18 Ocak 2005
Önceki gün okuduğum bir siyasi yorum yazısında şöyle bir bölüm vardı:<br><br>“Erdoğan kabinede değişiklik yaparken dengelere dikkat edecek. Liberal, ‘Milli Görüşçü’, belediyeci dengesini hesaba katacak”.
Ben hiçbir zaman Tayyip Erdoğan’ın kabinede ciddi bir değişikliğe gideceğine ihtimal vermedim ve “Kabine değişiyor” haberleri karşısında heyecan duymadım.
Bu nedenle yorumda verilen “bilgi”yi tabi ki hemen es geçtim!
Bu iki cümlede benim asıl dikkatimi çeken “Milli Görüşçü” nitelemesiydi.
Bence bu nitelemenin böyle çok rahat bir şekilde kullanılması, “Kabine değişiyor” haberlerinden daha önemlidir.
Çünkü “Kimdir AK Parti’deki Milli Görüşçüler? Dertleri nedir? Kaç kişidirler? İlerde Erdoğan’a bayrak açabilirler mi?” soruları, yüzde 60’ı geçtiği öne sürülen iktidar partisinin geleceğini belirleyecek niteliktedir.
Bu nedenle olayın iç yüzünü anlamakta büyük yarar var.
.................................................................
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2005
<B>BİR </B>zamanlar TRT’de Haldun Dormen’in sunduğu ‘Sinema’ programı vardı: Alabildiğine gayri resmi, eğlendirici ve de ilgi çekici. Programın bir bölümünde seyirciden gelen sorulardan bazıları seçilir ve şöyle denilirdi: <B>‘İzmir’den Pınar’ın şahsında tüm merak edenler için yanıtlıyoruz...’ </B> Ben de şimdi bu yöntemle ‘bazı okurlarımın şahsında’ tüm merak edenler için yanıtlıyorum:
***
M.H. (İstanbul): Her konuya balıklama atlamaya pek meraklı Ahmet Hakan, nedense şu hediye gerdanlık olayına girmedi. Merak ediyorum, çekindiğiniz bir şey mi var?
CEVAP: Tam da ‘Bin türlü tezviratı üzerime çekecek denli yalın kılıç gittiğim’ sanısına kapılmışken, işte bu soru beni kendime getirdi. Demek ki o kadar da ileri gidememişim. Demek ki hálá karşımdakinde ‘çekindiğim bir şey var’ hissi uyandırabiliyormuşum. Ne diyelim, sağlık olsun! Hediye gerdanlık olayına gelince: Bu konuda yapılan ‘ilkesel’ eleştirilere ekleyecek bir şeyim yok. Ama olaya ‘balıklama dalmama’ engel olan şey, bazı köşelerden yapılan snop çıkışlardır. Eleştirilenler bir ‘muhafazakar siyasetçi’ ve ‘onun başörtülü eşi’ olunca kaleminin ayarı kaçan ve tek derdi ‘Batılı gibi görünmek’ olan kalem erbaplarından bu zamana kadar hoşlanmadım ve bundan sonra da hoşlanmayacağım.
***
R.Z. (İzmir): Madem değiştim diyorsun, söyle bakalım, ‘Kurban kesmek yerine fakirlere para yardımı yapılsın’ görüşüne katılıyor musun?
CEVAP: Bu sınav havası beni acayip rahatsız etti, bu bir! Vejetaryenlere sözüm yok da her akşam ocak başında kebapları afiyetle götürenlerin iş Kurban Bayramı’na geldiğinde ‘kuzucuk sevdalısı’ kesilmelerine gıcık oluyorum, bu iki! Her Kurban Bayramı’nda etrafın kan gölüne dönmesine karşı çıkmak ile kurban kesme ibadetine kökten karşı olmak arasında bir ince çizgi olması gerektiğini savunuyorum, bu üç! Bu bayram kurbanların Aceh’deki vefakar ve mazlum Müslümanlara gönderilmesi gerektiğini düşünüyorum, bu da dört!
***
M.D. (İstanbul): AKP’de ‘Acilciler’ adlı bir grup olduğunu yazdınız. Acaba bu ‘Acilciler’ kimler? İsim verebilir misiniz?
CEVAP: AKP’de kendilerine ‘Milli Görüşçü’ diyebileceğimiz ve belli bir görüş etrafında bir araya gelmiş bir grup yok. İnanç özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması için ‘toplumsal mutabakat’ şartını gözden kaçıran ve zaman zaman bireysel çıkışlar yapan isimler var. Arada sırada bu tür çıkışlar yapanlara hepimiz rastlıyoruz. İşte onlar için rahatlıkla ‘Acilciler’ diyebiliriz.
***
İ.L. (Ankara): Sizin itiraflarınızın ardından beni de bir itiraf dalgası sarmış durumda. Siz köşenizde yazarak değişiminizi herkese ilan etmişsiniz, peki ben ne yapayım?
CEVAP: İtiraf işte böyle tuhaf bir şeydir. Şairin dediği gibi biraz ‘yazıklanma’ya benzer ve adamı acayip rahatlatır. Bu yüzden ‘akacak mecra’ arayışına girmenizi anlayışla karşılıyorum. Bu konuda belki ‘İtiraf.com’ tarzı siteler işinize yarayabilir. Ama yine de bir hususu unutmayın: Ne kadar itiraf ederseniz edin, dayanacağınız bir omurganız olsun ki ayakta durmaya mecaliniz olsun. İtiraf etmekle omurgasız olmak arasında işte böyle tuhaf bir ilişki vardır. Aman dikkat!
***
H.E. (Almanya): Hürriyet’in internet sitesinde bazen yazılarınız yayınlanmıyor, yayınlananlar da en sona konuyor. Yoksa size karşı bir tavır mı bu?
CEVAP: Vurdumduymazlık gösterisi yapıyor gibi gözükmek istemem ama inanın bunun farkında bile değilim! Bence siz de takmayın. Bu tür durumlarda şöyle düşünmek belki de en iyisi: Yazının bir gücü vardır ve eğer siz sırtınızı bu güce dayadıysanız sorun yok. Ama eğer sırtınızı başka bir şeye dayadıysanız, her gün manşet olsanız nafile!
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2005
<B>SEN </B>misin <B>‘Şu feleğin işleri’</B> diye <B>‘kaderin cilveleri’</B>nden söz eden? Bak, işte külyutmaz okurlar nasıl da kıskıvrak yakaladı seni!
‘Mustafa Denizli’yi Tahran’a, Fethullah Gülen’i Amerika’ya gönderen felek, seni nerelere getirdi!’ diye bir yandan kafa bulan, bir yandan da hesap soran okur mesajlarına yanıt ver de görelim.
Hadi bakalım!
Başkalarının değişiminden söz edip, ‘Amma tuhaf şeyler oluyor’ havası yaymak kolay.
Sen önce kendi değişiminin kefaretini öde!
* * *
İki gündür yakasını bırakmayan bu ‘iç ses’ten, susarak ve kaçarak kurtulmamın olanaksız olduğuna ikna olan yazarınız, kendini temize çıkarmak için, içten olmaya azami ölçüde gayret ederek günah çıkarmaya ve aşağıdaki noktaları dikkatinize sunmaya karar vermiştir.
Lütfen kabul buyurunuz:
BİR: Eskiden kenarından köşesinden bile geçmeyi düşünmeyeceğim Altan’ın yeni ‘Safran’ına gitmeyi şiddetle arzu ederken, Ziya Şark Sofrası’nın önünden bile geçmek istemediğimi, bu değişimde ‘özenti’ denilen habis duygunun baş sırada rol oynadığını itiraf ediyorum.
İKİ: Eskiden gazeteleri okumaya Milli Gazete ile başlarken şimdi sıralamayı değiştirdiğimi itiraf ediyorum. Ancak bu durumun ‘kurumsal aidiyet duygusu’ ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını da belirtmeden geçemiyorum.
ÜÇ: Eskiden Mehmet Şevket Eygi’yi bir ‘yaşam gurusu’, Abdurrahman Dilipak’ı Çiçero’dan sonra gelmiş geçmiş en büyük hatip, Hüseyin Üzmez’i Cem Yılmaz’dan daha iyi espri yapan adam olarak görürdüm. Artık onlara sadece nostaljik duygularla baktığımı itiraf ediyorum.
DÖRT: Eskiden Altemur Kılıç’ı dinlerken yüzümü ekşitir, acayip rahatsız olurdum. Şimdi yüzüme yayılan ‘anlayışlı bir gülümseme’ ile sadece şunu söylüyorum: ‘Dünyanın en sevimli faşisti.’
BEŞ: Eskiden Bedri Baykam’ı bile ciddiye alıp, adamın her söylediğine karşı görüşler geliştirmek için yırtınacak kadar safken, şimdi sadece gülüp geçmeyi becerecek kadar değiştiğimi itiraf ediyorum.
ALTI: Eskiden sadece ideolojik takıntılarım yüzünden o sıkıcı ve iç bayıcı İran filmleri için, ‘Doğu hikmeti sinema diline işte böyle çevrilir kardeşim!’ tarzı bilgiç laflar ederken, şimdi herhangi bir İran filmiyle karşılaştığımda köşe bucak kaçtığımı itiraf ediyorum.
YEDİ: Eskiden ben de Türkiye’de yaşayan insanları ‘Bizimkiler’ ve ‘Bizimki olmaya aday olanlar’ diye iki kısma ayırmaya meraklı iken, şimdi sadece ‘Bırak! Dağınık kalsın!’ diye düşündüğümü itiraf ediyorum.
SEKİZ: Eskiden Sudan’daki hükümet darbesinin ardından, ‘Dünyayı sarsacak evrensel ve kuşatıcı hareketimiz, şimdi Sudan’da uç verdi’ tarzı cümleleri hiç düşünmeden kurarken, şimdi Darfur’da açlıktan ölen insanlar için ağladığımı itiraf ediyorum.
DOKUZ: Eskiden bir adamın kendini ‘Müslüman’ olarak nitelemesini, ‘iyi bir insan’ olmasının baş koşulu sayarken, şimdi bir adamın ‘iyi bir insan’ olmasını ‘iyi bir Müslüman’ olmasının baş koşulu sayıyorum.
ON: Eskiden dindar insanların ekonomik faaliyetleri sonucu ‘alternatif bir sermaye’nin doğabileceğine ve kapitalizmin de yenilgiye uğrayacağına çocuksu bir saflık içinde ciddi ciddi inanırken, şimdi bu görüşümün iflas ettiğini itiraf ediyorum.
* * *
Bu itirafların ardından tüy gibi hafiflemiş durumdayım!
Yukarıdaki on madde benim ne kadar ‘özentili’ bir adam olduğumu düşünenler için kullanıma sunulmuş bir malzemedir. Hiç kimse çekinmesin, kullansın ve vursun!
(Oh be! Acayip rahatladım.)
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2005
<B>EY Fethullah Gülen’</B>i bir Amerikan çiftliğinde ikamete mecbur eden, buna mukabil <B>Mustafa Denizli’</B>yi Tahran yollarına düşüren kahpe felek! Çok değil, bundan 8 yıl önce televizyon ekranlarında başörtülü kızlara ‘çağdaşlık ve laiklik’ dersleri veren Mustafa Denizli’yi, tuttun, Tahran’a gönderdin.
Başörtülü kızlara karşı kaplan kesilen adamcağız, şimdi ‘Kızım Tahran’a gelirse tabii ki kurallara uyup başını örtecek’ demek zorunda kalıverdi!
Tabii ki bununla yetinmedin!
O meşhur cilvelerinden birini daha yaptın:
Tuttun, Türkiye’yi Tahran’a çevirmesinden korkulan bir din alimini, Tahran yerine Washington’a gönderdin.
Ve hepimizi allak bullak ettin!
Şimdi oturmuş bin günlük yazı dizilerinin, röportajların, müzik albümlerinin ve gönülden gelen sözlerin yanıtlayamadığı kocaman bir sorunun peşine düşmüş durumdayız:
‘Neden Suudi Arabistan, İran değil de Amerika?’
Ey kahpe felek!
Neden kafa konforumuzu bozuyorsun!
* * *
Ey tipik bir ‘cumhuriyet ve aydınlanma projesi’ olarak kolejlerden ve tuvallerden geçip bugünlere gelen Rahşan Ecevit’e, 2 bin yılının ortasında ‘Din elden gidiyor’ dedirten...
Buna mukabil imam hatip mezunu, Necip Fazıl şiirleriyle yoğrulmuş, Rizeli Ahmet Kaptan’ın oğluna yine 2 bin yılının ortasında Avrupa Birliği kapılarını zorlama görevi yükleyen kahpe felek!
Tamam, hayat karmaşıktır, ezberlere takılıp kalmamak gerekir.
Tamam, ne oldum demek yerine ne olacağım demeyi tercih etmede sayısız fayda vardır.
Kaderin bin türlü cilvesi olduğunu da biliyoruz.
Ama bu işler bu kadar da zorlanır mı?
Bir düşün:
Tanzimat’tan beri bu topraklardaki en temel mücadele, ‘Din elden gidiyor’ diye bağıranlar ile kurtuluşu Batı’da görenler arasında gerçekleşmedi mi?
Peki şimdi torunlar arasındaki bu rol değişimi de neyin nesi?
İki yüz yıllık ezberimizi bozarak bize ne yapmak istiyorsun?
* * *
Ve neden durmak bilmiyorsun?
Hani bir zamanlar Amerikan 6. Filosu’nu taşlayan solcu gençlerin üzerine saldıran ve bu nedenle tarihe ‘Kanlı Pazar’ diye geçen olayın müsebbibi ‘mukaddesatçılar’ vardı. Komünizmle Mücadele Dernekleri kurarlar ve en büyük tehlikenin Moskova’dan geleceğine inanırlardı.
Sovyet tehlikesine karşı, ehli kitap Amerika’nın yanında durmayı şiar edinmişlerdi.
İşte o yanlış bilinçli adamların çocuklarına, şimdi Moskova’da Názım Hikmet’in mezarı başında dua okutuyorsun.
Buna mukabil muhtemelen 6. Filo’yu taşlayanların çocukları olan CHP milletvekillerine ise Moskova’da, sosyalizm sonrası Lenin’le kafa bulan hediyelik eşya aldırıyorsun.
Tabii bir kez daha bizi dumura uğratıyorsun.
* * *
Biliyorum, pek alakası yok ama yine de insan o eski halk türküsünü anımsamadan edemiyor:
‘Bilmem şu feleğin bende nesi var / Her vardığım yerde yar ister benden / Sanki benim mor sümbüllü bağım var / Zemheri ayında gül ister benden.’
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2005
<B>OH </B>be! Nihayet en serinkanlı isimlerin bile <B>‘Sinemadan çıktığımda böğrüme yumruk yemiş gibi oldum, hálá sersem gibiyim’</B> tarzı çıkışlarla <B>‘beklenti çıtası’</B>nı acayip yükselttikleri bir gazlamaya maruz kalmadan eli yüzü düzgün bir Türk filmi izleyebildim. Yavuz Turgul’un son filmi ‘Gönül Yarası’nın bana göre en büyük şansı, ‘Sinemadan çıktığımda ben artık eski ben değildim’ tarzı alaturka bir propagandaya meydan verilmeden, neredeyse sessiz sedasız gösterime girmesidir.
Böylece hem ‘Herkesin ayılıp bayıldığı film bu mu?’ demek durumunda kalınmadı, hem de Türk filmleri için açılması gereken doğal kredi sonuna kadar açılmış oldu.
Daha ne olsun!
***
‘Muhsin Bey’de müzikteki yozlaşmaya karşı umutsuz çırpınışlarla direnen son musikişinası...
‘Eşkıya’da artık dağları başka güçlere bırakmak zorunda kalmış ve hapisten çıkınca kendini şehre atmış bir eski zaman eşkıyasını...
‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nde bir zamanlar baş tacı edilen ama şimdi modası geçmiş bir yönetmeni...
‘Züğürt Ağa’da çöken ve tükenen ağalık sisteminin son kahramanını...
‘Gölge Oyunu’nda assolistlerden önce sahne alan ve eski zamanlara özgü güldürü anlayışını temsil eden son komedyenleri...
Yani hep ‘son kahramanları’ anlatan Yavuz Turgul, ‘Gönül Yarası’nda da geleneği bozmamış, yine bir son kahramanın dokunaklı öyküsünü anlatmayı denemiş.
Bir zamanlar fişlenen, sürülen, kendini köy çocuklarına adamış, biraz solcu, biraz Atatürkçü, hem Názım Hikmet’i seven, hem de cumhuriyetin kuruluş ideolojisine sıkı sıkıya bağlı, Emre Kongar kitaplarıyla aydınlandığını sanacak kadar saf, iyi niyetli, idealist öğretmenler vardı.
Gönül Yarası’nda işte o öğretmen neslinin son temsilcisinin emeklilik günlerinde yaşadığı bir İstanbul macerası anlatılıyor.
***
Hem sonuna kadar ‘yerli’, hem de yüzde yüz ‘evrensel’, izleyeni alıp götüren sağlam bir hikáye.
Kendisine karşı acayip önyargılı olduğum Meltem Cumbul’un bile ‘döktürdüğü’nü kabullenmek zorunda kaldığım mükemmel oyunculuk gösterileri.
Biz Türkleri kolayca avlayacak türden hafiften bir ağlatma çabasının ürünü, sonucu baştan belli ‘mendil ıslatan’ bölümler.
Arada ‘Bu türküye ağlamak için Kürtçe bilmeye gerek yok’ tarzı klişelere göz kırpsa da inandırıcı diyaloglar.
İçinde Názım, Piraye geçmesine rağmen ideolojik duruşa zerre kadar prim vermeyen dört başı mamur bir senaryo.
Ve bütün bunların üstüne, biri Neşet Ertaş ustadan, biri Kürtçe olmak üzere dört güzel ve dokunaklı türkü.
***
Ama bütün bunlara rağmen sinemadan çıktığımda ‘böğrüme yumruk yemiş’ gibi olmadım, sadece biraz tasa, biraz keder ve biraz ağırlık çöktü üzerime.
Bu havayı dağıtmak içinse 13 dakika yetti de arttı bile.
Tekrar eski halime dönüverdim.
Sonuç şu: Milletçe abartma huyumuz vardır, aman bu sefer kendimizi tutalım.
Ben sana yoğunlaştım
TELEVİZYONDAKİ çöpçatan programlarının kendine özgü bir dil geliştirmeye başladığını fark ettiniz mi? Geçen gün kanallar arasında dolaşırken rastladım: Damat, gelin ve kaynana adaylarının konuşmalarında sık sık ‘yoğunlaşma’ sözcüğü geçiyordu. ‘Ayşe sen kime yoğunlaştın?’ ya da ‘Ebru, Atakan’a yoğunlaşamadı’ türü cümleler havada uçuşuyordu. Ben ise bu durum karşısında daha fazla ‘yoğunlaşamadan’ bir başka kanala kaçıverdim!
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2005
<B>İŞTE </B>size iddialı bir tez:<br><br><B>Fethullah Gülen, 1980’lerin sonunda yükselişe geçen radikal İslami hareketler içinde en fazla horlanan ve küçümsenen cemaat lideriydi. Bugün ‘laiklik konusunda aşırı duyarlı kesimler’ tarafından gizli emeller taşımakla suçlanan bir cemaat lideri, bundan 15 yıl önce radikal İslam davasını yürütenler tarafından ‘kuşkulu’ bir kişilik olarak değerlendiriliyordu.
Tuhaf değil mi?
Radikal İslamcılar kuşkuyla karşılıyor.
‘Laiklik konusunda aşırı duyarlı çevreler’ kuşkuyla karşılıyor.
Yani karşımızda iki kesime de yaranamamış bir cemaat lideri var.
***
Aslında laiklik konusunda abartılı duyarlılık geliştirenlerin derdini anlayabiliriz.
Onlar, Gülen’in söylediklerine ikna olmuyorlar, gizli işler çevirdiğine inanıyorlar ve devleti ele geçirmek için takıyye yaptığını düşünüyorlar.
Kafalarındaki Gülen imajı şu: Bir gün gelecek gerçek yüzünü ortaya çıkaracak! Yeterince güçlendiğini hissedince, gizli yönteminden vazgeçip rejimi değiştirecek.
Benim ‘paranoyak’ bulduğum bu yaklaşımı tetikleyen çok önemli iki neden var:
BİR: Gülen cemaatinin inanılmaz boyuta ulaşan ve istenildiğinde kolaylıkla mobilize edilebilen parasal gücü. Aynı zamanda dayanışmacı yönü ağır basan bu güç, büyük gazetelerin bile iştahını kabartıyor. Ardı ardına yayınlanan yazı dizilerini bu nedenle yadırgamamak gerekir: Hangi gazete tiraj artırmak istemez ki!
İKİ: Fethullah Gülen, hoşgörü, dinler arası diyalog, tolerans gibi herkese çekici gelebilecek kavramların altını fazlasıyla çizmesine karşılık yeterince şeffaf bir görüntü sergilemediği için inandırıcı bulunmuyor. Ortada parasal gücü yüksek bir Gülen cemaati var ama biz ‘aşırı mütevazı’ Gülen demeçlerinden başka bir şey görmüyoruz. Paranın kaynağı bilinmeyince istismar alanı genişliyor.
***
Peki ya radikal İslamcılar? Onların derdi neydi? Onlar neden Gülen’den hoşlanmadı?
İslamcılığın yükselişe geçtiği dönemlerde Fethullah Gülen dendiğinde akla şunlar gelirdi:
BİR: Fethullah Gülen, aşırı tavizkar, devlete yakın durmaya çalışan, işbirlikçi, milliyetçi, evrensel İslami harekete inanmayan, Amerikan yanlısı bir cemaat lideridir. Bu nedenle Müslümanların bilinçlenmesinin önünde engeldir.
İKİ: İslamcılık davasının yerine iman davasını koymaya çalışmaktadır. Oysa imandan önce Müslümanların politik olarak güçlenmesi gerekmektedir.
ÜÇ: Başörtüsü gösterilerine karşı en ağır eleştiriyi yaparak yasakçılardan yana tavır almıştır.
DÖRT: Türk Cumhuriyetleri’nde okullar açarak, İran İslam Devrimi’nin o bölgedeki etkinliğini kırmaya çalışmakta ve evrensel İslami harekete darbe vurmaktadır.
BEŞ: Yeni bir nesil yetiştirerek toplumu dönüştürmek gibi boş bir hayalin peşindedir.
***
Bir cemaat lideri, aynı anda hem ‘laiklik konusunda abartılı yaklaşımlar’ sergileyenlerin amansız düşmanı, hem de radikal İslami kesimlerin boy hedefi haline nasıl gelebiliyor?
İşin içinde ne var? Bu analizi sürdüreceğim.
‘ZALİM’DEN KURTULUŞUN YOLU
Aslında son noktayı Sezen Aksu koymuştu: ‘Sen zalimin tekisin Hıncal!’ Bu suçlamanın ardından Hıncal Uluç, Sezen Aksu’yu ‘klasik’ ilan etti. Şimdi bir kez daha bana saldırmış. Ben de kendisini buradan ‘zalim’ ilan ediyorum. Belki beni de ‘klasik’ ilan eder, ne dersiniz?
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2005
<B>BİRİ </B>Londra’da, diğeri İstanbul’da seyrettiğim iki masalsı Çin filminin ardından <B>‘Çin filmlerinde başroldeki çekik gözlülerle seyircinin özdeşleşmemesi sorunu’</B> üzerine bir pazar yazısına karar kılmıştım. Ama işte Turan Güneş’in oğlu Hurşit Güneş, CNN Türk’ün ‘Gece Haberleri’nde söyledikleriyle ‘Pazar günü siyasetten söz edilmez, hele CHP’den hiç söz edilmez’ gizli kuralını çiğnememe ve risk almama yol açtı.
Evet, risk alıyorum; çünkü ben bu Hurşit Güneş’i pek sevdim.
* * *
Neden mi?
Çünkü ilk kez bir CHP’li, hem AKP iktidarına karşı doğru yerden itiraz ediyordu, hem de en isabetli özeleştiriyi yapıyordu.
Genç, kendinden emin, ne dediğini bilen, söylemini basitleştirmiş, sempatik üsluplu adam, televizyon ekranından, herkesin gözünün içine bakarak, ‘CHP tuzu kuruların partisi oldu. Apartmanlara sıkıştık, gecekondularda yokuz’ diyordu.
Gelir dağılımındaki adaletsizlikten söz ediyor ve en vurgulu biçimde ‘Biz yoksulların partisi olmalıyız’ diye haykırıyordu.
Karşımızda ezberlere sığınan bir lider adayı yoktu.
‘İrtica’, ‘Atatürk’, ‘türban’, ‘laiklik elden gidiyor’ gibi söylendiğinde nasıl bir etki yaratacağı baştan belli şifrelere yaslanan ve bu yüzden oy pastasının küçük kısmını garantileyip büyük kısmını AKP’ye hediye eden ‘yüzde yüz başarısız klasik CHP politikasının dışında’ bir isim vardı karşımızda.
Hurşit Güneş, doğru politikayı saptamıştı.
‘Cepheleştirme! Bütün Türkiye’ye hitap et’ diye yola çıkan ve ‘AKP’yi dinci bir parti olarak değil, normal bir parti olarak gör ve eleştirini öyle yap’ diye devam eden bir anlayış.
Bu anlayışın sonucu şudur: Yaşam tarzı savunuculuğunu bırak, milletin esas derdiyle uğraş!
Hurşit Güneş, Baykal’ın yapmaya cesaret edemediği, Mustafa Sarıgül’ün ise ayağa düşürdüğü bu yaklaşımın eli yüzü düzgün bir savunucu gibi görünüyor.
* * *
Doğruları söylemek, kazanmanın garantisi değildir.
Çünkü ezber bozmak hem istismara açık bir zemin teşkil eder, hem de rahata alışkın zihinlerde tereddüde yol açar.
Bu yüzden Hurşit Güneş, belki üç hafta sonra yapılacak olan kurultaydan CHP Genel Başkanı olarak çıkamayacak.
Belki ‘İrticacıların ekmeğine yağ sürüyor’ tarzında bir çıkışla işi bitirilecek.
Belki bu yazı bile ‘aleyhinde bir delil’ olarak takdim edilecek.
Olsun! Hurşit Güneş, bütün bunlara aldırmamalı.
Çünkü ‘irticacıların ekmeğine yağ sürmeyen’ Baykal’lı CHP ile partinin ne hale düştüğü ortadayken ve çağdaş sosyal demokrasinin ne anlama geldiği herkes tarafından bilinirken, bu yolun galibi kazansa da, kaybetse de Hurşit Güneş olacaktır.
Bir Rahşan, bir de Canan
RAHŞAN Ecevit, ‘Din elden gidiyor’ demecinin ardından ‘Sokaklarda İncil dağıtanlar neden tutuklanmıyor? Misyonerlik yasaklanmalı’ diye çıkışını sürdürüyor. Sosyal demokrasinin ‘sağ’ kanadından bir kadın politikacı bu ‘tuhaf’ demeçle gündemde yer alırken, sosyal demokrasinin bir başka kanadından bir kadın politikacı ise Kuran kursu baskınında. CHP’li Canan Arıtman, İstanbul’da sokak çocukları için oluşturulan bir merkezi basıp, ‘Burada Kuran öğretiliyormuş, toplu namaz kıldırılıyormuş’ diye olay çıkarmış.
Evet, bir Rahşan, bir de Canan... Ne demişti Orhan Veli: ‘Sol elim / Acemi elim / Zavallı elim’.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2005
<B>YENİ </B>bir gazetede yazı yazmaya başlamanın tarifsiz tedirginliğini yaşarken, dün bu gazetenin okurlarından gelen mesajlarla rahatladım. Rahatladım, çünkü o mesajların büyük çoğunluğu, bir gazete yazarının en esaslı sorusu olan ‘Kime yazıyorum?’ sorusunu yanıtlıyordu.
Bilinci, ‘cepheleşme dönemleri’nin tek kelimelik yaftalarından zerre kadar etkilenmemiş tüm okurlara gönderdikleri mesajlar için teşekkür ediyorum.
Bu arada ‘tedirginlik giderici’ mesajların arasından ‘muzip bir gülümseme’ şeklinde beliren, ‘Ahmet Hakan Bey, Hürriyet yazarlarından filancayla ne zaman kapışacağınızı merakla bekliyoruz’ şeklindeki sabırsız merak duygusunu da büyük bir şaşkınlıkla karşıladığımı belirtmeliyim.
* * *
Tamam, işin içinde bir ‘espri yapma gayreti’ var, bunun farkındayım ve anlayışla karşılıyorum.
Ama yine de o esprinin ve muzipliğin altında yatan asıl duygu ve güdünün beni acayip şaşırttığını belirtmeliyim.
İki gündür şu sorunun yanıtının peşindeyim:
Bir insan, bir gazetede yeni yazmaya başlayan bir adamın, o gazetede eskiden beri yazı yazan bazı yazarlarla kapışmasını ellerini ovuşturarak neden bekler?
Neden ister böyle bir şeyi?
Kan görme, kavga seyretme arzusu desek, ülkemiz televizyonları bu tür karanlık ve marazi hevesleri fazlasıyla karşılayacak bir potansiyele sahip.
‘Bak, bizimki seni nasıl hırpalayacak, merak etme dersini alacaksın!’ ya da ‘Hadi abi, bastır, onlarınkine bir ders ver!’ şeklinde gazlama merakı desek, onun da devrinin çoktan bittiğini hepimiz biliyoruz ve görüyoruz.
‘Eski kalem kavgalarına duyulan özlem’ şeklinde iyi niyetli bir yaklaşım sergilemeye kalkışsak, inandırıcı olamayız. Çünkü öyle kelime oyunlarına dayalı, nazik ve kibar çekişmeler de uzun zamandan beri acayip demode!
O halde nedir bu beklentinin gerçek nedeni?
İşte itiraf ediyorum: Ben bulamadım!
* * *
İşin içinde bir ‘sabırsızlık’ sorunu olduğunu da unutmayalım.
Çağımızın bir ‘hız çağı’ olduğunun farkında olmayacak kadar aptal değilim ama yine de insan ister istemez ‘Bu ne hız?’ diye sormadan edemiyor.
Dün bir, bugün iki ama kavga beklentisi içinde olanlar o kadar etkileyici bir acelecilik içinde ki, insanda neredeyse ‘kavgasız bir yazının boş bir yazı olduğu’ hissini uyandırıyorlar.
‘Müşteri velinimetimizdir’ tamam ama bazı müşterilerimizin sabırsızlığı da devasa bir sorun olarak önümüzde durmaktadır.
Tabii bu arada sabırsızlık sorununa bir de ‘eşleştirme sorunu’nu eklememiz gerekir.
Çünkü muzip ve kavga meraklısı bazı okurlar, benim olası ‘düşmanlarım’ konusunda ne yazık ki hemfikir olamamışlar.
Her biri ayrı bir yazara işaret ediyorlar ki bu durumun da beni ne denli müşkül duruma soktuğunu tahmin edebilirsiniz.
* * *
Ama yine de iyimserim.
Çünkü bu durum, genel okur beklentisi şeklinde tezahür etmiyor.
Başta da belirttiğim gibi büyük çoğunluk önyargısız ve içten bir selamlamayla karşıladı beni.
Onlara yeniden teşekkür ediyorum.
Kavga beklentisi içinde olanlara da ‘sabır’ dilemekten başka elimden bir şey gelmiyor.
Yazının Devamını Oku