’da daha önce böyle bir bilgi kampanyasını örgütlemiş bir ortağa sahip olmak da önemli. Ayrıca son iki yıl içinde yıllık 3 milyon Euro ciro gerekiyor. İhale bütçesi tavanı bir yıl içinde 1.2 milyon Euro..
İhale çağrısında katılımcılardan neler istendiğine dair ayrıntılar eksik mi eksik. Gördüğüm en ‘abuk’ ihale dosyası bile diyebilirim. Yapılacak işlerle ilgili hiçbir ayrıntı yok. Kaç broşür? Kaç gram kağıda? Hangi ölçülerde? Nasıl bir örneklem planı. İstenenler alt alta toplanınca da ihale bütçesi için konan rakam koca Türkiye için çok komik bir rakam olarak duruyor.
Üstelik ihale yöntemi konusunda da Avrupa Birliği’nin genel geçer eğilimlerine uyulmuyor. Normalde bu tür ihalelerde Avrupa Birliği kurumları önce bir ‘niyet mektubu’ ister, bu mektuplara göre firmaları eler, daha sonra son ihale dosyasını ister. Bu ihalede 5 Temmuz’da doğrudan ihale dosyası isteniyor. Neden?
Bir iş var bu ihalede. Bir yanlışlık var. Avrupa Birliği Türkiye’yi ne olarak görüyor acaba? Gerçekten ortaklığa aday bir ülke mi? Yoksa ‘az gelişmiş, doğulu’ sürekli bir şekilde ‘oyalanması’ gereken bir ülke mi? Bu ihale çağrısı bile Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi oyaladığını, samimi olmadığını gösteriyor. Böyle bir Avrupa Birliği’ne Hollanda, Fransa halkı güvenmedi. Biz niye güvenelim?
Kendilerini ne sanıyorlar
GEÇEN pazartesi Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği’nin (IPRA)İstanbul’da yapılan 50’inci kongresindeydim. Avrupa Komisyonu Sözcüsü Beate Gminder ‘Politik Güven: İletişim İmaj Değiştirebilir mi?’ başlıklı oturumda yaptığı konuşmada ‘Hollanda ve Fransa’da uyguladığımız iletişim stratejilerinde hata yaptık. Daha yerel davranmamızın gereği ortaya çıktı. Artık yeni bir iletişim stratejisi uygulayacağız, uzun yıllar alan bir çalışma ile imajımızı düzelteceğiz’ dedi.
Cuma günü ‘yeni açılan iletişim danışmanlığı’ ihalesi ile ilgili bilgi almak üzere Ankara’daki Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu’nu aradım. İhale sorumlusu Selda Paytak’la görüşeceğim. Otomatik Sekreter ‘Türkçe mi İngilizce mi?’ yönlendirmesi yaptı. Türkçe’yi seçtim. Karşıma son derece ‘ukala’ bir operatör çıktı. Kendimi tanıttım. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Selda hanımla görüşmek istiyorum.
- Misyonda görüşemezsiniz.
- Buyur?
- Misyonda, misyonda...
- O an anladım ki, operatör, Selda Paytak’ın göreve gittiğini söylemek istiyor. Yani görevde mi demek istiyorsunuz?
- Evet.
- Bir şekilde ulaşabilir miyim kendisine?
- Ulaşamazsınız kendisine. Biz cep telefonu vermiyoruz.
- Bu Avrupa Birliği standardı mı?
- Evet öyle...
Gördüğünüz gibi operatörün verdiği yanıtlar samimiyetsiz, sorun çözmek istemeyen kendini son derece ‘yukarda’ gören yanıtlar. Avrupa’nın Türkiye karşısındaki ukala tavrı, telefona bakan Türk operatöre bile yansımış durumda... Avrupa Komisyonu, Türk halkını bilinçlendirmek için ihale açacağı yerde önce kendi personelini ‘yaratmak istediği yerel imaj’ konusunda bilinçlendirmek için ihale açsa çok iyi olur. Aksi halde ‘yukardan bakan, hor gören’ bir kafa yapısıyla Türk halkının güveninin sağlamak hayal... Avrupa Komisyonu sözcülerinin söyledikleri ile yapılanlar birbirini tutmuyor...
Hazır giyimin Ülker’i Rodi
MARKA ligimizde bu hafta ‘Spor Hazır Giyim’ markaları var. TNS Piar soruyu aynen böyle sordu: ‘Aklınız gelen üç spor giyim markasını söyler misiniz?’ 18 yaş üstü Türkiye kır kent temsili 2020 kişiden 1507’si en az bir marka anımsayabildi. Yani Türkiye’nin % 25’i hálá spor giyim markası deyince hiçbir marka anımsamıyor. Anımsayanların gözdesi ise % 87 ile Adidas. İkinci sırada ezeli rakibi Nike var (% 54). Daha sonra da sırayı % 32.5 ile Puma alıyor.
Tüm sonuçlar incelendiğinde görülüyor ki Türkiye’de belleklere ‘spor giyim’ uyarısı verildiğinde hemen akla aktif spor markaları geliyor. Dolayısıyla eğer ‘günlük rahat giyim’ sorulmak isteniyorsa mutlaka beyne başka şekilde bir uyarı vermek gerekiyor. Buradan ne sonucu çıkarıyoruz? Bir araştırmada sözcüklerin seçimi çok önemli. Yanlış sözcük beyindeki yanlış disketi çalıştırırsa sonuçlar yanıltıcı olabilir..
Kinetix’i yabancı markalar arasında dördüncü sıraya yerleştiği için kutlamak gerek. Bu arada Rodi’nin % 5.6 ile altıncı sırada en çok anımsanan spor giyim markası olması konusuna dikkatinizi çekmek isterim. Rodi, Anadolu’da inanılmaz yaygın bir dağıtıma sahip. Yaygın dağıtım konusundaki gücünü bilenler ona ‘Hazır giyimin Ülker’i’ diyorlar. Yaygın dağıtım Rodi’yi sıçratmış görünüyor. Ancak daha da başarılı olması için Rodi’nin markasını daha iyi yönetmesi şart. Markasını iyi yönetmek ne demek? Tüketicinin güven duygusunu yönetmek demek. Bunu hiç unutmayalım...
Spor Hazır Giyim Marka Ligi
Marka YÜZDE
1.Adidas 87.1
2.Nike 54.6
3.Puma 32.5
4.Kinetix 20.0
5.Reebok 6.2
6.Rodi 5.6
7.Levis 4.6
8.LCW 3.9
9.Mavi 3.7
10.Lescon 3.6
Kaynak: TNS
Amerikalıların bilmediği
BİR araştırmada doğru sözcükleri seçmek çok önemli. Bu konuda çok sevdiğim bir fıkra var paylaşmadan edemeyeceğim. Dünya çapında bir anket yapılmış. Sadece bir soru sorulmuş: ‘Lütfen dünyanın geri kalan kısmındaki yiyecek eksikliğine bir çözüm ile ilgili kişisel görüşünüzü belirtiniz’.
Sonuç fiyasko olmuş. Çünkü..
Afrika’daki insanlar ‘yiyecek’ sözcüğününün ne anlama geldiğini bilememişler.
Batı Avrupa’dakiler ‘eksiklik’ ne demek anlamamışlar.
Doğu Avrupa’dakiler ‘kişişel görüş’ ne çözememişler.
Ortadoğu’dakiler ‘çözüm’ün ne anlama geldiğini bilememişler.
Güney Amerikalılar ‘lütfen’ sözcüğüne takılıp kalmışlar.
Ve Amerikalılar ‘dünyanın geri kalan kısmı’ ne demek olduğunu bir türlü anlamamışlar.
Mehmet Öz fırtınası
BOĞAZ’da bir tekne turundayız. Açık büfeden yemek alıyoruz. Herkesin ağzında Mehmet Öz reçeteleri. İçimizden biri anlatıyor: ‘Bugün Kapalı çarşıdaydım. Fındık kalmamış. Esnaf da şakın. ‘Abi Mehmet Öz diye biri varmış. Allah razı olsun ondan’ diyorlar.’
Maltepe Üniversitesi’nde İletişim Fakültesi Dekanı Peyami Çelikcan ve NTV’den Mete Çubukçu ile üniversite lokantasında yemekteyiz. Salatalar gelince, ben ‘Zeytinyağı almayayım, diyetteyim’ deyince garson yanıtı yapıştırdı: ‘Ama Mehmet Öz Zeytinyağı yenebilir diyor.’
Aynı akşam bir arkadaşımla sohbet ediyorum. Konu sağlıklı yaşam konularına geliyor. ‘Mehmet Öz’ü okudun mu?’ diye soruyor. ‘Yeni başladım’ diyorum. ‘Nasıl ama verdiği örnek. Vücudu evle karşılaştırıyor. Ağız mutfak, akciğerler pencereler, bağırsaklar kanalizasyon...’
Mehmet Öz kim? Amerika’da kitapları en çok satanlar listesine girmiş bir Türk profesör. Genel cerrah... Türk medyası ‘ABD’deki başarısını onayladı, ona güvendik..’ Şimdi Türkiye’nin her yerinde sağlıklı yaşam konusunda Mehmet Öz fırtınası esiyor. Anımsayın Mavi fırtınasını... Hani Mavi önce ABD’de, Kanada’da onaylanmıştı. Oralara mal satmıştı. Türk medyası da Mavi’nın yurt dışında onaylandığını onaylamıştı. Sonra Mavi fırtınası bir başladı, bitmek bilmedi...
Türkiye’de kısa sürede marka patlaması yapmak isteniyorsa sırrı belli... Genetik kodlarımız hakkında yeterince bilgi verebildim mi? Ülker’ciler de duyuyorlar mı?
Çekirgelik
‘Sana güveniyorum’ demek, ‘Seni seviyorum’ demekten daha büyük bir iltifattır
(G. MCDonalds)
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2005
Bir Luc Besson hayranı olarak ‘Kır Zincirlerini’ ya da ‘Köpek Danny’yi izlemeye başlamak üzereyken ne kadar heyecanlı olabileceğimi tahmin ediyorsunuz. Tamam Besson sadece senaryoya imza atmış ama yine Besson’un parmağı var işte... Onun katkısı senaryoya da olsa ‘şiddet ve sevgiyi’ bir arada bir kez daha nasıl işlediğini görmek benim için önemli.
Gördüm... Çok beğendim. Nikita’yı anımsadım. Bence Nikita Besson’un en iyi filmi. Köpek Danny’de Nikita’dan izler var. Toplumsal şiddetin kurbanı Danny (Jet-Li), sahibi mafya Bart (Bop Hoskins) tarafından bir köpek gibi, para tahsilatında kullanılmak üzere yetiştirilmiş. Ama olaylar geliştikçe Danny’nin gözü açılıyor ve köpekliğinin farkına varıyor. Danny’nin gözü durup dururken açılmıyor ama... Bu konuda ona tesadüf eseri tanıştığı piyano akortçusu Sam (Morgan Freeman) ve onun üvey kızı Victoria (Kerry Condon) yardımcı oluyorlar.
Danny gözü açılınca köpekliğinden rahatsız oluyor şiddet düzenine boyun eğmemek üzere Bart’a karşı ‘köpekleşmekten kurtulma’ mücadelesi veriyor. Bart’ın ‘Sen benim köpeğimsin, seni ben besledim büyüttüm’ ikna konuşmaları yetmiyor tabii... İş silahlı, dövüşlü mücadeleye kadar varıyor.
Danny çocukken boynuna takılan tasmadan kurtuluyor mu? İzleyip kendiniz karar verseniz daha iyi olur. Ben sadece şunu söyleyeyim filmdeki tasmaya çok dikkat edin... Boynunuza takılan ya da taktığınız her tasmaya da... O tasmayı takanlar bir gün gelir sizden köpek olarak beslenmenizin karşılığını isteyebilirler. Ne bir günü... Her gün... Köpeklikten kurtulmak için mücadele gerekebilir. Ama... Bu mücadelede kazanan her zaman siz olmayabilirsiniz... Tasmalardan uzak durmak en iyisi. Köpek Danny’nin mesajı bu. Kaçırmayın. Jet-Li iyi oynamış. Hiç dövüşmeden 30 dakika dayanabildiği ilk filmi de bu galiba... ’Transporter’ da harikalar yaratan yönetmen Louis Leterrier’e diyecek bir şey yok. Yine tarzı olan bir film çıkarmış. Gerçekten kaçırmayın...
Savaşın ortasında medrese istenince
Turgut Özakman’ın 688 sayfalık Çılgın Türkler’ini bitirdim. Mükemmel bir Kurtuluş Savaşı Destanı... Binlerce ayrıntı. Müthiş bir paralel kurgu. Çılgın Türkler’i herkesin ama herkesin mutlaka baştan okuması lazım. Liselere ders kitabı olarak konsa yeri. Gençler bu ülkenin Osmanlı’nın küllerinden neler feda edilerek, ne büyük zorluklarla kurulduğunu, Atatürk’ün ne büyük bir dáhi olduğunu mutlaka öğrenmeli... Özakman romanı öyle bir kurgulamış ki nefes nefese okuyorsunuz. Binlerce ayrıntı başınızı döndürüyor, Kurtuluş Şavaşı destanını yazanlara bir kez daha hayran oluyorsunuz.
688 sayfa boyunca sadece bir yerde Atatürk soğukkanlılığını kaybediyor ve sinirleniyor. O bölümü sizinle paylaşmak istiyorum. Büyük Taarruz yaklaşıyor. 1 Nisan... Atatürk Konya’yı ziyaret ediyor.
‘Sakarya kahramanı Gazi M. Kemal Paşa’ya büyük coşkulu bir karşılama... İnceleme ve gezi programı içinde medrese de var. Kanlı canlı, genç mollalar ile hocalar avluda dizilmiş bekliyorlar. En yaşlı hoca, Paşa’dan medrese sayısının artırılmasını ve medrese öğrencilerinin askere alınmamasını rica edince M. Kemal Paşa sinirlendi:
‘Sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerli? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada genç sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz. Bu asalakların askere alınmaları için yarın emir vereceğim...’
Hocalar sindiler. Akıllarından hiç de iyi şeyler geçmediği belli oluyordu. Belki de ‘Senin de yıldızını söndürürüz, yine bizim günümüz gelir’ diye düşünüyorlardı.’
Savaşın sonu belli. Özakman, belgelere dayanarak bize bir kere daha gösteriyor ki Atatürk Kurtuluş Savaşı boyunca sadece dış düşmanla savaşmamış... İç düşman da büyük sorun olmuş. Türk gücünü kırmaya çalışan, ordu içinde din öğesini kullanarak ikilik yaratmaya çalışan iç düşman... Özakman’ın ellerine sağlık... Çılgın Türkler’i bu yaz mutlaka okuyun... Okutun... Hatta ‘Çılgın Türkler’ kursları açıp gençlere Kurtuluş Savaşı’nı öğretin... Mutlaka...
Dostlarının değerini bilenlere
Zafer Köken isimli okurum ‘dostluk üzerine’ kısa bir öykü göndermiş. Gerçek dost kimdir?. Zor soru değil mi? Hatta tanımlaması zor. Öykü tanımlamaya yardım ediyor:
‘Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği bir kazada birlikte ölmüşlerdi.
Gökyüzüne çıktıktan sonra bembeyaz bulutların arasında dolaşmaya başladılar. Adam çok susamıştı. Biraz su bulabilmek ümidiyle yürümeye devam ederken, birden kendilerini muhteşem bir manzaranın karşısında buldular. Rengárenk çiçeklerle süslü bir bahçe, altından yapılmış bir bahçe kapısı ve onları karşılayan beyazlar içinde bir kadın...
Adam köpeğiyle birlikte kadına yaklaştı ve sordu:
‘Affedersiniz... Burası neresi?’
Kadın ona gülümsedi: ‘Burası cennet, efendim.’ Adam bunun üzerine sevinçle ‘Harika!!!’ dedi. ‘Peki bana biraz su verebilir misiniz?
Gerçekten çok susadım...’ Kadın cevap verdi: ‘Tabii efendim, içeri girin.
İçeride dilediğiniz kadar su bulabilirsiniz....’ Böylece adam köpeğine döndü,
‘Hadi oğlum içeri giriyoruz’ diyerek kapıya yürüdü. Ama kadın onu birden durdurdu: ‘Üzgünüm efendim, köpeğiniz sizinle gelemez. Hayvanları içeri almıyoruz.’ Bunun üzerine adam bir an durdu... Düşündü... Ve geri dönüp köpeğiyle birlikte geldikleri yolun tam ters yönünde yürümeye koyuldular.
Adam sordu: ‘Affedersiniz bana biraz su verebilir misiniz?’
Dede, ‘İçeri gel’ dedi. ‘Kapıdan girdikten sonra sağ tarafta bir çeşme var.’
Adam sordu: ‘Peki arkadaşım da benimle gelip oradan içebilir mi?’
Dede, ‘Tabii’ dedi. ‘Çeşmenin yanında köpeğinin de su içebileceği bir kase bulacaksın.’
Bunun üzerine adam kapıdan girdi. Biraz yürüdükten sonra sağ tarafta çeşmeyi buldu. Adam çeşmeden, köpek de oracıktaki kaseden doya doya içerek susuzluklarını giderdiler.
Derken adam geri giderek girişte bekleyen dedeye sordu:
‘Su için çok teşekkür ederim... Peki burası neresi?’
Dede, ‘Burası cennet’ dedi.
Bunu duyan adam şaşırdı: ‘Ama nasıl olur? Az önce burası gibi kırık dökük olmayan muhteşem bir yere gittik ve orasının da cennet olduğunu söylediler...’
Dede ‘Şu rengarenk çiçeklerle süslü altın kapılı yer mi?’ dedi. ‘Ama orası cehennem.’ Adam iyice şaşırmıştı: ‘Peki ama orası sizin adınızı kullanarak insanları kandırıyor diye hiç kızmıyor musunuz?’
Dede gülümsedi: ‘Kızmıyoruz. Çünkü onlar kendi çıkarı için en iyi arkadaşını yarı yolda bırakanları cennetten uzak tutuyorlar.’
CUMA İTİRAFI
nedenerkekler; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 37; İl: Ankara
Evli kişilerin eşleri ile yaşayamadığı ve eksikliğini hissettikleri cinsel fanteziler nedeniyle değişik arayışlara yönelmesini anlamak zor değil. Biraz garip olacak ama benim durumum ise tam tersi. Eşim daha çok fantezi şeklinde, çok farklı pozisyon ve şekillerde seks yapmaya bayılıyor! Bu durum başlangıçta güzel görünse de, inanın ben normal seksi özledim. Açıkçası sadece bunun için zaman zaman başka kadınlarla birlikte oluyorum. Hayat ne garip!
Yorum: Gerçekten garip! Sen yeter ki aldatmak için bahane ara. Mutlaka bir tane buluyorsun...
CUMA LAKIRDISI
Gri saç bilgeliğin değil yaşın göstergesidir. (Yunan Atasözü)
CUMA TAKINTISI
İstanbul’da Küçükyalı’ya doğru, Sahil Yolu üzerinde bir balık lokantası keşfettim. Lakerda. Birbuçuk yıldır varmış da benim keşfim yeni... Çok ferah bir terası var. Yaz için birebir. Hikmet isimli aşçısı mezelerde, ara sıcaklarda harikalar yaratmış. Ali Nazik’i bilirsiniz. Lakerda’da Hikmet Nazik var. Balıkla yapılanı. Nasıl lezzetli olmuş anlatamam... Bu haftasonu tercihiniz balıksa Lakerda takılacağınız mekan. Hikmet Nazik’i tatmayı da unutmayın...
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2005
Otellerin maliyeti düşürmek için <B>‘kalitesiz’ </B>satın alma yaptıklarını anlatan <B>‘Yeşillenmesin, bozulmasın, alan bir daha almasın’</B> başlıklı yazıma ihbar üzerine ihbar yağıyor. Tatil planları yaptığınız şu dönemde bu konunun üzerinde biraz daha dursam iyi olacak. İşte üç izlenim:
Gelen bir daha gelmesin
‘Kelebek’te çıkan yazınızı okuduğumda aklıma geçen yıl yaptığımız Ürgüp tatili geldi. Dört yıldızlı ‘M....’ adlı bir otelde eşim ve ben neredeyse aç kalıyorduk.
Tükettiğimiz gıda ürünlerinin iyi olmasına dikkat ederiz hep. Ancak dört yıldız almış bu otelde hiçbir şey yiyememiştik yanlış anımsamıyorsam. Renginden aslında kaşar olmadığı anlaşılan bir kaşarımsı peynir, nerede üretildiği bile belli olmayan bir paket reçel, hangi şartlarda üretildiği belli olmayan portakal konsantresi, yerel bir gazoz... Sadece domates ve biber yiyebilmiştik. Oysa iyi bir kahvaltı için daha fazlasını ödeyebilirdik.
Yiyen bir daha yemesin.. Gelen bir daha gelmesin.. Bu kafa ile Türkiye’de turizm işi nereye gider?’
(Ali İhsan Yüce)
Kiremit tadında sosis..
‘Atıf Hocam, ben size Side yakınlarındaki bir otelden yazıyorum. ‘Her şey dahil otellerdeki yiyecek kalitesi rezaleti’ konulu yazınızı okudum. İşler sizin yazdığınızdan da rezalet.
Otellere gidenler özellikle yedikleri sucuk, salam, sosis türü yiyeceklere dikkat etsinler. Pazarda bile satılmayan ürünler otellere kakalanıyor. Satın almacılar da maliyet düşüreceğim diye kendilerinin yiyemeyecekleri et ürünlerini otellere alıyorlar. İçlerinde ne idüğü belirsiz bir sürü katkı maddesi. Kiremit tadında sosisler, salamlar, yağdan geçilmeyen sucuklar.
Burada otel yöneticilerinin suçu yok. Satın almacılar işi azıttı. Kötü ürün satan firmalarla saadet zinciri kurdular, Türk turizmine ihanet ediyorlar. Gerçi yöneticilerin de bu fiyata nasıl bir ürün alınıyor diye düşünmeleri lazım. Onların da işine geliyor galiba.
Lütfen bu konunun peşini bırakmayın. Bakın daha neler öğreneceksiniz.(Latif Kardelen)
Gazozdan içki yapıyorlar..
‘27 yaşında, küçüklüğünden bu yana turizmci olmak istemiş, tüm tercihlerini ona göre yapmış ve yaklaşık dokuz yıldır da bu mesleği yapan bir okurunuzum. Bugüne kadar size birçok kez yazmak istedim ama Kelebek’teki yazınızı gördükten sonra kendimi frenleyemedim.
Şu an Antalya şehir merkezinde üç yıldızlı küçük bir otelde çalışıyorum. Şu an iki kişi 60 YTL’ye kalıyor.. Ama inanın ilçelerdeki daha büyük otel ve tatil köyleri nedeniyle şu mevsimde bile dolu değiliz.
O otellerin yoğun aktivite programları olması ya da daha güzel olmaları hiç önemli değil! Herkes fiyata bakıyor. Misafirler bize gelip, ‘Kemer’de, Belek’te bu fiyata her şey dahil kalıyoruz hayatım’ diye hava atıyorlar.
İnanın yazınızda belirttiğiniz gibi bu oteller yiyecek ve içecek kalitesini o kadar düşürdüler ki, otel müşterileri yediklerinin içtiklerinin kaynağını bilseler yanlarından geçmezler! Sadece yiyecek içecek kalitesi mi... Personel kalitesi de sıfır..
Beş yıldızlı otellerde adını vermek istemediğim bir içki nasıl yapılıyor biliyor musunuz? Gazozun asidini uçuruyorlar, içine iyot ve diğer bir takım katkı maddeleri koyuyorlar, içkiniz hazır..
Viskilerde uyguladıkları şeyler ise daha da beter. ‘Ama bunun tadı farklı’ diye uyardığımda aldığım yanıt şu oluyor: ‘Ne yapalım her şey dahil yerlerde her şey su gibi gidiyor..’
Turizm Bakanlığı otellerin yıldızlarına göre ‘şu fiyattan aşağı düşemezsin’ demesi gerekiyor. Eğer demezse ‘Mega her şey dahiller’ Türk turizmini bitirecek..’
(Çiğdem Dilber)
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2005
<B>F</B>azıl Say’ın <B>‘Nazım Oratoryosu’</B>nu 2001 yılından bu yana görmek, dinlemek isterim. Kısmet geçen haftayaymış.. Geçen hafta ilk kez BKM imzasıyla İstanbul’da Harbiye Açıkhava’da sahnedeydi. Dev orkestra.. Şef İbrahim Yazıcı yönetiminde Bilkent Senfoni Orkestrası ve Kültür Bakanlığı Devlet Çoksesli Korosu.. 200 kişi.. Piyanoda Fazıl Say..
Bestelediği Nazım müziklerini piyanoda icra ederken her zamanki gibi bizden öte bir dünyada.. Oratoryoda ağırlık Genco Erkal’ın okuduğu şiirlerde.. Yılların deneyimi Genco Erkal’a şiirleri söyletmiyor adeta yaşatıyor. Erkal sayesinde sahnede Nazım var..
O gece Genco Erkal sayesinde Nazım’ı gördüm, Nazım’ı hissettim. Üç Selvi, Kerem Gibi, Pazar, Yatar Bursa Kalesinde, Hiroşima, Memleketim.. Nazım’ın 1962 yılında yazdığı Vatan Haini isimli şiirini o gece yeniden dinlerken karmaşık duygular içine girdim. 1962 yılında çek defterleri ile kapitalist sömürü arasında bağlantı kuran Nazım, bugün yaşasa banka taksit kartlarına, düşük faizli uzun vadeli konut kredilerine ne derdi acaba? Ya da o gün ‘çek defteri’ olan patronların bugünkü bankalarını görse ne derdi?
Zuhal Olcay ve Bariton Güvenç Dağüstün’ün rolü az.. Her nedense kafanda Zuhal Olcay’a daha fazla rol biçmiştim. Biraz hayal kırıklığına uğradım. Bir de şarkı söylemediği zamanlarda seyirciyle kurduğu iletişim biraz garibime gitti. Hafif kendini kasma, hafif süzüm süzüm süzülme iletişimi.. Olcay’dan izleyiciyle biraz daha samimi bir iletişim kurmasını beklerdim. En azından bir göz teması.. Oratoryo kültürü böyle bir uzaklığı ve kasılmayı gerektiriyorsa onu bilemem.
Gecede birkaç çocuk solist de vardı. Oratoryo yaklaşık 70 dakika sürdü. 70 muhteşem dakika. 70 unutulmayacak dakika..
Bittiğinde ayağa kalktım, avuçlarım patlayıncaya kadar dakikalarca alkışladım.. Fazıl Say’ı, şef İbrahim Yazıcı’yı, orkestra üyelerini ve diğerlerini.. Bana böyle muhteşem bir geceyi yaşatan herkese ama herkese teşekkür ederim. Tabii ki BKM’nin üç acar kızı Seda, Selma ve Aysun’a da.. İşlerini mükemmel yapıyorlar.. Gerçekten..
Özyağcılar kırgın değil..
Erdal Özyağcılar’la telefonda konuşuyoruz. Halen Bodrum’da.. Labrador cinsi köpeği bir haftadır hasta olduğu için çok üzgün. Yazım için teşekkür ediyor. Sonra da espriyi patlatıyor:
‘İyi ki Beyaz İnci’de ödül alamadım. Ödül alsam sen, Hakkı Devrim, Yüksel Altuğ beni bu kadar yazar mıydınız? Bu kadar gündeme gelir miydim?’
Çok zeki bir Özyağcılar protestosu bu.. Yabancı Damat yeni sezonda 30 bölüm daha çekilecekmiş. Özyağcılar gelecek yıldan umutlu. Ben de.. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerek..
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2005
<B>GEÇEN </B>hafta ‘<B>Sana Türk Markası mı?’ </B>başlıklı yazımın sonunda <B>‘Sana’yı Türk markası olarak kabul edebiliriz</B>’ demiştim. <B>Sana</B>’cılar çok mutlu olmuşlar. Hemen Sana’nın öyküsünü anlatan bir kitap ve mektup göndermişler. Ürün Müdürü Aymin Es Zoral mektubunda şöyle diyor:
‘Sana, Türkiye pazarındaki 52 yıllık geçmişi, ürün ve çalışmalarıyla her zaman yerli bir marka olarak algılanmış ve Türk tüketicisi tarafından benimsenmiştir. Adı ‘sağlık’tan gelen Sana markamızın diğer ülkelerdeki benzerleri ile aynı lezzet ve kalitede olduğunu belirtmek isteriz. Uluslararası platformda Unilever’in aile markalarından Rama ve Blue Band’i Sana ile eşdeğer konumda sayabiliriz.’
Sana kitabını okudum. İzzetin Çalışlar tarafından kaleme alınan Sana’nın elli yıllık öyküsü gerçekten çok ilginç. İletişim fakültelerinde reklamcılık tarihi derslerinde mutlaka okutulması gereken bir kaynak..
15 Mart 1951 tarihinde TC Hükümeti İngiliz-Hollanda ortaklığı Unilever ile Türkiye İş Bankası Anonim Şirketi’nin ortaklığında bir şirket kurulmasına onay veriyor. 1953 yılında 8.000 ton kapasiteli yağ fabrikası Bakırköy’de açılıyor. Açılışta kurdeleyi kesen Cumhurbaşkanı Celal Bayar fabrika hatıra defterine şunları yazıyor:
‘Bu fabrika bence iki başlı bir fayda sağlamaktadır. Bunlardan biri, Türk müstahsiline diğeri müstehlikine hizmet etmektir. Bununla beraber asıl beni memnun eden cihet, yerli ve yabancı işbirliğinin şuurlu ve değerli olmasıdır. Alakadarları tebrik ederim.’
Fabrika’da Türkiye’nin gereksinimlerine yanıt verecek iki yeni ürün üretiliyor. Bu iki ürün için Latince kökenli iki marka bulunuyor. Yaşam anlamına gelen Vita ve sağlık anlamını taşıyan Sana. Sana adı, daha önce Unilever tarafından 1900-1930 yılları arasında Almanya ve Hollanda’da tutundurulmuş bir marka. Vita da öyle ama vita Vitella’nın kısaltılmışında oluşturuluyor.
Unilever Türkiye’de reklama yatırım gözüyle bakan, Türkiye’yi çağdaş pazarlama konseptleri ile tanıştıran ilk kuruluş. 1953 yılından bu yana Sana için gerçekleştirdiği sürekli ve tutarlı reklam kampanyaları sayesinde Sana bugün, artık biraz zorlansa da hálá kategorisinde pazar lideri. Üstün lezzetli Sana, Yemeklerinize Tat... Mmm... Ne Tat... Özen Gösteren Anneler İçin, Değerini Anneler Bilir... Belleklerimizdeki Sana sloganlarından bazıları...
50 yıl ayakta kalabilmek kolay iş değil. Sana Ekmeküstü, Sana Creme Bonjour, Sana Creme Bonjour Peynirli, Sana’yı yaşatmak için atılan başarılı yeni adımlar. Unilever’i kutluyorum. Ve Sana’cılara içtenlikle soruyorum: Sana’nın Türkiye’de tam anlamıyla bir sosyal sorumluluk projesini başlatmasının zamanı geldi de geçmedi mi? Bu soruyu belki de Unilever’e mi sormalıydım?
Eski bir Sana’cı İhsan Aysu, Sana’nın geleceği konsunda biraz karamsar. Hem de Sana’nın Türk malı olduğunu ama Türk markası olmadığını düşünüyor:
‘Sayın Hocam, Hürriyet Gazetesi’nde çıkan yazılarınızı, biraz da mesleki ilgim dolayısı ile devamlı okurum. 20 Haziran 2005 Pazartesi günü çıkan yazınızda, ‘Sana Türk Markası mı?’ başlıklı bir yazı dikkatimi çekti. Bu soruya cevap vermeyeceğim, çünkü iş hayatımın çok uzun bir bölümü (28 yıl) Unilever şirketinde geçti, sadece 1 yılı Company Economist olarak, geri kalan kısmı tamamen Marketing bölümünde; Market Research Mgr. , Marketing Services Mgr., General Sales Manager, Marketing Director, Director of Operations (Edibles). Şirkete 1950’li yıllarda girdim, 1985 yılında Margarin Bölümünün Genel Müdürü iken emekli oldum. Kısaca, SANA ellerimde büyüdü. Malumunuz her ürün her marka belirli bir süre yaşar, sonra da tabii bir ölümle sahneden çekilir. Şu an genç arkadaşlarım Sana’yı hayatta tutmaya çalışıyorlar ama, marketing kanunları hükmünü icra ediyor. Yapacak fazla bir şey yok. Yine de ilave edeyim, Sana birkaç nesli büyütmüş, yüzde yüz bir Türk malıdır, markası demiyorum.’
Zabbaha kadar eğlence
HTP Exclusive Reklam Algı Endeksi araştırmasının geçen haftaki ayağında en fazla anımsanan reklam % 42 ile Arçelik reklamı. Sonra sırasıyla Vestel, Coca-Cola, Beko, Pepsi ve Bosch reklamları geliyor.
Geçen haftadan başlayarak HTP ‘en beğendiğiniz reklam?’ sorusunu da sormaya başladı. Bu listede ise ilk sırada Vestel, ikinci sırada Ritmix reklamı var. Oranları % 29 ve % 15. Üçüncülüğü ise % 11 oranıyla Arçelik ve Pepsi paylaşıyor.
Beğenilen reklamlara baktığımda gördüğüm ortak özellik şu: Mizah... Eğlence... Tabii ki reklamlar insanları eğlendirmek için yapılmıyor. Ama ana satıcı mesajın yanında ‘beğenilmek’ de hedefse eğlence ve mizah şart! Beğenilmek ne zaman mı hedef olmalı? Neredeyse her zaman... Gazete, dergi, televizyon, radyo, açıkhava, internet fark etmiyor. Her zaman.‘Sıkıcı’ sözcüğü reklam düşmanı...
Çekirgelik
Hayvanlar beslenirler, insanlarsa yemek yerler. Yemek yemeyi bilen tek canlı insandır. (Brillant Savarin)
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2005
AKP’nin ataklarıyla bir yandan türban, bir yandan İmam Hatipler’e ÖSS’de katsayı uygulaması tartışmaları hızla devam ediyor...Yıllardır Türkiye’de İslam’ı siyaset arenasına çekmeye uğraşanların pompaladığı türbanlılar, İmam Hatipliler kamuoyu önünde artık mağdur! AKP ve diğer merkez sağ partiler bu mağduriyete körükle gidiyor. Çoğunluk mağdurların yanına geçiyor. Karşıtlar ‘anti-demokratik’ olmakla suçlanıyor, hatta ‘anti-demokratik’ görünmemek için bazıları sesini bile çıkaramıyor. Bazıları ‘Ya, alt tarafı türban, taksınlar her yerde, olsun bitsin’ demeye bazıları da ‘İmam Hatip mezunu, lise mezunu ne fark eder? İyi olan kazansın’ demeye başladı bile... Kamuoyu oluşuyor, dönüşüme az kaldı...Peki sorun sadece türban ve İmam Hatip sorunu mu? Bir örnek verip sorunun yanıtını size bırakmayı uygun buluyorum. Geçen hafta pazar günü Hürriyet’in arka sayfasında bir reklam vardı. Seven Hill reklamı... Aynı reklam bir ‘Cemaat Gazetesi’nin ikinci sayfasında da yer aldı. Küçük bir farkla. Bacak farkıyla... Söz konusu ‘Cemaat Gazetesi’nin reklam servisi mankenin çok az görünen bacak bölümünü ‘dindar’ okurlarının hoşgörmeyeceğini düşünüyordu. Ya da kadın dizini bu kadar göstermenin bile ‘günah’ olduğunu... Öyle ya da böyle, reklam ‘dini kaygılarla’ budandı ve öyle yayınlandı. Sakın yanlış anlamayın. ‘Cemaat Gazetesi niye böyle davrandı’ diye sorgulamıyorum. Gazete hedef kitlesini seçmiş, politikasını da ona uyarlamış... Bu kadarcık bile kadın dizi göstermenin okurlarının tahammül sınırlarını aşacağını düşünüyor. Bu nedenle de kendince okuruna saygısızlık yapmak istemiyor... Burada belki ‘reklamverenin iletişim özgürlüğünün kısıtlanmasından’ söz edilebilir, ama şimdilik konumuz o değil. Reklamveren de ‘Cemaat Gazetesi’nin okurlarına saygısından ‘gerekli değişikliği yapmış’ deyip geçelim. Peki ya ileride aynı ‘Cemaat Gazetesi’ kadının kolları da kapanacak derse? Peşinden başı açık olmaz diye diretirse? Hedef kitle yeterince büyürse, neden olmasın? Anlayacağınız konumuz türban ya da katsayı değil... ‘Hangi hedef kitlenin’ büyütülmek istendiği... Konumuz dini kaygılarla ‘süzgeç’ görevi gören ‘karar vericilerin’ sayılarının artıp artmayacağı...Şimdi soruyorum. Sorun gerçekten avuç içi kadar bir bez parçası ya da iki rakamlı bir katsayı sorunu mu? Bakkal hesabı devri kapandı Geçen hafta Banyan isimli bir restorana davet edildim. İstanbul’da Ortaköy’de. Nişantaşı’nda da bir tane var. Banyan’ın Ortaköy manzarası müthiş... Hem boğaz, hem Boğazköprüsü manzarası üst kattan ayaklar altında. Banyan’ın dokuz ortağı var. Ama asıl girişimciler Aslı Durukan ve eşi Cem Durukan... Aslı, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu. Coca-Cola’da Cappy’nin ürün müdürü iken ayrılmış ve Banyan’ı açmış.Cem, hálá Coca-Cola’da, Aslı’nın akıl hocası hem de mönü danışmanı.. Aslı ve Cem, Coca Cola’da pazarlama adına ne öğrenmişlerse Banyan’da onu uygulamışlar..’Bravo’ dedim, ‘Bir pazarlamacı restoran açacaksa böyle açmalı.’ Banyan’ın ilk ilkesi pozitif farklılaşma... Mönüde tamamen özgün lezzetlere yer verilmiş. Portakallı biftek, chili teriyaki soslu sakede marine edilmiş fillet mignon, wasabili patates püresinde ızgara somon... Asya baharatları ve dünya mutfağı al takke ver külah haline getirilmiş... Suya salatalık ve limon katılmış... Tabaklar özel tasarım... Banyan’a özgü çaylar üretilmiş..İkinci ilke, tutarlı bir konsept.. İsim Banyan. Hint incir ağacı demek. Bu ağaç Asya’da ölümsüzlüğün ve gücün simgesi.. Logo Banyan ağacı yaprağından türetilmiş, personel önlüklerinden bardaklara her yere işlenmiş. Slogan, Asya kültürü ile turalı ‘food for the soul’ (ruhunuzu besler!). Dekorasyon yine Asya kültürü ile tutarlı. Tüller, dinlendirici renkler... Masalarda Japon Bonzailer..Üçüncü ilke, net fiyatlandırma... Alınan paranın hakkını vermek (good value for Money). Her müşteri ‘Az ödemedim, ama hakkını verdiler’ demeli... Yazlık mekanlarla aynı fiyat aralığında daha fazla değer sunmak. Yemek eşliğinde ücretsiz Kerem Görsev ve Aytek Şermet jazz akşamları... Kaliteden asla taviz vermemek. Katkı maddesi kullanmamak. Asya’dan ithal orjinal malzeme kullanmak..Sonuç, başarı... Banyan iki yılda hem öğlen, hem akşam dolup dolup boşalıyor. Bu devirde bakkal bile açacaksan, başarılı olmak istiyorsan bir pazarlama planı şart. Kime hitap edeceksin? Nasıl farklılaşacaksın? Fiyat stratejin, tanıtım stratejin ne olacak.. ‘Bakkal hesabı’ devri kapandı.. Devir pazarlama devri.. Hurley oraya taktı Liz Hurley’ün rol aldığı ikinci Magnum reklamı da yayına girdi. Hurley ilk reklamda olduğu gibi yine büyük bir tutkuyla, ağzını yaydıra yaydıra Magnum yemeye devam ediyor. Sonra karşısında bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir adam görüyoruz. Hurley aşağılarda bir yerlere bakıyor. Birden ‘Acaba Hurley ilk reklamdaki gibi yine açıkta bir şey mi gördü?’ diye heyecanlanıyoruz. Görmemiş.. Hurley sadece şoföründen anahtarını istiyormuş.. Ama biz gördü sandık? Doğru söyleyin sanmadık mı? Bu son reklamdan sonra Magnum’un ne yapmak istediği iyice ortaya çıktı.. Magnum’a cinsel bir anlam yüklenmeye çalıştığı artık çok açık..Pepsi şahtı Pepsi mavi renge sahip çıkıyor. Coca-Cola kırmızısından farklılaşmak iyi bir şey. Peki ‘mavi’ rengi pekiştirmek için ‘mavi cola’ üretmeye gerek var mıydı? Cola, ‘cola rengi’ ile bu kadar özdeşleşmişken bu kadar zorlamaya gerek var mıydı? Yoksa ileride Pepsi sadece ‘mavi cola’ üretip Coca-Cola’dan farklılaşma yoluna mı gidecek. Olabilir.. Amerikan pazarı için her şey olabilir. Türkiye pazarı için Pepsi Blue henüz çok ütopik bir ürün. Pepsi, Pepsi Blue için harcadığı enerjiyi normal ya da limonlu Pepsi’ye harcasa çok daha iyi olur.. Sakız işi aştı Sakız işi yeni ürün konusunda iyice kendini aştı.. Şimdi de Vivident’ten Tarçınlı Damla Sakızı.. Vivident’in Tarçınlı Damla reklam stratejisi çok başarılı. Tarçınlı Damla ile Kazandibi arasında belleklere bağlantı kurdurmak çok yaratıcı. Lezzetin kanıtı olarak da ünlü aşçı Vedat Başaran’ı kullanmak işin tuzu biberi olmuş.. Kutlarım..Tang akıllandı Anne-baba onayını almadan kolay kolay çocuğa bir gıda maddesini yedirip içeremezsiniz. Hele de bu ürün ev içinde tüketiliyorsa, satın alıcısı anne tüketicisi çocuksa.. Hele de içinde katkı maddesi olabilir diye Anneler çocukların çok fazla yemelerine içmelerine izin vermiyorlarsa.. Tang’in yeni reklamındaki slogan: ‘Anneler her şeyin iyisi bilir’. Tang’in ne yapmak istediği hemen anlaşılıyor değil mi? Klasik ama çok doğru bir slogan. Annelerin gururunu okşamak her zaman işe yarar! Özür ve düzeltmeGeçen hafta Babalar Günü nedeniyle Durex’in bir ilanına yer vermiştim. Teknik nedenlerle ilanın tamamı çıkmamış. Özür diliyor bu hafta yeniden yayınlıyorum.ÇekirgelikEn iyi din, en fazla hoşgörülü olandır. (MME. DE GIRARDIN)
button
Yazının Devamını Oku