27 Eylül 2005
‘Cumartesi gecesi İnönü’de Tarkan konserindeydim’ deyince, çoğunluğun sorduğu soru şu: ‘Gerçekten 30 bin kişi var mıydı?’ Yanıt veriyorum: ‘Evet vardı.’
İki yan tribün tıka basa doluydu, bir kale arkası seyrek de olsa doluydu(diğerine zaten sahne kurulmuştu) saha içinin de yarısından biraz fazlası, yine tıka basa doluydu. Bir hesap yaptım: İnönü’de Tarkan konserine yaklaşık 30 bin kişi gelmişti.
Avea Genel Müdürü Cahit Paksoy da konser bittiğinde kulağıma ‘Sayaçlardan tam 36 bin 317 kişi geçmiş’ diye fısıldadı. Ben de üç aşağı beş yukarı aynı hesabı yapmıştım.
İnönü Stadyumu’na akanlar köprü trafiğini tıkadığı için konser yarım saat geç başladı. Kırmızı perde açılır açılmaz Tarkan yeni albümünden İngilizce bir şarkıyla konuya bodoslamadan girdi.
Yaklaşık birbuçuk saat konser boyunca da yeni albümden üç şarkı söyledi. Hepsi İngilizce. Ve hepsi ağır arap ezgileriyle dolu..
Belli ki Tarkan İngilizce albümde tribünlere oynamış.. ’Acaba Shakira’nın tahtına oynayabilir miyim’ diye düşünmüş..
Tahmin yapmak zor. Sadece İngilizcesi’nin biraz kulağı tırmaladığını söyleyebilirim. Umarım doğru tanıtımla Tarkan bu albümden istediğini alır, yerel starlığına son verir..
İnönü Stadyumu’nun deniz yönündeki kalenin arkasına Tarkan için iki katlı çok güzel bir sahne kurulmuştu. Üst katta da orkestra konuşlanmıştı. Tarkan konser boyunca alt kat-üst kat asansörle dolaşıp durdu.
Sahnenin içinde dev bir ekran, dışında da dört ayrı ekran konser boyunca Tarkan’ın şarkıları için yapılan ‘video art’ çalışmalarını yansıttı.. Bu çalışmaların her biri birbirinden güzeldi ve konsere çok bir atmosfer kazandırdı.
Tarkan’a konser boyunca bir akrobasi grubu eşlik etti. Bu grup zaman zaman akrobatik hareketler yaptı. Örneğin bir ara sahnenin iki yanından halatlar indi. Dansçılar bir şarkı boyunca halatlarda artistik hareketler yaptılar.
KENDİ ÜZERİME ALINDIM
Bir ara sahnede danteller içinde bir kadın belirdi ve kıvırmaya başladı. Çok iyi göremedim ama ya Sibel Barış ya da Tanyeli olduğunu sanıyorum. Dansöz kıvırmaya başladığında anladım ki ara olmuş, Tarkan dinleniyor..
Dansöz bitti, konserin ikinci bölümü başladı. Tarkan yine birbirinden kıvrak şarkılarıyla hayranlarını coşturdu. Tarkan’ın kadın hayranlarının kendinden geçtiği bölüm Tarkan’ın su efektleriyle çekilmiş video görüntülerinin yayınlandığı bölümdü.
Bu görüntülere hiçbir kadının dayanabileceğini sanmıyorum. Nasıl çekici, nasıl tahrik edici görüntüler, anlatamam.
Tarkan bu görüntüleri mutlaka albümüyle birlikte vermeli. Ya da televizyon kanallarında sürekli yayınlanmasını sağlamalı.. Bu görüntüler televizyonda yayınlanırsa, var ya Tarkan başka bir ilah olur! Hatta sadece kadınlar arasında değil erkekler arasında da!
Konser bittiğinde ısrarla ‘Tekrar, tekrar’ diye tepinenler karşısında, Tarkan sahne kenarındaki bir ekrandan kafasını uzatıp ‘Geleyim mi, çok mu istiyorsunuz’ esprisi yaptı. Sonra da çıkıp, son şarkısını söyledi. Konser boyunca bıkıp usanmadan dans eden Tarkancılar, son şarkıda da kendilerinden geçip kıvırmaya devam ettiler.
Konser bitti..
Aklıma konserin başında Tarkan’ın söyledikleri takıldı. Tarkan daha başta bir iki şarkı söyledikten sonra stadyumdaki kalabalığa dönüp ‘Hoş geldiniz! Kıskananlar, taş atanlar çatlasın.. Ben size layık olmak için çalışıyorum’ dedi. O sırada kafamın hafiften yarıldığını hissettim.
İlahi Tarkan! Benim eleştirim iş yapma biçimine değil, az ürün vererek hayranlarını üzmene.. Sen böyle güzel konserler yaptın, aldığından çok vermeye başladın da ben bir şey mi dedim? Avea konseri müthişti..
Az ürün verip hayranlarına haksızlık yapman doğru değil. Bundan sonra daha da sert eleştireceğim haberin olsun! Taş değil, kaya atacağım.. Hele bir az üret, o zaman görüşürüz..
Yeşillenmesin, zehirlemesin, alan bir daha almasın..(3)
23 Haziran’da ve 30 Haziran’da bu köşede ‘Yeşillenmesin, zehirlemesin, alan bir daha almasın’ başlıklı iki yazı yazıp, her şey dahil otellerin yiyecek içecek işini ucuza çıkartmak için her türlü hileye başvurduklarını yazmıştım.
Neredeyse üç ay sonra, Sadi Özdemir’e yaptığı röportajda Rixos Otelleri’nin sahibi Fettah Tamince ‘Her şey dahil oteller sahte içki yapıyor’ diyerek yazılarımı onayladı.. Kültür ve Turizm Bakanı gevrek gevrek gülüp, ortalarda fıkralar anlatacağı yerde, duruma bir çözüm getirse diyorum.. Apnenin tıbbı tedavisi var ama ayakta uyumanın yok!
Malatya Fener’e satıldı
Geçen hafta Malatyaspor’un Yeşilköy’de Polat Otel’de 40’ıncı yılını kutladığı geceye katıldım. Gecenin ortalarında futbolcuların imzaladığı bir forma, açık artırmaya çıkarıldı. Formayı 45 milyara Fenerbahçe’nin başkanlığına oynayan Saadettin Saran aldı!
Malatyalılar Gecesi’nde Malatya formasının, Fenerli bir başkan adayına satılmasını biraz yadırgadım.
Malatya lig sonuncusu.. Ligde iyi sıralarda olunca herkes kutlama yapar.. Önemli olan Malatyaspor’un sempatik başkanı Hikmet Tanrıverdi gibi lig sonuncusu iken sahneye çıkabilmek ve ‘Biz bu renklere gönül verdik, ister birinci, ister sonuncu fark etmez. Bir gün Anadolu’dan şampiyon çıkacaksa o biz olacağız’ diyebilmek..
Bravo Başkan..
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2005
TÜRKİYE’de reklam sektörü kendini ‘harakiri’ yaparcasına ‘reklamcı’ olarak yanlış konumlandırıyor. Yanlış konumlandırma reklam duyulan inancı etkiliyor. Reklamveren reklamın çalışmadığı yolunda bir sonuca ulaşıp başka araçlara yönelmeye can atıyor.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2005
<B>TÜRKİYE’</B>de reklam sektörü kendini <B>‘harakiri</B>’ yaparcasına <B>‘reklamcı’ </B>olarak yanlış konumlandırıyor. Yanlış konumlandırma reklam duyulan inancı etkiliyor. Reklamveren reklamın çalışmadığı yolunda bir sonuca ulaşıp başka araçlara yönelmeye can atıyor. Şu anda reklam ajanları arasındaki karsızlığın nedeni ne bu. Komisyon ve ücret düşürme savaşının nedeni de bu. Büyük reklam ajanslarında birkaç yıl çalışıp, daha sonra kendi ajansını kurup komisyon düşürenlerin sayısındaki artışın nedeni de bu.
Reklam sektörü niye bu kadar önemli deyip geçmeyin. Türkiye’de şu anda 1.5 milyar dolarlık bir reklam yatırımı var. Ama bu yatırım 200 milyar dolarlık satışı yönlendiriyor. Reklam işini yapmazsa Türkiye’de ekonomik çarklar durur! Doğru reklam Türkiye’nin kalkınma motoru olur.
Peki reklam ajansının görevi ne olmalı? Ben yıllardır söylüyorum. Bu kez belki reklamın vatanından biri söylerse daha iyi anlaşılır diye alıntı yapacağım. Ünlü guru Jack Trout geçenlerde Forbes dergisine verdiği ropörtajda diyor ki:
‘Geleneksel olarak bir reklam ajansının görevi objektif bir şekilde dışardan bakabilmektir. Ajans müşterisine ürünlerini en iyi şekilde pazara sunma ve pazarlama yöntemleri, markayı rekabete doğru konumlandırma, mesajı iletişime sokma ve ‘satın alma nedeni’ yaratma konusunda danışmanlık yapmalıdır. Şeffaflık ve dürüstlük iyi bir ajans-müşteri ilişkisinin temelidir.
Ajanslar yaratıcılığın, duygusallığın ve mizahın markaya değer katacağına inandılar. Sonuç: Bir çok ajans müşterilerine ‘satın alma nedeni’ veremiyor. İnsanlar artık bir reklama bakıp ‘Bunlar ne satmaya çalışıyor?’ diye soruyor. Doğal olarak müşteriler geleneksel reklamın işe yarayıp yaramadığını kendilerine sormaya başladı. Pogo’nun da reklam sektörü hakkında dediği gibi ‘düşmanla karşılaştık sonunda, düşman biziz.’
Jack Tout yapılması gerekenleri de üç adımda özetliyor: Adım bir: Stratejiye geri dön
‘Duygusallığı, ilişki kurmayı, ilgi çekmeyi unutun. Ajansların marka için doğru stratejiyi bulabilen kurumlar olarak itibarlarını düzeltmeleri gerekiyor. Kırk yıl önce buna eşsiz satış önerisi deniyordu.Şimdilerde buna konumlandırma deniyor. Her ne denirse densin, bu tüketicinin bir ürünü diğerlerine tercih etmesinin nedenidir.
Bu fark, reklamın bittiği iddialarına ve ürün yerleştirme savaşlarına karşı en güçlü silahınız. Ne yazık ki, ilgi çeken yeni pazarlama araçları bu farkı iletişime dönüştüremiyor.
Adım iki: Stratejiyi dramatize edin
Yaratıcı ekipler genelde reklama stratejik yaklaşımı redderler. Onlara göre bu yaratıcılığı sınırlar. Bazen reklamcılığı bir tür sanat zannederler. Bana göre, yaratıcı ekibin görevi stratejiyi en iyi şekilde hayata geçirmektir. Bir başka deyişle, satın alma nedenini dramatize etmek. Çözüm her ne olursa olsun, satın alma nedenini anlatırken insanların ilgisini çekebilmeli. Başarılı stratejiler asla ölmez ya da kaybolmaz.
Adım üç: Ödüllerden uzaklaşın
(Cannes ve Clio gibi)... Yaratıcılığı ödüllendiren gösterilerden uzak durun. Sektöre hiçbir şey yaratıcı ekibin reklam değil film yaptığını düşünmesi kadar zarar veremez. ‘Clio’nun lanetini’ hatırlayın. Clio kazanan tüm ajanslar ödülü alır almaz müşterilerinden oldular. Tüm bunlar sektörün stratejiden uzaklaştığını gösteriyor. Bu avukatların duruşmalarda yaratıcılık gösterdiği için ödül almasına benziyor.’
Reklam ajanslarına önerim acilen zihniyet değiştirmeleri ve birer ‘reklam ajansı’ değil aslında birer ‘marka danışmanı’ olduklarını anlamaları. Belki kendilerini marka danışmanı görürlerse ‘tüketicilerin satın almak’ için bir nedene gereksinim duyduklarını, sadece gülmekle , eğlenmekle ürünleri almadıklarını da anlarlar. Aksi durumda işler gerçekten kötüye gidiyor.
55 yaşında aşık olmak için
REKLAM orta yaşın üstünde bir kadının ‘Tekrar aşık olabileceğim aklıma gelmezdi’ demesiyle açılıyor. Kadın devam ediyor: ‘Tam elli beş yaşındayım. Eğer 10 yaş genç görünüyorsanız her şey mümkün..’..
Daha sonra 10 yaş genç gösteren mucize ürünün tanıtımına geçiliyor..
ROC Reti-Ox Multi-Corrextion... Yaşlanma belirtilerine karşı güçlü etkili..Kırışıklar, kahverengi lekeler ve sarkmalar için..Cildiniz 10 yaş genç görünüyor.
Ve ekranın altında küçücük bir yazı... Fransa 2004’te 50 kişide klinik çalışma..
Reklama dört itirazım var. Birincisi, bir kadının aşık olması için mutlaka 55’inde 10 yaş genç görünmesi mi gerekiyor? İkincisi ya sekiz yaş genç görünülürse ne olacak, gençleşme yaşına kim karar verecek? Üçüncüsü ekranın altındaki o küçük yazıyı kim okur? Dördüncüsü Fransa’da 50 kişiyle yapılan klinik deneyin ayrıntıları var mı? Deneyin güven sınırı kaç?
Yanıt bekliyorum.
Çekirgelik
Eğer fakir yemezse zengin sindiremez.
(Henry Giles)
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2005
<B>GEÇEN</B> hafta aşağıdaki e-postayı aldım: ‘Ben 17 yaşında bir okuyucunuzum. Aslında pek köşe yazarı okumam ama sizin ve Ayşe Arman’ın yazılarını asla kaçırmam. Malum Türkiye’de 17 yaşındaki bir gencin en büyük sorunlarından biridir ÖSS. Sizin Anadolu Üniversitesi’nden bir vakıf üniversitesine geçtiğinizi (sanırım Bahçeşehir Üniversitesi) okudum. Sizce vakıf üniversiteleri devlet üniversiteleri kadar iyi mi? Öğrenci seviyesi olarak devlet üniversitelerinin altında mı? Eğitimleri nasıl? Vakıf üniversitelerden mezun olunca iş bulmak kolay mı? İkisini de görmüş biri olarak en iyi siz bilirsiniz bu konuyu. Bana açıklama yaparsanız gerçekten çok sevinirim.’ (Elif Ergünler)
Yine geçen hafta The Economist Dergisi ‘The Brains Business’ (Beyinler İşletmesi) başlıklı dosyada yüksek öğretim konusunu ameliyat masasına yatırdı.
O dosyanın içinde ‘Yüksek Öğretim A.Ş’ başlıklı yazıda dünya üniversitelerinin gün geçtikçe özel işletmelere döndükleri anlatılıyordu. Apollo Holding’in sahip olduğu Amerika’nın en büyük kár amaçlı üniversitesi Phoenix’ten söz ediliyordu.
Phoenix’in 239 ayrı kampusu ve 280 bin öğrencisi varmış. Yıllık eğitim ücreti 9 bin dolarmış ve her yıl pazarlama için 365 milyon dolar harcıyormuş. Öğrenci sayısını da her yıl yüzde 25 arttırıyormuş.
Dün Bahçeşehir Üniversitesi’nin açılışı vardı. Beşiktaş kampusundaki törene Başbakan Tayyip Erdoğan da katıldı.
Rektör Süheyl Batum, Mütevelli Heyet Başkanı Enver Yücel ve Milli Eğitim Başkanı Hüseyin Çelik, Başbakan’a yönelttikleri konuşmalarda Türkiye’deki bir zihniyet çarpıklığından söz ettiler.
Bazı devlet kurumlarını vakıf üniversitesi-devlet üniversitesi ayrımcılığı yaptıkları için Başbakan’a şikayet ettiler. Hatta Enver Yücel, ‘Türkiye’de üniversite sisteminin gelişmesinin önünde para ve insan sorunu yok! Bu çarpık zihniyet sorunu var’ dedi.
Tayyip Erdoğan da kürsüye çıkınca daha da ileri gitti ve şu soruyu sordu: ‘Türkiye’de vakıf üniversitesi var. Devlet üniversitesi var. Niye özel üniversite yok?’
Sonra da yanıt verdi: ‘Çünkü bazılarının kafaları almıyor!’
Gördüğünüz gibi Başbakan dünyanın gelişmiş ülkelerindeki eğitimcilerle aynı kafada. Ve onun bazı durumlardaki ‘liberal ve küresel düşünme düzeyi’ beni gerçekten şaşırtıyor.
Türkiye’de ciddi eğitim sorunu var. İki milyon öğrenci her yıl üniversite kapısında. ÖSS’ye girenlerin yaklaşık yüzde 10’u dört yıllık üniversiteye girebiliyor. Toplam öğrencilerin sadece yüzde 6’sı vakıf üniversitelerinde. Ve hálá parası olanın, eğitime yatırım yapma isteğinde olanın ve de yapanın önü çeşitli bahanelerle tıkanıyor. Devlet kurumları sadece devletin eğitim kurumlarını adamdan sayıp, özel kurumları ‘sizi gidi çıkarcı kapitalistler’ deyip hor görülüyor.
Sonuçta Türkiye’de Elif kızlar hálá kafalarında ‘Acaba vakıf üniversiteleri iyi mi?’ kuşkusu ile dolaşıyor. Niye? Çünkü Başbakan’ın dediği gibi bazılarının kafaları sadece alaturka liberalizme çalışıyor. Devleti kutsuyor. Özel sektörü ve kárı lanetliyor..
Anlayacağınız Başbakan ‘liberal zihniyet’ konusunda çoğumuzdan ileride. Amaa... Konuşmak başka uygulamak başka...
Türklüğe aykırı şeyler
TÜRKİYE’de sektör dernekleri, hatta aynı dernek içindeki firmalar biraraya gelip kolay kolay ortak reklam kampanyası yapamazlar. Çünkü birbirlerine güvenmezler. Ya yapılan iş içlerinden birine daha fazla yararsa! Kıskançlıktan ölürler. Anlayacağınız ortak sektör hareketi Türklüğe aykırı bir şey.
Ama nasıl olduysa oldu... İstanbul Deri ve Deri Mamulleri İhracatçılar Birliği, Türkiye Deri Vakfı, Türkiye Deri Sanayicileri Derneği, Çorlu Deri Sanayicileri Derneği, İstanbul Organize Deri Sanayi Bölgesi, İzmir Serbest Bölge, Desbaş ve Yan Sanayicileri Derneği bir araya gelip Türkiye’yi bir deri ülkesi olarak konumlandırmak üzere Deri Tanıtım Grubu kurdular. Başkanlığına da Derimod’un yaratıcısı Ümit Zaim’i getirdiler.
Önce Türkiye’ye gelen turistlere yönelik olarak Türkiye’yi deri ile özdeşleştirmeye çalışan bir billboard kampanyası yapıldı. Antalya ve İstanbul’daki havaalanları ‘İsviçre’nin çikolatası. Türkiye’nin derisi’, ’İsviçre’nin saati. Türkiye’nin derisi’, ’Küba’nın purosu. Türkiye’nin derisi’ başlıklı reklamlarla billboardlar donatıldı..
İç pazara yönelik ikinci aşama başlamak üzere... Nihat Odabaşı’ın çektiği fotoğraflarla ünlüler Türkiye’ye derinin değerini ‘ilginç’ bir şekilde anlatacak. Son aşamada ise yurtdışında Türk derisinin tanıtımına geçilecek. Her yıl bir ülkede Türk derisi üzerine kampanya yapılacak..
İlk bakışta takdir edilecek bir çaba gibi görünüyor. Ancak ‘her yıl bir ülkede tanıtım’ ideali biraz uçuk. Bu demektir ki 72 yıl sonra tüm dünya Türk derisini öğrenecek. 72 yıla kim öle kim kala...
Deri Tanıtım Grubu başarılı olmak istiyorsa mutlaka bu işe daha fazla kaynak ayırmak zorunda ve ayırtmak zorunda. Nasıl? Devleti de arkaya alacak halkla ilişkiler projeleriyle tanıtım fonları Deri Tanıtımı’na yönlendirilebilir. O fonlar sadece Türkiye’yi tanıtmak için mi harcanıyor? Artık Türkiye’nin turistik ürün olarak pazarlanmasının yanında başka yönleriyle de tanıtılmasının zamanı gelmedi mi?
Tebrikler Ahmet Altan
TÜRKİYE kitap pazarlaması konusunda büyük aşamalar katetti. Kitap da edebi bir ürün ve pazarlamaya gereksinimi var. Hem rakip ürünler (sinema, televizyon, dergi, gazete, bilgisayar) karşısında pazarlama araçlarıyla savaş vermeyip hem de kimse okumuyor demenin bir anlamı yok. Bu konuda Ahmet Altan’ı ve yayınevi Alkım’ı kutlamak istiyorum. Daha önce kitap pazarlama konusunda birçok tabuyu yıkmışlardı. Şimdi de ilk kez bir kitap için (En Uzun Gece) böylesine bir bina giydirmesi yaparak başka bir tabuyu yıktılar. Savaşmaktan kastettiğim bu işte...
Tebrikler Ahmet Altan.
Bize uygulama lazım
’ALATURKA Liberalizm’ başlıklı yazımda THY’nin özel havayolları karşısında korunduğunu yazmıştım. Hálá İstanbul-Ankara hattı özel havayollarına açılmış değil. THY tek olmanın avantajı ile ‘business’ bileti gidiş dönüş yaklaşık 520 milyona satıyor. Bu hat rekabete açılsa bilet fiyatlarının yüzde 22 ucuzlayacağı pazarlama literatüründen belli. Niye Başbakan bu kadar liberal kafalı da THY’ye göz yumuyor. Demek ki bize konuşmak değil uygulama lazım.
Bu arada Başbakan’ımızın, her konuyu Müslümanlığa bağlamak gibi bir sorunu var. ‘Yüzde 99’u müslüman ülkede böyle televizyon programları olmaz, RTÜK assın kessin’ görüşü karşısında ‘pes’ demek istiyorum. Televizyon yöneticileri ‘hangi programı yapayım hangisini yapmayayım’ diye düşünürken referansları Müslümanlık olacaksa biz hangi laiklikten söz ediyoruz?
İtalyan ayakkabıcılar Çin’e karşı
ÇİN malları, iğneden ipliğe, neredeyse her ülkede her sektöre kök söktürüyor. Bundan on yıl önce İtalyan ayakkabı üreticilerinin biraraya gelip Çin malı ayakkabılara karşı reklam kampanyası yapacağına kim inanırdı!
Evet, yanlış okumadınız İtalyan Ayakkabı Üreticileri Derneği kendi vatandaşlarına yönelik ‘Yerli malı İtalyan malı, herkes onu kullanmalı’ kampanyası başlattı. ‘Yüreğinizle seçin! İtalyan malı alın. Çok daha seveceksiniz, çok kullanışlı’ diyen afişler şu anda İtalya’daki raketleri billboardları süslüyor.
Bu çabaya şaşırmamak lazım. Ülke İtalya, konu ayakkabı da olsa herkes yaşamak için savaşmak zorunda. Saygı duymak gerek. Hiçbir ülke, hiçbir sektör Çin ürünlerinin istilasına karşı eli kolu bağlı durmamalı elinde ne barut varsa doğru hedefe atmalı. Aynı Türkiye’de de Deri Tanıtım Grubu’nun yaptığı gibi.
Bu hangi Saray
SARAY Halı’nın yeni televizyon reklamlarında ‘binbir surat’ Mehmet Ali Erbil oynuyor. Şarkıcı ve kameraman hariç ‘herkes’ rolünde. Mehmet Ali Erbil, bilinen Saray şarkısını söylüyor, bir süre sonra izleyenlerin de Mehmet Ali Erbil olduğunu anlıyoruz. Sonra ‘taksit ’ duyurusu...
Çok kötü... Çok... Reklam böyle bir şey olmamalı... Mehmet Ali Erbil ‘şizofrenik’ marka kimliğiyle ‘dikkat’ çekmekten başka Saray Halı’ya ne sağlayabilir ki. Dikkat çekmek de kısa süreli bir satış artışı sağladı diyelim. Ya sonra?
Saray Halı, Türkiye’nin en eski, en köklü markalarından biri. Merinos’un İbrahim Tatlıses saldırısına Padişah Halı’nın İzzet Yıldızhan’la yanıt vermesi normal. Saray’ın yapması gereken ise ‘ikinci marka’ yaratıp o markayla daha ucuz bölgelerde savaşmak olmalıydı... Böylece Saray’ın varolan değerleri korunabilirdi. Şimdi... Saray’da da şizofreni başladı...
Çekirgelik
Eğitimli insanlara önderlik etmek kolaydır ama motive etmek zordur, idare etmek kolaydır ama köleleştirmek zordur.
(Bruogham)
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2005
Cinderella Man beklediğimden çok daha iyi bir film çıktı. Diğer adaylar belli değil ama şimdiden en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu, en iyi yardımcı kadın oyuncu, en iyi kurgu ve en iyi kostüm dallarında Oscar’a aday olacağını, hatta bazı dalları da kazanabileceğini söyleyebilirim. Cinderella Man ilginç bir gerçeklik duygusu yaratıyor insanda. Bu haliyle de başka bir boks öyküsü Million Dolar Baby’den ayrılıyor. Film boyunca birçok duyguyu aynı anda yaşıyorsunuz. Üzülüyor, acıyor, seviniyor, geriliyor, geriliyor, geriliyorsunuz.
Jim Braddock (Russel Crowe), 1920’lerin sonlarında, ABD’de süren ekonomik bunalım esnasında hiç ‘nakavt’ olmamış bir boksör.
Karısı Mae (Renee Zellweger) en büyük yardımcısı ama aldığı yumrukların onun vücuduna verdiği zararı görmemek için de asla maçlarına gitmeyen bir ruh durumunda.
Bir gün Braddock’un eli kırılıyor ve zor günler başlıyor. Braddock iş bulamıyor. Geçici olarak limanlarda çalışıyor. Üç çocuğuyla küçük bir evde zor günler geçiriyor. Ron Howard bu sahnelerde bunalımın etkilerini az da olsa hissettiriyor ama bu sahnelerde asla dövüş sahnelerinde olduğu kadar başarılı değil. Bu sahneler biraz bölük pörçük.
Braddock bir süre sonra yeniden ringlere dönüyor. Bir dizi maçtan sonra da ağır sıklet boks şampiyonluğu için Max Baer’le (Craig Bierko) unvan maçına çıkmaya hak kazanıyor. Max Baer öyle böyle bir boksör değil, güçlü, boğa gibi... Daha önce resmen iki leşi var.
Amerikan kamuoyu unvan maçına kilitleniyor. Ekonomik bunalımla ezilen halk kısa sürede bunalımın kötü yönleriyle Baer’in şeytanlığını birleştiriyor ve Braddock işçi kesiminin ‘kahramanı’ olup çıkıyor.
Braddock ekonomik bunalıma karşı ahlaki standartlarından taviz vermeyen haliyle kahramanlığını pekiştiriyor ve.... Sonuç? Bilemem. Gidip izlemeniz gerek.
Filmin büyük bir bölümünü kapsayan son maçın havasını yaşamak için bu filmi mutlaka görmelisiniz. Kendimi ringdeki hakem gibi hissetttim. Ron Howard’ın başarısı burada. Kaçırmayın.
Cibali’deki yeni keşfim
Galata Köprüsü üstündeki Tasarım Fuarı’nda ‘Tasarım ve Pazarlama’ üzerine konuştuktan sonra Sirkeci yönünde ilerken solda Cibali yakınlarında bir balık lokantası keşfettim. Cibalikapı Balıkçısı. Küçük bir Rum meyhanesi atmosferi. Müzikler Rumca. Yeşillikler Ege yeşillikleri. Deniz börülcesi, radika süper. Közlenmiş kırmızı biber, fava harika. Ege yeşilliklerinden mükemmel salata tadına doyulmaz. Asma yaprağında sardalya başka yerde yok! Arkadaş sohbetleri için Cibalikapı Balıkçısı bulunmaz bir atmosfer. Toplanın bu hafta sonu dört beş arkadaş, doğru Cibali’ye balığın, rakının, Ege otlarının ve de sohbetin keyfine varın. Ne varsa arkadaşlıkta, dostlukta var. Arkadaşlığın, dostluğun tek ilacı da keyifli sohbet. Keyifli sohbet ortamları yaratmak da durup dururken olmuyor. Birinin dürtmesi lazım. Hadii... Ne duruyorsunuz. (cibalikapibalikcisi.com)
Bekar ideal erkek
Çisil’le kitapçı kitapçı gezerken Christine Kerdellant’ın bir kitabını gösterdi: Seviştikten On Dakika Sonra. ‘Okudum çok güzel’ dedi. Eve döner dönmez kütüphane raflarında, kitabı bulup yumuldum. Türkiye’de ilk baskısı 2004’te yapılmış. Kitap bir sardı, bir daha da bırakamadım. Kerdellant, haftalık kadın dergisi Eva’da çalışan 33 yaşındaki Marianne üzerinden 30-40 yaş arası kadınların Bekar İdeal Erkek arama sevdasını o kadar güzel biçimlendirmiş ki, anlatılacak gibi değil. Okunması gerek.
Birçok kadın gibi ruh eşini arayan bir seyahatte karşısına polis çıkıyor, çocukluk arkadaşı çıkıyor, patronu çıkıyor... İlişkiler yaşıyor. Kitap bu ilişki örgüsü içinde bir yandan kadın dergilerinin ağdalı, selülitli dünyasında yolculuk yapıyor, bir yandan da Marianne’nin ‘Bekar İdeal Arama’ seyahati içerisinde kadın ve erkeğin dünyalarına nefis esprili bir bakış atıyorsunuz.
Marianne’in kadın erkek ilişkisi üzerine yorumları kaçırılacak cinsten değil. Bir gece kilübünde tanıştığı polisle aynı gece yatağı paylaşıyor, polis sevişme sonrası soğuma sendromu içinde hemen ortalıktan toz oluyor. Marianne’in bu konudaki yorumu şöyle:
‘Ah, erkeklerin seviştikten hemen sonra tüymeleri... Uzun zaman önce kendimce bir mantık geliştirdim. Hatta bir tipoloji. Öncelikle, bir kez kendilerine geldikten sonra sadece kendilerini neyin beklediğini düşündükleri için kaçanlar var (eve girdiklerinde kopacak olay, hálá ayakta olan ve endişelenmiş eş), sonra tenha ve geniş yataklarının dışında bir gece geçiremeyecek kadar egoist olanlar, en sonunda da yaptığı hareketten şimdiden pişman olmuş olanlar. Eğer bunu bir hareket olarak adlandırabilirsek tabii ki.’
Eğer okumadıysanız bu hafta sonu Seviştikten On Dakika Sonra’yı şiddetle öneriyorum. Kadın ya da erkek fark etmez herkese. Eğer seviştikten ilk on dakika sonra eşinize büyük bir sevgiyle sarılı halde kalabiliyorsanız bu kitap size göre değil, onu da bilin. (Everest Yayınları)
CUMA İTİRAFI
die katze; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 21; İl: İstanbul
Üniversitede okuyorum. Hafta sonları marketlerde stand hostesliği yapıyorum. 1) Size ikram ettiğimiz yiyecek ve içecekler tadımlık. Karnınızı doyurun diye değil. Ya da ‘beğenirseniz bir tane daha isteyin’ diye değil, ‘beğenirseniz alın’ diye. 2) Aldığınız ürün karşılığı hediye veriyorsak ikişer üçer istemeyin. Rapor tutuyoruz, bizi uyuz etmeyin. 3) Tanıttığımız ürünü ayıp olmasın diye alıp, diğer reyonlara bırakmayın. 4) Çocuklarınıza paylaşmayı ve Türkçe’yi doğru konuşmayı öğretin. 5) Bize sulanmayın, laf atmayın, oğlunuza istemeyin.
Yorum: Ersan Özer iyi ki bu itiraf.com’u yarattı. Yarattı da Türk kültürünün güncel yönlerini çok yakından izleyebiliyoruz. Biliyorsunuz sevgili Ersan acayip zeki öğrencilerimden biriydi. Sürekli en arka sıralarda oturur ve ders boyunca sürekli itiraf modunda konuşurdu. Ah eski öğrenciler ah! Ne güzeldi o günler... Her neyse... Görüyor musunuz Türk annelerinin halini! Semra’nımlar nereden çıkıyor diye boşuna düşünmeyin. Ya da Atalar niye ölüyor diye. Stand stand dolaşıp oğluna kız arayan anneler olduğu sürece çok Semra’nım çıkar bu televizyonlardan. Ya da... Promosyoncu kızlara sulanan sapıkları yorumlayamıyorum bile. Bu magandalar ellenmedik kız bırakmayıp daha sonra kız kardeşine yan bakıldı diye adam öldürürler! Çok zor şey şu Türkiye’de kadın olmak. Gerçekten...
CUMA TAKINTISI
Mangalda pastırmalı kurufasulye... Gözlerinize inanamadınız değil mi? Hem kurufasulye, hem pastırmalı, hem de mangalda. Balat taraflarında görünce ben de inanamadım. Lokantanın ismi Çanak. Küçük iki katlı bir yer. Ama ne fasulye... Ama ne fasulye. Bu hafta sonu mutlaka denemelisiniz. Yanında pilav ve ayran önerim. Ve sonunda irmik helvası. Kilo almak istemiyoruuuummm. Ama bu Türk mutfağının güzellikleri beni öldüreceeeekkk. mangaldakurufasulye.com’a girin, nerede bu kurufasulye cenneti görün.
CUMA ALINTISI
‘Birlikte yaşamak için yaratılmamışız. Sevmek her zaman yeterli olmuyor.’ (Joe Dassin’den)
Yazının Devamını Oku 22 Eylül 2005
Tavukta hormon krizi ortaya çıkınca tavuk üreticileri bir araya gelip <B>Sağlıklı Tavuk Bilgi Platformu </B>diye bir platform kurmuşlar. Temmuz 2005 yılında da Erman Toroğlu’nun tavuk tüketimine verdiği hasarı saptamak üzere, ünlü Remark araştırma şirketine bir araştırma yaptırmışlar.
‘Tüketici ve Fikir Liderleri Perspektifinden Sağlıklı Tavuk Algısı’ isimli bu araştırma elime geçti, merakla okudum.
Çok ilginç sonuçlar var ama bir sonuç karşısında şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Bu da çok normal..
Neredeyse medya etkileri ile ilgili bilmediğim araştırma yoktur, böyle bir sonuç ne gördüm ne duydum. Bu sonucu uluslararası bir kongrede sunsam kesinlikle literatüre girer..
Neymiş bu sonuç diye merak ediyorsunuz değil mi? Şimdi sıkı durun..
Erman Toroğlu’nun açıklamalarından en fazla etkilenen yine medyanın kendisi..
800 tüketicinin sadece yüzde 18’i, hormon iddialarını duyduktan sonra daha az tavuk tükettiğini söylerken, aynı oran medya mensupları arasında yüzde 40.. Akademisyenlerde yüzde 18, bürokratlar arasında yüzde 18 ve Sivil Toplum Örgütü üyelerinde yüzde 26..
Anlayacağınız medya mensupları haber yapıyor, sonra kendileri halktan daha fazla yaptıkları haberlerden etkileniyor!
Neden acaba? Mesleki deformasyonun bir sonucu olabilir mi?
Ya da medya mensupları karşılaştıkları olaylar nedeniyle Türkiye’deki kurumlara daha az güveniyorlar..
Ya da medya Mars’tan, halk Venüs’ten..
Her şey olabilir, ama sonuç ortada.. Erman Toroğlu’nu en fazla takan yine medyanın kendisi..
Bu arada bir sonuca daha değinmeden geçemeyeceğim. Tavukta hormon iddalarının en fazla duyulduğu haber program ise yüzde 34’le Arena..
Sonra Kanal D Haber geliyor yüzde 16, peşinden de ATV haber yüzde 9. Uğur Dündar’ı ve Arena ekibini başarıları için kutlamak lazım..
Gruplar
Daha az tavuk tüketenlerin oranı
Görülen kişi sayısı
Tüketici yüzde 18 800
Medya mensubu yüzde 40 53
Sivil toplum yüzde 26 39
Bürokrat yüzde 18 51
Sektör çalışanı yüzde 0 98
Ne biliyorsanız açıklayın
Kaya Çilingiroğlu, Hülya Avşar ve Feraye Tanyolaç üçgeninde sanatıyla, oyunculuğuyla kamuoyunun ilgisini ve sevgisini hak eden kim? Hülya Avşar..
Kaya Çilingiroğlu kim? Çilingiroğlu soyadından bir tanışıklığımız var..
Ne iş yapar? Bilmiyoruz..
Hülya Avşar’la evlenmekten başka kamuoyunun ilgisini ve sevgisini hak edecek bir uğraşı var mı? Yok.
Feraye Hanım kim? Bilmiyoruz.
Tek sıfatı Hülya Avşar’ın eski kocasının sevgilisi.. Boşanmaya neden olan kadın..
Hülya Avşar ortadan çekildiğine göre, Feraye ve Kaya kamuoyunu niye ilgilendiriyor? İlgilendirmiyor.
Öyleyse medya Feraye ile Kaya’yla niye ilgileniyor? Bizim bilmediğimiz, medyanın bildiği bir şey mi var?
Varsa açıklasalar da Kaya Bey ve Feraye hanımla niye ilgileneceğimizi biz de anlasak..
Garipsedim..
Nurgül Yeşilçay’ı ‘dokunaklı rollerden’ sonra durum komedisinde oldukça garipsedim.. Sanki oyunculuğu sırıtıyor gibi geldi.. Ama karar vermek için de çok erken.. Biraz daha süre geçsin bakalım..
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2005
Beşiktaş-Fenerbahçe maçını numaralı tribünde izledim. Öncelikle söyleyeyim, Beşiktaş taraflarının çoşkusuna hayran oldum.Fener ve Galatasaray taraftarları İnönü’ye gelsinler de, takım nasıl ateşlenir, görsünler! Beşiktaş o kadar kötü top oynadı ki, Kapalı’daki ‘Kartal Gol Gol’ fırtınası olmasaydı, Beşiktaş attığı golü de göremezdi. İnanın bir ara ‘Kartal Gol Gol’ fırtınası karşısında kalbim o kadar hızlı attı ki, az daha yerinden fırlayacak sandım..Maç başlar başlamaz, deniz tarafındaki Truva Atı’nın içinden çıkan bir grup Fenerli karşısında, Beşiktaş tribünlerinin gösterdiği tepki ilginçti: Vali istifa, vali istifa!‘Vali istifa, vali istifa’ çağrıları karşısında, aldıkları emirle fenerli taraftarları copla dağıtıp, kale arkasından süren polisler de ilginçti.. Daha sonra Fenerli taraftarlara televizyondan ‘Yaptırtmam, ettirtmem’ diye bağıran İstanbul valisi de..Olacak iş değil.. Koca İstanbul’un valisi soğukkanlılığını kaybedip, televizyon kameralarının önünde bas bas bağırıyor.. Niye ‘Vali istifa, vali istifa’ çağrılarına yanıt verirmiş gibi.. Yok mu İstanbul Valiliği’nin bir danışmanı? Anlatmazlar mı lider iletişimi diye bir şeyin olduğunu? Valilerin de birer lider olduğunu ve öyle zırt pırt her olaya kendilerinin yanıt vermemeleri gerektiğini.. Ne olur sonra valilerin durumu? Önüne gelen ‘vali istifa’ diye bağırırsa, her gece İstanbul valisi televizyon kameralarının karşısına mı geçecek? Oysa sinsi Fenerliler dağıtıldı, polis duruma hakim oldu. Bu da polisin başarısı. Bu başarıyla övünmek dururken, atağa kalkıp saldırmak niye? Çok yanlış çok..Bir yanlış daha var ki o da küfür.. Beşiktaş taraftarları o kadar ateşle takımlarını destekliyorlar ki, küfür, kötü söz onlara yakışmıyor..Polise de küfüre göz yummak yakışmıyor. Biri çıkıp genç polislere küfürün suç olduğunu öğretmeli. Maç boyunca numaralı tribünün kenarından, bizim olduğumuz tarafa doğru sarhoşun biri saatlerce küfretti. Hemen sarhoşun önünde oturan onlarca polis ise sadece gülerek seyretti.. Küfredene, sonunda diğer taraftarlar müdahale etti. Ve az daha kavga çıkıyordu..Şimdi sorarım İstanbul’un polis şeflerine.. Niye saatlerce küfreden adama, önünde duran polisler müdahale etmiyor? Niye sarhoş olduğu her halinden belli olan taraftarı kolundan tutup, stadın dışına çıkarmıyor? Niye polisler sadece gülmekle yetiniyor..Ne olur genç polisleri biraz eğitin.. Onlara biraz kitle psikolojisi öğretin.. Kavga nasıl başlar, küfür nasıl kavgayı ateşler.. Anaya, bacıya, sülaleye giden sözler bazıları için nasıl tahrik unsuru olur.. Lütfen öğretin.. Öğretin ki gereksiz gerilimler büyük kavgalara gebe olmasın.Öğretin ki futbolu ağız tadıyla izleyelim. Garipsedim..Serdar Ortaç, Pınar Yılmazerler’e çok sıkıldığı için üniversiteyi bile bitiremediğini söylemiş. Sıkıldığı için dizi çekmiyormuş, sıkıldığı için müsamereyi terk etmiş, sıkıldığı için sinemaya gitmiyormuş.. Peki.. Bu kadar çok sıkılan biri, bu kadar çok ‘monoton’ şarkı yazmayı nasıl beceriyor? Bir Serdar Ortaç şarkısını bir iki dinleyince, benim de canım sıkılıyor.. Garipsedim.. Baydı..Futbol programları şahtı şahbaz oldu, altı haftada baydı. Nerede kekeme ve geveze futbol adamı varsa, televizyonda. Ne, dedikleri anlaşılıyor, ne de yorumları ipe sapa geliyor. Futbol geyikçileri bütün hızlarıyla baymaya devam ediyor.. Umarım sezon sonuna kadar dayanırlar. Ne desem..Bir okurum mesaj atmış. ‘Abi meşhur olmak istiyorum aklıma bir şey geldi’ diyor. ‘Gamze Özçelik’e tecavüz eden de, kaseti çeken de benim’ desem, işe yarar mı?’ Ben yanıt veremedim. Sizce ne desem? Kutlarım..Ragıp Duran, Mehmet Çalışkan’a röportaj vermiş. Söyledikleri bugüne kadar Devlet Tiyatroları’ndaki sorunlarla ilgili en sağduyulu sözler.. Diyor ki: ‘Bankamatik sanatçıları, yönetimin hatası.’ Yani diyor ki, ‘Yöneticiler adam olsun da, bankamatik sanatçısı yaratmasın.’ Bir sorunun nedeni, bundan daha iyi nasıl ortaya konabilir?
button
Yazının Devamını Oku