Ahmet Hakan

İçeriden bir mektup

27 Ocak 2005
<B>NE </B>zaman Avrupa’daki dindar Türklerden para toplanarak kurulan holdingler meselesi gündeme gelse, cepheleşme dönemlerinden kalan alışkanlıkla hiçbir ayrım yapılmadan bütün holdingler ‘yeşil sermaye’ olarak nitelendiriliyor ve vuruluyordu. İşte bu tutum, holdinglerin ‘doğal müşterileri’ni etkiliyor ve ‘içeriden’ bir hesaplaşma bir türlü gerçekleşmiyor, ‘kötü niyetliler’ maalesef ayıklanamıyordu.

Ama şimdi madem ‘cepheleşme dönemi’ sona erdi, o zaman ‘içeriden’ eleştirilere kulak vermenin sırası geldi.

***

Aşağıdaki mektup, kendisini ‘dindar’ olarak nitelendiren bir okurumdan geldi.

Bu mektup, hem olup biteni özetlemesi, hem de cesur bir hesaplaşma içermesi açısından önemli.

Bugün ‘adı bende saklı’ okurumdan gelen bu mektubu sizlerle paylaşıyorum:

***

Merhaba Ahmet Bey,

Dünkü yazınızı okudum ve çok beğendim. Ayrıca Almanya’da yaşayan on binlerce dindar insanın hislerine tercüman olduğunuz için sizi tebrik ediyorum. Bunun yanında yüksek tirajlı ulusal bir gazetede bu meseleyi dile getirdiğiniz için arasından çıktığınız ve yetiştiğiniz mütedeyyin insanlara karşı bir nevi vicdani borç ödeyerek büyük bir mesuliyeti yerine getirerek büyük sevaplar kazandınız.

Ben Almanya’da işçi bir babanın çocuğu olarak doğdum ve tahsil hayatımı üniversiteye kadar tamamen Türkiye’de tamamladım. Bu arada yaz tatillerini Almanya’da ailemin yanında geçiriyordum. Üniversiteden mezun olunca da üç sene Frankfurt’ta çalıştım. Muhafazakar bir ailede yetişmemiz hasebiyle bu holdinglerin yurtdışındaki bütün maceralarına en başından sonuna kadar şahit oldum.

O zaman holdingciler insanlardan değişik vaatlerle camilerde, cemaat evlerinde paralar toplamaya başladılar. Tabii bu arada hep beraber cemaatle namaz kılmalar, zikir çekmeler, yatsı namazından sabah namazına kadar ideolojik sohbetler gırla gidiyor. Ben seneler ilerledikçe bunun pespaye bir riya haline geldiğini gözlerimle gördüm. Hatta bu riya öyle ileri gitmişti ki, bir gün yine Frankfurt’ta bir Türk camiinin kahvesinde otururken takkeli, şalvarlı bir cemaat önderi geldi. Şu anda adını unuttuğum bir holdinge para toplamak için gelmişti. Bir ara konu yine zikre falan gelince adam, ‘Arkadaşlar keşke ben buraya arabayla geleceğime evde kalsaydım da en azından 4 saat zikir çekip Allah’ı hatırlardım’ gibi bir laf edince millet paraları söküldü.

Tabii bu arada paralar toplandıkça Almanya’da holdingler süpermarketler ve bunun gibi işyerleri de açmaya başladılar. Bunların çoğu rasyonel işletme mantığından yoksun, modern ticari usullere göre işletilmeyen yatırımlardı. Bizler bunu o zamanki iyi niyetimizle ya da saflığımızla ‘Yeni bir başlangıçtır, ileride biz de büyüyeceğiz ve diğerleri gibi olacağız’ diye meşrulaştırıp kendimizi avutuyorduk. Şu anda bu işletmelerin hepsi batmış durumda!

Bu arada bu sermaye birikimi kısa süreli de olsa kendi burjuvamızı oluşturdu. Ama ne burjuva! Tam bir köylü, görmemiş ve kibir abidesi insanlar topluluğu. (Ben yine burada iyi niyetli ve samimi insanları istisna tutuyorum. Adamlar öyle bir lüks içinde yaşıyor ki dubleks müstakil evler, manda kasa Mercedes’ler, acayip kitsch makam odaları falan filan. Sonra da bütün görmemişliğiyle parayı topladığı adamlara tepeden bakmalar... Yani adamları dışardan görenler Microsoft, HP ya da DaimlerChrysler’in CEO’ su sanır.

Bizim önde gelen dindarlarımızın çok sevdiği bir argümanı var. Bir şeyi başaramayıp sıkışınca hemen ardından CIA yaptı, masonlar yaptı diye bahane üretmeleri ve insanları bunlara inandırmaya çalışmaları. Ben artık bundan sıkıldım. Benim sizden önde gelen bir münevver olarak bir ricam da bu yaklaşımın kınanmasıdır.

Ben size tekrar teşekkür ediyor, iyi çalışmalar diliyorum.’

F.P. (İnsan Kaynakları Uzmanı)
Yazının Devamını Oku

Ah Haşim Bey, ah!

26 Ocak 2005
<B>DİKKAT!</B> Dikkat!<br><br><B>Yurtdışındaki dindar Türklerin hem faizden kaçmak, hem de Anadolu sermayesine destek çıkmak amacıyla Kombassan Holding’e yatırdıkları paralardan 15 trilyon, CIA ajanı bir kadın tarafından götürülmüş! Lütfen, başa dönün ve cümleyi yeniden okuyun!

Verilen bilgiyi sindirerek.

***

Yok, hayır!

Sandığınız gibi değil.

‘Müthiş gazetecilik’ filan yapmıyorum.

Yaptığım sadece Kombassan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Haşim Bayram’ın, Aksiyon Dergisi’ne yaptığı açıklamayı aynen aktarmaktan ibaret.

Haşim Bayram, Amerika’da kurdukları şirketin başına getirdikleri kadının, şirketin 15 trilyonunu iç ettiğini söylüyor ve ardından da ekliyor: ‘Araştırdık, bu kadın CIA ajanıymış!’

Yani demek istiyor ki, ‘Biz rasyonel çalıştık, hata filan yapmadık; ama Kombassan Holding eliyle Türkiye’yi kalkındırma çabamızın sonuç verdiğini gören dış güçler, CIA ajanı bir kadını içimize soktu ve kadın 15 trilyonumuzu çarptı’.

Ah dış güçler ah! Ah CIA ah!

Ve tabi ah Haşim Bey ah!

***

Kendisini ‘memleketin kalkınması’na adamış Haşim Bayram Bey’in aklından ‘Yahu bizim şirkete sızmak ne de kolaymış’ diye geçmiş midir acaba?

Çünkü karşımızda ‘gizli servisler tarihi’ne geçecek nitelikte kolay ve risksiz bir operasyon var!

Herhalde CIA bile şaşıp kalmıştır bu işe.

Düşünsenize:

Ajanımız, öyle ‘muhasebe servisi’ aşamasına filan takılmadan direkt ‘genel müdür’ olarak işe başlayabiliyor.

Özel olarak görevlendirilen ‘eleman’, bir süre sonra ‘holding’in 15 trilyonunu iç edip kayıplara karışıyor!

Kadın casus, herhalde CIA’nın kurumsal olarak başarılı casuslarına verdiği ‘Mata Hari özel ödülü’nü filan kapmıştır.

İç edilen 15 trilyon ise CIA’nın ‘Kafkaslar operasyonu’nda ya da ‘Salsavador harekátı’nda kullanılmıştır. (Irak demeye dilim varmıyor).

Böylece ‘Paramız faize gitmesin, Kombassan’a yatıralım, hem yüksek kár payını kaparız, hem de Allah’ın rızasını kazanırız’ diye düşünen Avrupa’daki ‘gurbetçi’ Türkler, dolaylı yoldan da olsa, o operasyonlara parasal destek çıkmış oluyorlar!

Ne diyelim?

Hayırlısı olsun!

***

Kim bilir, belki de Haşim Bayram, son günlerde moda olduğu üzere, işin içine CIA filan karıştırarak sorumluluğu ‘antipatik’ bir kuruma yükleme hevesine girmiştir.

Çünkü ‘Sorumlu CIA’ denilince bu topraklarda nasıl bir etkinin ortaya çıkacağını Deniz Baykal bilir de, Haşim Bayram bilmez mi?

***

Aslında sorumlu ister CIA olsun, ister Haşim Bey’in yanlış istihdam politikası, meselenin özü değişmez!

Çünkü faizden kaçan dindarların paralarının ‘CIA ajanı bir kadın’ tarafından iç edilmesiyle, başka türlü götürülmesi arasında hiçbir fark yok.

Önemli olan ‘emin eller’ olduğu düşünülen birilerine, biraz ‘dava şuuru’, biraz da ‘yüksek kár payı’ beklentisiyle emanet edilen paranın başına gelendir.

O dişten, tırnaktan artırılan paranın...

Yoksa, ‘Faizden kaçtım, CIA’ya tutuldum’ tarzında gazetecilik açısından şık ve kışkırtıcı cümleler kurmak, olayı bir espriye kurban etmekten öte bir anlam taşımaz!

Ama böyle yapmamalıyız.

Çünkü olay espriye kurban edilemeyecek kadar ciddidir.
Yazının Devamını Oku

Aykırı yaklaşım

24 Ocak 2005
<B>EN </B>sonda söylenmesi gerekeni en başta söyleyelim:<br><br>Amerika’nın İran’ı vurma ihtimali hayli düşüktür.<br><br>Çünkü... İran, ne aşiret tutuculuğuna ve düzenine dini bir kılıf uydurarak ortaçağ düzenini yaşayan Afganistan’dır.

Ne de zalim bir diktatörün elinde oyuncak olmuş yapay bir devlet olan Irak’tır.

***

Evet, ‘Artık devrimler bitti’ denilen iki kutuplu dünyada ‘Ne Doğu, ne Batı’ gibi o zamana kadar geçerliliği olmayan bir sloganla yeryüzünün son büyük halk devrimi, yani ‘son büyülü macerası’ İran’da yaşanmıştır, bunu kabul ediyorum.

Ve işin bu tarafına baktığımızda rahatlıkla ‘Karşımızda naif, çocuksu bir ülke var’ diyebiliriz, buna da itirazım olmaz.

Ama unutmayalım ki:

İran’ın çocuksuluğu ve naifliği çok kısa sürmüş, yetişkinlik dönemi erken başlamıştır.

Dünyaya kafa tutmalar, İran’dan yayılan devrim ateşinin tüm İslam dünyasını tutuşturacağı beklentisi, Rehber’e biat çağrıları!

Bütün bunlar sona ermiş, taşlar yerine oturmuştur.

Yani bu maceranın sonu şudur:

İran artık o bildiğimiz ve tanıdığımız ulus devletlerden biridir.

Karşımızda tüm kurumlarıyla oturmuş bir milli devlet var yani.

O çocuksu ‘dünyayı değiştirme iddiası’, artık yerini ‘kurulu düzenin değişmemesi’ reflekslerine bırakmıştır.

Dünyayı değiştirecek olan İran, şimdi kendini değiştirmemek için çırpınmaktadır.

Değişim isteyenlerin, dünyayla bütünleşme arzusu taşıyanların, şeffaflık talep edenlerin ‘hain’ ilan edildiği, fevkalade tanıdık bir yapı!

Bush yönetimi, ne kadar çılgın olursa olsun, bu ‘milli’ yapıyı hesaba katacaktır.

Irak’ta bile ‘beklenmeyen bir direniş’le karşılaşan Amerika, İran’a vurduğunda başına ne geleceğini, dünyayı nasıl bir çıkmaza sokacağını bilir.

Yani çılgınlık da bir yere kadardır!

***

Amerika’nın, fark edilmesi hiç de zor olmayan bu gerçekliğe karşın neden ‘dişini gösterdiği’ meselesi ise gerçekten bir muamma!

Vurmayacaksa neden ‘vuracağım’ desin?

Benim yanıtını bulamadığım bir soru bu.

İran’ın dini lideri Hamaney bu soruya, ‘Amerika dikkatleri Irak’ta yapılan seçimden başka taraflara çekmeye çalışıyor, yani gündem değiştiriyor’ cevabını vermiş ki benim için ‘tatmin edici’ değil bu cevap!

***

Ama bildiğim bir şey var:

Amerika’nın İran’a yönelik tehdidi, en fazla reformistleri köşeye sıkıştırmış durumda.

Süper gücün tehdidi altındaki ülkede reform taleplerinin, değişim isteklerinin tabii ki bir anlamı kalmamıştır.

İran’da bugün bütün siyasal görüşler, bizim için çok tanıdık şu cümleyle başlamaktadır: ‘Milletçe birlik içinde olmamız gereken şu günlerde...’

Taleplerini askıya alan muhalifler, kurulu düzenin yanında hizalanmak zorunda kalmıştır.

Ve ortaya müthiş bir çelişki çıkmıştır:

Molla düzenini yıkmak iddiasında olan Amerika, ‘vurma tehdidi’yle mollalara bir hayat öpücüğü bahşetmiştir.

Ne enteresan bir durum, değil mi?
Yazının Devamını Oku

Uzak durun!

23 Ocak 2005
<B>EY </B>Türk sinemasının başarı grafiğinin yükselmesini isteyenler!<br><br>Ey Türk sinemasının uluslararası alanda önemli bir yer edinmesini arzu edenler! Ey Türk sinemasına hizmet etmek isteyenler!

Lütfen, ‘Hırsız Var’ ve ‘Hababam Sınıfı Askerde’ adlı iki filmden de uzak durun!

Uzak durun ki, bundan sonra komedi filmi çektiklerini sananlar, ‘Ulan ne yapsak bu millet yiyor!’ havasına girmesin!

Uzak durun ki, acıklı güldürme çabaları bu kadar pervasız bir cesaret kazanmasın!

Sakın ‘Mehmet Ali’nin leopar desenli ‘g-string’ini görünce o kadar güldüm ki az kalsın koltuktan düşecektim’ şeklindeki yorumlara aldanmayın.

Bırakın ‘düşen’, ‘kalkan’ ya da ‘küfreden’ adamlara ya da kadınlara kahkahalarla gülmeye teşne, vasat salon komedilerinin hastaları koltuklarından düşsünler!

* * *

Aman, ‘Zaten kaç tane Türk filmi çekiliyor ki! Ne olursa olsun gidelim, Türk sinemasına destek verelim’ havasına girmeyin!

Siz böyle yaparsanız, akla ilk gelen saçmalıkların ‘sinema filmi’ adı altında beyazperdeye aktarılması faciası ilelebet sürecektir.

Sorumluluğa ortak olmayın!

Bu iki filme hak etmedikleri desteği vererek, yeni facialara kapı aralamayın!

İlgiyi kesin ki, ‘Biz nerede hata yaptık?’ sorusu sorulabilsin ve ucuz cesaret son bulsun!

Unutmayın! Eğer propagandanın etkisinde kalarak hak edilmemiş desteği vermeye devam ederseniz, yeni bir ‘Hababam Sınıfı’ ya da ‘Hırsız Var İki’ gibi faciaların gündeme gelmesi kaçınılmaz olacaktır.

Ve gelecek bayram tatilinizin de zehir olma ihtimali artacaktır!

* * *

Uyarıyorum: Söz konusu olan sadece ‘vasatı teşvik’ de değildir.

İşin içinde boşa giden para ve boşa giden zaman da vardır.

Hadi para ve zaman için ‘Giden gitmiştir!’ diyelim.

Peki maruz kaldığınız o feci ‘kantin esprileri’ karşısında yediğiniz tırnaklarınızın, bozulan sinirlerinizin ve midenize yayılan uğursuz ağrının hesabını kim verecek?

Düşünsenize:

‘Türk sinemasına destek vermek’ adına hem kabiliyet düşmanlıklarının daha da cüret kazanmasına neden oluyorsunuz, hem de sağlığınızı yitiriyorsunuz.

Olur mu böyle şey!

* * *

Hem siz ‘Hırsız Var’ için ‘Ay gittim! Acayip güzel bir film! Gamze Özçelik bir harika!’ diye vasata övgüde bulunursanız, bundan cesaret alan yapımcı, yönetmen gibi adamlar, bu sefer hem sesi daha az anlaşılır, hem de senaryosu daha karmaşık bir filmle karşınıza çıktığınızda ne diyebilirsiniz ki?

Bitmedi!

‘Hırsız Var’daki o gereksiz hareketlilik ve hiç durmayan kovalamaca için ‘Oh be! Nihayet bizim de bir ‘ekşın’ filmimiz oldu’ yorumunu yaparsanız, yönetmen ve yapımcı gelecek yıl ‘daha hızlı ve daha çılgın’ bir filmle karşınıza çıktığında, başınıza geleni hak etmiş olmayacak mısınız?

Diyeceğim o ki, yüz vermeyin de feci projelerin önü şimdiden kesilsin!

* * *

Hadi ‘Hırsız Var’ın hiç olmazsa hatırası yok.

Ya ‘hatırası olan’ Hababam Sınıfı?

Yok, söylene söylene artık temcit pilavına dönen ‘Rıfat Ilgaz Usta’nın büyük eserine saygısızlık’ vaazı filan vermeyeceğim.

Geçmişe ait duyarlılıkların ve konjonktürün öyküsünün, bugünün dünyasına aktarılması girişimine yönelik ciddi bir eleştiriyi de gündeme getirmeyeceğim.

Çünkü ‘Hababam Sınıfı Askerde’ adlı film, bu tür yaklaşımları bile hak etmeyecek kadar zorlama!

Benim derdim artık sadece şu:

Ya Hababam Sınıfı’nın yeni versiyonlarının kazandırdığı ekonomik getiriden etkilenen uyanık girişimciler, tutup da ‘Çiçek Abbas’ın Dönüşü’, ‘Salako İstanbul’da’ ya da ‘Neşeli Günler 2005’ gibi projelere el atarsa!

Aman, Allah korusun!

Ey seyirci, unutma, bu kábusun önünü kesmek senin elinde!
Yazının Devamını Oku

Gereksiz bilgiler

21 Ocak 2005
BİR bayram gününün ‘ABD’nin İran’a vurma ihtimali’ üzerine ağır bir analiz yazısını kaldırmayacağını biliyorum! Sıradan günlerde bile kimsenin umurunda olmayan CHP analizlerinin şansının, bayram günü sıfırın altına düştüğünün farkındayım. Kurban ve hijyen mevzuu ise hakikaten baydı!O halde ‘gayri ciddi imaj’ verme riskini almanın ve beni nedense siyasi analizlerden daha fazla heyecanlandıran ‘gereksiz şeyler’ mevzuuna dalmanın tam da sırası.Öyle fazla önemsemeyin, okuyup geçin:* * *Bezgin, ruhsuz ve değişime direnen bir kasabaya günün birinde bir kadın, çikolatacı dükkánı açar ve kasabanın kurulu düzeninin kalıplarını zorlamaya başlar! Sonunda ‘çikolatacı kadın’ kasabada ‘sessiz bir devrim’ gerçekleştirir. İzleyenlerde karşı konulmaz bir şekilde çikolata yeme ihtiyacı duyuran ‘Çikolata’ adlı filmin kısa öyküsü böyle. 28 Şubat’ın yara bereyle atlatılmasının ardından vizyona giren bu filmi, sinemada o dönem Refah Partisi’nin önde gelen ismi olan Abdullah Gül de izlemişti. Abdullah Gül, filmi izledikten sonra soluğu bir çikolatacıda aldı mı, işin bu yönünden haberdar değilim. Ama Gül’ün, ‘Bu film değişime direnmenin imkánsızlığına işaret ediyor’ dediğini biliyorum. CHP’nin lider adayı Mustafa Sarıgül, ‘Televole kültürüne son verilecek’ demiş. Bir arkadaşım, Sarıgül’ün gazetedeki bu demecini okuduktan sonra, ‘Bir insan içinden çıktığı kültürel çevreye bu denli düşman olabilir mi?’ dedi, ardından da gözlerini bana dikti. Ben ise telaş içinde ‘Aman beni bu işe karıştırma! İçine doğduğum kültürel çevreye o kadar da yabancılaşmış değilim’ diyerek kendimi savunmaya ve kábustan kurtulmaya çalıştım.Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu, ‘Ben artık Ziya Şark Sofrası’na değil, Safran’a gitmek istiyorum’ şeklindeki ‘özentili’ çıkışımdan acayip etkilenip soluğu Safran’da almış! ‘Ahmet Hakan özüne dönmelidir’ diye gazetelere beyanat veren Ziya Şark Sofrası’nın sahibi Ramazan Bingöl, bakalım Erkan Mumcu için de ‘öze dönüş’ çağrısı yapacak mı? Yoksa ‘Onu saymam, o ANAP’tan geldi’ demeyi mi tercih edecek? Bekleyelim ve görelim.Bir ara Filiz Kansu diye bir kamusal kişilik vardı ortalarda gezinen. Hani ‘eski solcu militan, yeni sosyetik antikacı’ bağlamında gündeme gelirdi. Bendeki imajı şu: Bir tutam Ayşegül Tecimer, bir tutam Güllü Aybar! Uzun zamandır ortalıkta görünmeyen bu şahsiyetle, dün İstanbul’un dört bir yanına asılmış dev reklam panolarında karşılaşıverdik. Anılarını yazmış, onun tanıtımı yapılıyor. Sıkı durun, kitabın adını veriyorum: ‘Eskiden Yediğim Dolmalar.’ Benim için sahici bir ‘dumur detayı’ gibiydi!Son zamanlarda Bakanlar Kurulu’nda ‘Biz eskiden neler düşünür, neler söylerdik’ diye geyik çevrildiği rivayetleri artmaya başlayınca, ‘araştırmacı gazetecilik’ damarım kabarmaya başladı ve ‘Peki bu tür iç dökmelere en meraklı bakan hangisi?’ sorusunun cevabının peşine düştüm. İfşa ediyorum: Bulduğum isim Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’dir.Kulağı delik ve hükümete yakın bir dostumdan duydum: Hülya Avşar’ın eşi Kaya Çilingiroğlu, AKP’ye üye olmak için başvuruda bulunmuş. Bilmiyorum, hálá ilginç mi bu tür haberler ama ben yine de kayda geçsin istedim. Çünkü Kaya Çilingiroğlu’nu AKP’ye üye olması için teşvik edenlerin en başında -hadi magazin dünyasının diliyle yazalım- ‘Avşar kızı’ geliyormuş. Kızmayın canım, dedik ya ‘gereksiz bilgi’ işte!Tam bir sağlıklı yaşam delisi olan Özer Çiller, deneyimlerini paylaşmak adına yazı dizileriyle filan yetinmeyip bir de ‘Sağlık Merkezi’ açmaya karar vermiş. ‘Yemekten sonra meyve yemenin zararları! Şeker zehirdir! İyi ve keyifli bir uyku için yaşasın endişesizlik! Sağlıklı bir yaşam için yürümek yetmez!’ gibi ders konularıyla müşterilerinin karşısına çıkmaya hazırlanan Özer Çiller, bu nedenle tatlı bir telaş ve sevinçli bir heyecan içindeymiş.
Yazının Devamını Oku

Dünden kalan dört önemli not

20 Ocak 2005
<B>DİN </B>derslerini seçmeli olmaktan çıkaran Kenan Evren’in cennete gidebileceği ihtimalini güçlü bir şekilde vurgulayan Fethullah Gülen’e, yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’i hatırlatan bir <B>‘açık mektup’</B> yazmıştım dün. Mektubum muhatabına ulaştı mı bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey var: Dünkü mektupla ilgili dört önemli notu bugün sizlerle paylaşmalıyım:

* * *

BİR: Önce bir düzeltme: Erdal Eren, tabii ki 19 Mart 1980’de değil, 13 Aralık 1980 tarihinde asılarak idam edilmiştir. Yazımdaki tarih yanlışına dikkat çeken okurlarıma teşekkür ediyorum. Ayrıca beni, sanki içine doğmuş gibi daha geçen gün ‘Aman dikkat et, yazılarında maddi hata yapma’ diye uyaran dostuma da buradan ‘Çok mahcubum, üstüme gelme’ mesajı gönderiyorum.

İKİ: Yaşı büyütülerek idam edilen 17 yaşındaki Erdal Eren’den söz edilir de, herkesi derinden etkileyen o Sezen Aksu şarkısına değinilmezse tabii ki olmaz! Erdal Eren’in idam edilmeden önce çekilen son fotoğrafına gönderme yapan şarkıyı bugün bir kez daha gündeme getirmenin tam sırası: ‘Bir söz bitişi gibi son buldu sevişler/ Bir yaz güneşi gibi eritir hep bu terk edişler/ Bir an duruşu gibi, ömrün gidişi gibi/ Veda ederken aşk ateşi gibi/ Söner iç çekişler/ Aman aman yandım aman/ Kurşun gibi izler/ Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda.’ Sözler Aysel Gürel’e aittir ki bu benim için hep bir şaşırma vesilesidir. Beste Onno Tunç’a aittir ki bu beni şaşırtmaz.

* * *

ÜÇ: Fethullah Gülen’i seven bazı okurlar, son derece kibar bir dille beni şu konuda uyardılar: ‘Fethullah Gülen, Kenan Evren için ‘Kesinlikle cennete gidecek’ dememiştir, ‘Cennete gidebilir’ demiştir. Ayrıca ‘Doğrusunu Allah bilir’ diye de not düşmüştür.’ Evet, bunlar doğru ama benim üzerinde durduğum konu bu değil ki! Ben kimin cennete, kimin cehenneme gideceğiyle ilgili teolojik bir tartışma yapmak yerine işin ahlaki ve vicdani yönüyle ilgileniyorum. Din derslerini ‘seçmeli’ olmaktan çıkarıp ‘mecburi’ hale getiren Kenan Evren yönetimi, 17 yaşındaki bir genci, yaşını büyütüp idam etmiştir. Bir tarafta ‘Din dersleriyle önü açılan gençler’ var, bir tarafta da ‘yaşı büyütülerek idam edilen bir genç’ var! Benim yaptığım sadece ve sadece ‘Hocaefendi’ye bu iki durumu anımsatıp, bir vicdan muhasebesi çağrısında bulunmaktı.

DÖRT: Fethullah Gülen’i seven bazı okurlar ise, son derece kaba bir biçimde, benim hangi hakla Gülen’i eleştirdiğimi sordular. İşi galiz küfürlere kadar götürenler bile çıktı. Onlara ‘Hiç kimse masum değildir, herkes eleştirilebilir’ filan diye yanıt vermenin nafile bir çaba olduğunu tabii ki biliyorum. Bu yüzden işin bu kısmına dalmaya gerek yok. Ama o küfür mesajlarını okurken beni asıl şaşırtan şu oldu: Son 15 yıldır her platformda ‘hoşgörü’ ve ‘tolerans’ kavramlarını gündemde tutmaya çalışan bir akımın mensuplarının, bu iki kavrama bu kadar uzak düşmeleri ne büyük talihsizliktir! O mesajları Fethullah Gülen’e göstersem, eminim üzüntüden gözyaşı dökerdi! Bu yüzden tabii ki böyle bir şey yapmayacağım. Sadece Gülen açısından bir umutsuzluğa, cemaat mensuplarının bile yeterince hoşgörülü ve toleranslı olamadığı gerçeğinin hatırlattığı umutsuzluğa değinip geçiyorum!

Ah, ne hazin!
Yazının Devamını Oku

Dünden kalan dört önemli not

20 Ocak 2005
DİN derslerini seçmeli olmaktan çıkaran Kenan Evren’in cennete gidebileceği ihtimalini güçlü bir şekilde vurgulayan Fethullah Gülen’e, yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren’i hatırlatan bir ‘açık mektup’ yazmıştım dün.Mektubum muhatabına ulaştı mı bilmiyorum.Ama bildiğim bir şey var: Dünkü mektupla ilgili dört önemli notu bugün sizlerle paylaşmalıyım:* * *BİR: Önce bir düzeltme: Erdal Eren, tabii ki 19 Mart 1980’de değil, 13 Aralık 1980 tarihinde asılarak idam edilmiştir. Yazımdaki tarih yanlışına dikkat çeken okurlarıma teşekkür ediyorum. Ayrıca beni, sanki içine doğmuş gibi daha geçen gün ‘Aman dikkat et, yazılarında maddi hata yapma’ diye uyaran dostuma da buradan ‘Çok mahcubum, üstüme gelme’ mesajı gönderiyorum.İKİ: Yaşı büyütülerek idam edilen 17 yaşındaki Erdal Eren’den söz edilir de, herkesi derinden etkileyen o Sezen Aksu şarkısına değinilmezse tabii ki olmaz! Erdal Eren’in idam edilmeden önce çekilen son fotoğrafına gönderme yapan şarkıyı bugün bir kez daha gündeme getirmenin tam sırası: ‘Bir söz bitişi gibi son buldu sevişler/ Bir yaz güneşi gibi eritir hep bu terk edişler/ Bir an duruşu gibi, ömrün gidişi gibi/ Veda ederken aşk ateşi gibi/ Söner iç çekişler/ Aman aman yandım aman/ Kurşun gibi izler/ Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda.’ Sözler Aysel Gürel’e aittir ki bu benim için hep bir şaşırma vesilesidir. Beste Onno Tunç’a aittir ki bu beni şaşırtmaz.* * *ÜÇ: Fethullah Gülen’i seven bazı okurlar, son derece kibar bir dille beni şu konuda uyardılar: ‘Fethullah Gülen, Kenan Evren için ‘Kesinlikle cennete gidecek’ dememiştir, ‘Cennete gidebilir’ demiştir. Ayrıca ‘Doğrusunu Allah bilir’ diye de not düşmüştür.’ Evet, bunlar doğru ama benim üzerinde durduğum konu bu değil ki! Ben kimin cennete, kimin cehenneme gideceğiyle ilgili teolojik bir tartışma yapmak yerine işin ahlaki ve vicdani yönüyle ilgileniyorum. Din derslerini ‘seçmeli’ olmaktan çıkarıp ‘mecburi’ hale getiren Kenan Evren yönetimi, 17 yaşındaki bir genci, yaşını büyütüp idam etmiştir. Bir tarafta ‘Din dersleriyle önü açılan gençler’ var, bir tarafta da ‘yaşı büyütülerek idam edilen bir genç’ var! Benim yaptığım sadece ve sadece ‘Hocaefendi’ye bu iki durumu anımsatıp, bir vicdan muhasebesi çağrısında bulunmaktı.DÖRT: Fethullah Gülen’i seven bazı okurlar ise, son derece kaba bir biçimde, benim hangi hakla Gülen’i eleştirdiğimi sordular. İşi galiz küfürlere kadar götürenler bile çıktı. Onlara ‘Hiç kimse masum değildir, herkes eleştirilebilir’ filan diye yanıt vermenin nafile bir çaba olduğunu tabii ki biliyorum. Bu yüzden işin bu kısmına dalmaya gerek yok. Ama o küfür mesajlarını okurken beni asıl şaşırtan şu oldu: Son 15 yıldır her platformda ‘hoşgörü’ ve ‘tolerans’ kavramlarını gündemde tutmaya çalışan bir akımın mensuplarının, bu iki kavrama bu kadar uzak düşmeleri ne büyük talihsizliktir! O mesajları Fethullah Gülen’e göstersem, eminim üzüntüden gözyaşı dökerdi! Bu yüzden tabii ki böyle bir şey yapmayacağım. Sadece Gülen açısından bir umutsuzluğa, cemaat mensuplarının bile yeterince hoşgörülü ve toleranslı olamadığı gerçeğinin hatırlattığı umutsuzluğa değinip geçiyorum! Ah, ne hazin!
Yazının Devamını Oku

Fethullah Gülen’e içten bir mektup

19 Ocak 2005
<B>SAYIN </B>Fethullah Gülen!<br><br>Milliyet Gazetesi’ne verdiğiniz röportajda şöyle diyorsunuz: ‘Evren Paşa, seçmeli din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştır. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasiplerini almışlardır. Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki -doğrusunu Allah bilir- hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yetebilir, ahirette kurtuluşuna vesile olabilir, cennete de gidebilir.’

Sayın Fethullah Gülen!

Kimin cennetlik olduğu, kimin cehennemi boylayacağı üzerine yapılan heyecanlı tartışmalar karşısında her daim ‘mesafeli’ durmuş biri olarak, Kenan Paşa’yı cennetle müjdelemeniz karşısında öfkeye filan kapılmış değilim.

Çünkü ‘Herkes cennete gönderilirse bize yer kalmaz’ tarzı hasis ve bencil endişe de, cehennemi boylayacakların listesini çıkarmak gibi lüzumsuz kendine güven duygusu da bana göre değil!

Yaratıcının şaşmaz adaletine güven duymak belki de en iyisi!

Bu yüzden Kenan Paşa’nın -Allah uzun ömür versin- öteki dünyada nerede konuk edileceği meselesine hiç takılmadığımı belirtmek isterim.

Mesele cennet ya da cehennem meselesi değil yani.

* * *

Benim üzerinde durduğum mesele şu:

‘Seçmeli din derslerini mecburi yaparak gençlerin din eğitiminden nasiplerini almasına neden olan ve böylece öteki dünyada kurtuluşunu garantileyen’ Kenan Evren’in, 17 yaşındaki bir gence reva gördüğü son!

Sanırım, Erdal Eren adını daha önce duymuşsunuzdur.

Hani yaşı tutmadığı için yaşı büyütülerek idam sehpasına gönderilen 17 yaşında bir delikanlı vardı.

2 Şubat 1980’de gözaltına alınmış, 19 Mart 1980’de idam edilmişti.

Yani jet hızıyla!

Ne dünyanın dört bir yanından gelen tepkilere aldırış edildi, ne avukatların yaptıkları savunmalara.

İdam kararı alındı, yaş büyütüldü ve infaz gerçekleşti!

Sayın Fethullah Gülen, Erdal Eren’i hatırlamadınız mı?

O zaman size cennetle müjdelediğiniz Kenan Evren’in bir zamanlar herkesin diline pelesenk olan ama şimdilerde unutulan bir sözünü anımsatayım:

‘Asmayalım da besleyelim mi?’

Herhalde bunu duymuşluğunuz vardır.

* * *

Sayın Gülen!

Bir din adamı olarak gençlere din dersi verilmesinin önünün açılmasının ne büyük bir olay olduğunu düşünmenizi anlayışla karşılayabilirim.

Hatta heyecanınızı bastıramayıp, Kenan Evren’e öteki dünya mutluluğunun kapılarını açmanızı bile mazur görebilirim.

Ama sizin gibi ‘gözyaşı dökmeyi’ bilen birinin, 17 yaşında idam sehpasına gönderilen o delikanlıyı hesaba katmamasını anlayamam.

Çünkü gözyaşı dökmeyi başaran birinin, ‘Varsın o genç idam sehpasını boylasın, nasıl olsa diğer gençlere din eğitimi verildi, biz ona bakalım’ diyebileceğini hiç sanmıyorum.
Yazının Devamını Oku