7 Şubat 2005
<B>BUNDAN </B>sonra hiçbir Türk filmi için <B>‘Uzak durun!’ </B>diye ahkám kesmemeye yemin etmiş durumdayım.<br><br>Çünkü şunu çok iyi anladım: Türk sinemasında iyi senaryo yok, farklı anlatım dili yok, zekice buluşlar yok, zengin bir görsellik yok ama acayip bir ‘dayanışma’ var!
Yapımcı, yönetmen, oyuncu, gazeteci ve eleştirmenin göz yaşartıcı dayanışması!
Eğer ‘al gülüm ver gülüm’ esası üzerine bina edilmiş bu kurulu düzenin içine bodoslama dalarsan, bu müthiş dayanışmanın ne anlama geldiğini fark edersin.
Ben fark ettim ve dersimi aldım.
Adamların kendi aralarında kurdukları ‘büyük dostluk cemaati’ karşısında şapka çıkarıyorum.
Ve pes ediyorum:
Gidin kardeşim, Hababam Sınıfı’na da gidin, Hırsız Var’a da gidin!
Gülmeseniz de gidin! Sesini anlamasanız da gidin!
Bir destek de siz çıkın bizim cici sektörümüze!
Getirildiğim son nokta budur!
* * *
Müthiş dayanışma karşısında pes etmiş yazarınız, artık ‘Şans Kapıyı Kırınca filmine gittim. Gülmek için kendimi zorladım. Ama Allah için tek bir espriye bile gülemedim. Gençlik günlerimin idolü Ferhan Şensoy’la ilgili güzel anılarım yıkıldı. Aman bu filmden uzak durun!’ tarzında yazılar yazmayacak.
Ya hiç yazmamayı deneyecek ya da çok mecbur kalırsa şöyle satırlar karalayacak:
‘İşte Türk sinemasının bir yüz akı daha! Daha önce Memoli ve Zeyno gibi unutulmaz karakterleri hafızalarımıza kazıyan genç ‘büyücü’ Tayfun, öyle bir film çekmiş ki, vallahi zevkten dört köşe oldum. Komik, hem de nasıl komik. Yılların Ferhan Şensoy’u bu filmle bir kez daha doğdu. Ferhan! O kelimelerle oynayarak yaptığın esprileri hem de nasıl özlemişim! Arayı açmayalım dostum! Bu filmi mutlaka görün! Hem Küba’yı keşfediyorsun, hem de gülmekten bayılıyorsun! Eline sağlık Tayfun! Yeni film ne zaman?’
* * *
Ve sıra geldi ‘açık özürler’e: Kendilerini üzdüğüm, kurulu düzenlerini bozduğum ‘görkemli camia’dan özür diliyorum.
Büyük yetenek Gamze’den, Türk sinemasının yüz akı Mehmet Ali’den, ‘ticaretini sekteye uğrattığım’ Ferdi Eğilmez’den, bana haddimi bildiren Attila Dorsay’dan...
Hatta bu ‘yapay tartışma’ nedeniyle bunalma triplerine giren İclal’den bile.
KARLI BİR GÜN İÇİN DÖRT ÖNERİ
KİTAP: Madem Orhan Pamuk’un ‘Kar’ı yüzüne bile bakılamayacak kadar ‘tüketilmiş’ durumda, o halde Falih Rıfkı Atay’ın ‘Çankaya’sını alıp Pera Palas’a kapanmaya ne dersiniz? Hazır ‘Latife Hanım’ın ‘açılamayan’ mektupları gündemi fazlasıyla meşgul ediyorken..
DVD: Madem ‘Dikey Limit’ tarzı ‘sade suya tirit’ Amerikan filmlerine kapılarınızı kapatacak kadar ‘derinlik’ arayışı içindesiniz, işte sizi ‘derinlik sarhoşu’ yapacak bir başyapıt: Doktor Jivago. İçinde aşk var, devrim var, sınıf savaşı var, ihtiras var, gencecik bir Ömer Şerif var ve üstüne üstlük bütün bu olup bitenlere ‘yoğun kar yağışı’ eşlik ediyor. Yani daha ne olsun!
ŞİİR: Madem Cenap Şahabettin’in ‘Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş / Esini gaib eyleyen bir kuş gibi kar’ diye başlayan ‘Elhan-ı şita’sı, bizi lise yıllarımızın ‘aruz’ ve ‘vezin’ adı verilen işkencelerine götürüyor, o halde gelin hep birlikte İsmet Özel’in ‘Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak’ şiirine takılalım.
YÜRÜYÜŞ: Madem Boğaz, karlı ve soğuk günlerde yürüyüşü imkansızlaştıracak kadar rüzgarlı, o halde İstiklal Caddesi’nden Tünel’e doğru ışıltılı bir yürüyüşün tam vakti.. Bu bölgedeki ‘takılabilecek’ mekan sayısının fazlalığı da işin bonusu oluyor!
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2005
<B>İKİ </B>şahsiyet arasındaki farkları belirginleştirmek için biraz geç kalındığının farkındayım. O adına <B>‘gündem’</B> denilen <B>‘yedi başlı ejderha’,</B> maalesef bu iki mümtaz zatı da yiyip bitirmiştir! Ve fakat, ‘Fotoğrafın netleşmesi için eteklerdeki taşların dökülmesini beklemeliydim’ şeklinde özetlenebilecek güçlü bir mazerete sahibim.
Ayrıca acele etmeye ne gerek var?
Cemal Süreya’nın dediği gibi ‘...Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza / 1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi?’.
Evet, geç oldu ama güç olmadı; işte Baykal ile Sarıgül arasındaki farkların belirginleştirilmesine yazarınızdan mütevazı bir katkı:
* * *
Deniz Baykal açısından iktidar, kendisinden uzak durulması gereken ‘ateşten top’tur. Mustafa Sarıgül açısından iktidar ise delegenin ikna edilmesi için kullanılabilecek bir ‘elma şekeri’dir.
Mustafa Sarıgül, herkesle dost olunabileceğini düşünecek kadar hayalcidir, Deniz Baykal ise herkesle kavgalı olunabileceğini kanıtlamakla meşguldür.
Deniz Baykal açısından parti genel başkanlığı koltuğunu korumak için her yol mubahtır, Sarıgül açısından ise iktidara giden her yol mubahtır.
Deniz Baykal, Sarıgül karşısındaki avantajının farkında olduğu için, ‘Otur oturduğun yere! Bırak bu maganda ağızlarını!’ gibi ‘bir kavga anında bile söylenmesi tehlikeli sayılabilecek’ çıkışlar yapabilir. Buna mukabil Sarıgül ise, Baykal karşısındaki dezavantajının farkında olduğu için, ‘Sayın genel başkanım, neden böyle yapıyorsun?’ diye alttan alır.
Mustafa Sarıgül, CHP’de işe afiş asarak ve mahalleli çocukları örgütleyerek başlarken, Deniz Baykal partiye ‘sınıf başkanı’ olarak giriş yapmıştır.
Sarıgül’ü çözmek kolaydır: 19 Mayıs’ta en Atatürkçü, sabah namazında en dindar, varoşta en gariban, ultra sosyetik salon toplantılarında en centilmen... Baykal’ı çözmek ise zordur: Her daim aynı!
Sarıgül’ün yüzüne yayılan gülümsemenin, en az Mesut Yılmaz’ınki kadar hakikilikten uzak olduğu bir kavga anında ortaya çıkmıştır. Buna karşılık Deniz Baykal’ın dudaklarına kondurduğu ironik kıvrım da belirginleşmiştir.
Sarıgül’ün yarı Rizeli, yarı Alman eşi Aylin Hanım’ın, Alman disiplini ile Rizeli tez canlılığı bileşkesinden oluşan duruşunun kamuoyunda nasıl bir yankı uyandıracağını bilmiyoruz; ama Akdeniz sıcaklığıyla hiç işi olmadığından emin olduğumuz Olcay Baykal’ın bu saatten sonra kamuoyunda hiçbir yankı uyandıramayacağını biliyoruz.
Deniz Baykal, okuduğu kitap sayısıyla övünürken, Mustafa Sarıgül elini sıktığı insanların sayısıyla övünür.
Medya, Mustafa Sarıgül açısından sadece ve sadece propaganda açısından ‘kullanabilecek’ bir vasıtadır. Deniz Baykal ise ‘medya’nın ‘tetikte bekleyen ve ürkütülmemesi gereken bir canavar’ olduğunu zanneder.
Sarıgül aynı anda hem ABD ile hem de İran ile dost olunabileceğini düşünecek kadar hızlıdır, Baykal ise her ikisiyle de dost olunmasının imkánsız olduğunu düşünecek kadar yavaştır. (Not: ABD ve İran’ın yerine farklı sözcükler konulabilir.)
Baykal, etrafındaki dostlarının sayısını hızla azaltmakla meşhurken, Sarıgül etrafındaki herkesin dostu olduğunu zanneder.
Sarıgül, paranın gücünün tadına ve farkına varmıştır. Baykal ise ‘parayla saadet olmaz’ ekolündendir.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2005
<B>NEDEN </B>İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı <B>Kadir Topbaş,</B> ikide bir çıkıp <B>‘Benim hasta olduğuma dair söylentiler var. Bunlar yalan. Biz bu dönemin sonuna kadar belediye başkanlığı görevini yürüteceğiz’ diye açıklama yapıyor. Gerçekten böyle bir söylenti var mı? Eğer böyle bir söylenti varsa, neden bizim kulağımıza gelmiyor? Daha da önemlisi Kadir Topbaş, neden bu söylentileri ciddiye ve dikkate almaya bu kadar meraklı görünüyor?
CHP Kurultayı’nda Parti Meclisi’ne seçilen isimlerden biri olan İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Esfender Korkmaz’ın, ‘sağcı’ olmasının Deniz Baykal tarafından mesele yapılmamasının nedenlerini anlıyoruz. Peki Esfender Korkmaz’ın geçen yıl patlak veren bir ‘seks skandalı’nda adının geçmesinin, iflah olmaz Deniz Baykal karşıtları tarafından bile ‘mesele’ yapılmamasını nasıl açıklayacağız?
* * *
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın, tam da ‘kendine özgü bir mizah dili’ni yakalamasının ardından susup köşeye çekilmesi, neden Türk mizah dünyası için bir ‘kayıp’ sayılmıyor? Türk milletinin ‘Unakıtan esprileri’ne yeniden kavuşması için neden büyük bir kampanya başlatılmıyor? Duyarlılığımızı mı kaybettik, yoksa Unakıtan esprilerine attığımız kahkahalar sahte miydi?
Madem Aylin Sarıgül, pazar günleri Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazısı yazabilecek denli kültürel birikime ve kurultay salonunda Baykal’a karşı ‘Onlar benim çocuklarım!’ diye haykıracak denli cesarete sahip, o halde neden Mustafa Sarıgül’ün yerine Baykal’a rakip olarak o çıkmadı?
Latife Hanım’ın mektuplarının açıklanmasına karşı çıkarak, ‘pusuda yatıp fırsat kollayan Atatürk düşmanları’na ‘malzeme’ vermeme kaygısı taşıyanlar, neden Türkiye’de bir tedavi sürecinin geçtiğini ve ‘eski çocukluk hastalıklarının bir daha nüksetmemek’ üzere terk edildiğine bir türlü inanmazlar?
* * *
Neden Şevki Yılmaz, Tayyip Erdoğan’ı desteklerken, Mukadder Başeğmez Erbakan’ın yanında kaldı? Yoksa gerçekten de ‘imaj hiçbir şey’ ve de ‘susuzluk her şey’ mi?
Neden Fethullah Gülen’li dizi yazılar gazeteleri 50-60 bin tirajla ihya ederken, Fethullah Gülen’in hocası Bediüzzaman Said-i Nursi’nin bir kitabı sadece 5 bin tiraj kazandırabiliyor? Yoksa Said-i Nursi aşıldı mı?
Neden milletimiz ‘Dini konularda sorun filanca hoca cevap versin’ tarzındaki köşelere, ‘Sabah namazını evde pijama ile kılıyorum. Bir sakıncası var mı?’ şeklinde sorular sormaktan bıkmaz?
‘Burası Konya değil’ çıkışıyla bastırılan ‘İstanbul’a Mevláná heykeli’ projesinin ardından şimdi de ‘İstanbul’a Fatih Sultan Mehmed heykeli’ projesiyle karşı karşıyayız. Neden heykel projelerine kafa yoranlar, İstanbul’un kültürel ve tarihi güzelliklerini ön plana çıkaracak işlerle uğraşmazlar? Birinin kolay, diğerinin zor olması, bu meseleyi açıklamaya yeter mi?
* * *
Bush’un İran halkını tehdit eden açıklamaları, özellikle İstanbul’un Nişantaşı semtindeki ‘Beyaz Türk’ kadınları arasında neden infiale yol açıyor? ‘İran ordusuna asker yazılmak isteyen Nişantaşılı sosyetik kadınlar’ haberinin ‘patlatılması’ için ne bekleniyor?
Şahnaz tango!
AYRINTILARA meraklı olmak, adamı hasta eder!
Ben de bir ‘ayrıntı meraklısı’ olarak, başıma geleceklere aldırmaksızın, gazeteleri en ince detayına kadar tararım.
Ve başıma gelecek olan gelir! Nitekim geldi de...
İşte CHP Parti Meclisi’ne seçilen Şahnaz Çakıralp’in Tercüman Gazetesi’nde yayınlanan demecinden bir cümle: ‘CHP içinde belli bir orun için hedefim yok!’.
Cümlede geçen ‘orun’ sözcüğünü okuyunca tabii hemen ‘dumur’ vaziyeti aldım.
Ve ne diyeceğimi şaşırdım.
‘Halkla aynı dili konuşmayan yeni siyasetçi’ deyip geçmekle, ‘Kardeşim ben Nurullah Ataç dönemine geri dönüp anlamsız tartışmalar yapmak istemiyorum’ diye posta koymak arasında gidip geldim.
Ama aynı röportajda Şahnaz Hanım’ın Baykal’ı ‘Mükemmel bir insan. Donanımlı, deneyimli, güçlü, karizmatik ve güvenilir’ diye tanımladığını okuyunca hiçbir şey dememeye, onu kendi haline bırakmaya karar verdim.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2005
<B>CHP’</B>nin derinliklerine nüfuz edebilmiş gazetecilerden olmadığım için ne <B>‘parti içi mücadele tarihi’</B>nin altın sayfalarına vakıfım, ne de <B>‘garaj operasyonu’</B> gibi siyaset literatürüne girmiş tarihsel olayların ayrıntılarından haberdarım. Yani CHP’yi izlerken, ‘CHP’de kim kimdir? Kim kaç kırat gelir? Kimi ciddiye almalıyız, kimden köşe bucak kaçmalıyız?’ gibi mevzularda bocalar ve tökezlerim.
* * *
‘Başka mahallenin çocuğu’ olarak ne kadar ‘meraklı’ olursam olayım ‘derin CHP’yi, bir Yalçın Bayer kadar, bir Yalçın Doğan kadar, ne bileyim bir Oktay Ekşi kadar kavramama olanak yok.
Peki ne yapacağım?
Türkiye’nin geneli için ‘önemsiz’; ama ‘derin CHP’yi kavramak için yaşamsal önem taşıyan ‘bilgi’yi nereden bulacağım?
Sorup soruşturarak bir yere varılamayacağını tabii ki biliyorum. Herkesin ‘taraf’ olduğu bir alanda, benim gibi bir ‘müptedi’nin yanıltılması çocuk oyuncağı!
Bu konuda bulduğum çıkış noktası şu: Sezgisel bilgiye sırtımı dayamak!
* * *
CHP Kurultayı’nı izlerken iki başrol oyuncusu Deniz Baykal ve Mustafa Sarıgül’den sonra en fazla dikkat çeken ‘karakter oyuncusu’ Divan Başkanı Şinasi Öktem’i de işte bu yöntemle ele aldım.
Kim olduğunu bilmiyordum, CHP’nin yakın tarihinde neye tekabül ettiğinden haberdar değildim; ama ‘sezgisel bilgi’ aracılığıyla kendisinden, hadi moda deyimle söyleyelim, fena halde ‘negatif elektrik’ aldım.
Peki neden?
İnanın bilmiyorum.
Hamasi nutuk, kör kör parmağım gözüne taraf tutma, abartılı meydan okuma filan!
Bunların hiçbiri ‘belirleyici’ değildi benim için.
Anlamsız, mesnetsiz, gerekçesiz bir ‘gıcık kapma’ hali deyip geçtim.
Derken bir gün, iki gün sonra...
Yalçın Doğan’ın Şinasi Öktem hakkında yazdığı şu cümleler dikkatimi çekti:
‘Kurultay Başkanı Şinasi Öktem, 1989-1990 arasında SHP Ümraniye Belediye Başkanı. Belediye Başkanı iken, hakkında çeşitli yolsuzluk iddiaları var. (...) Yolsuzluk iddiaları nedeniyle, Öktem hakkında çeşitli davalar açılıyor, bunlar bazı kitaplara konu oluyor. Ancak, davaların çoğu zamanaşımına uğruyor.’
Bu satırları okuduktan sonra ‘Tamam, hatırladım!’ diye haykırdım.
Sonra da ‘Vay be! Bu Şinasi Öktem, demek ki o Şinasi Öktem’miş!’ deyiverdim.
* * *
Olay şu:
Ünlü romancı Alev Alatlı, 1990’lı yıllarda ‘Or’da Kimse Var mı?’ üstbaşlıklı dört romanla fırtına gibi esmişti.
Özellikle serinin ilk kitabı ‘Viva La Muerte’, büyük gürültü koparmış ve elden ele dolaşmıştı.
Çünkü Alev Alatlı, bu romanında, İstanbul’un bir ilçesinde görev yapan sosyal demokrat bir belediye başkanının öyküsünü anlatıyordu.
Hem de ne öykü!
Kooperatifçi sosyal demokrat belediye başkanının ‘yeşil elma, keklik ve tarçın kokan’ dünyası, roman aracılığıyla 32 kısım tekmili birden gözler önüne seriliyordu.
Bu romanı su gibi okumuştum.
Daha sonra da Alev Alatlı’nın, bir dönem Ümraniye Belediye Başkanı Şinasi Öktem’in ‘danışmanlığı’nı yaptığını öğrenmiş ve romanda anlatılanların aslında bir tanıklık olduğuna kanaat getirmiştim.
Ve tabii herkes gibi romanı bir kez daha ‘Kim kimdir’ bulmacasını çözerek okumaya çalışmıştım.
* * *
Romanın içeriğine girmeyeceğim. Ama şu kadarını söyleyeyim: Deniz Baykal, kurultayda yaptığı ‘Mustafa Hakkında Her Şey’ başlıklı konuşmasında neleri ön plana çıkarıyorsa, bir tür ‘Şinasi hakkında her şey’ diyebileceğimiz o romanda da benzer konular ön plana çıkıyordu!
Tabii romanda bir de felsefi derinlik vardı ki bu konumuz dışı.
Şimdi Deniz Baykal’a şunu öneriyorum:
Hemen bir ‘Viva La Muerte’ bulup okusun, ardından da ‘Ümraniye’de 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan ‘Hekimbaşı Çöplüğü’nün patlaması olayında suçlu bulunan başkan kimdi?’ diye düşünsün!
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2005
<B>GELİN,</B> ilk bakışta herkesin üzerinde ittifak edebileceği bir cümle kuralım:<br><br><B>‘Başbakan Tayyip Erdoğan, sandalyelerin uçuştuğu, kanlı görüntülerin ortaya çıktığı CHP Kurultayı’nı büyük bir keyifle izlemiştir.’ Hiç de aykırı bir cümle değil bu!
Çünkü, ‘Erdoğan CHP Kurultayı’nı izlerken ne hissetmiştir?’ diye kime sorsak, aldığımız ve alacağımız yanıt budur!
Ben denedim ve siyasetle ilgilenenlere ‘Sizce Erdoğan, CHP’de olup bitenlerden memnun mudur?’ diye sordum.
Bana söylenen aşağı yukarı şöyle bir şeydi:
‘Bu ne kadar boş bir soru! Tabii ki keyif alarak seyretmiştir. En büyük rakibinin içine düştüğü içler acısı durum karşısında sevinmesin de ne yapsın!’
* * *
Zaten Kurultay salonunda Baykal taraftarlarının Sarıgül’e yönelik olarak attıkları ‘AKP seninle gurur duyuyor’ sloganı ve Sarıgül’ün buna verdiği ‘AKP asıl Baykal’la gurur duyuyor’ yanıtı, CHP’nin her iki kanadının da bu ‘genel kabul’e teslim olduğunu gösteriyor.
Yani bir taraf ‘CHP’nin başına Sarıgül gelirse Erdoğan bundan memnun olacak’ demeye getiriyor, öbür taraf da Erdoğan’ın Baykal’dan çok memnun olduğuna işaret ediyor.
CHP dışından gelen yorumlara baktığımızda ise şunu görüyoruz:
Tayyip Erdoğan aslında, CHP’yi düşürdükleri durum nedeniyle her iki tarafla da gurur duyuyor, her iki tarafa da minnettar.
* * *
Erdoğan’ın ve kurmay heyetinin CHP Kurultayı’nı izlerken ne hissettiklerini tabii ki bilemiyorum.
Sevinmişler midir, yoksa başka türlü bir ruh haline mi girmişlerdir, bir fikrim yok!
Ama bildiğim bir şey var:
Eğer seviniyorlarsa, derhal bu sevinç havasına son vermeliler!
Çünkü kendileri açısından ortada bırakın ‘sevinilecek’ bir durumu, acilen önlem alınması gereken, çok tehlikeli bir süreç başlıyor.
* * *
Gelin, şimdi, bu tehlikeli sürecin ipuçlarını tek tek ele alalım:
BİR: Güçsüzleşmiş ve kendisinden umut kesilmiş bir CHP, Türkiye’deki tüm dengeleri sarsar. Etkisiz bir muhalefetin doğuracağı boşluk, en başta hükümeti zora sokar.
İKİ: İktidarın boşluk kaldırmayacağı ne kadar doğruysa, muhalefetin de boşluk kaldırmayacağı o kadar doğrudur. Eğer ‘parlamenter düzen’in vazgeçilmez unsuru ‘muhalefet’ erirse, devreye ‘parlamenter düzen’in hiç de benimsemeyeceği başka güçler girer ki, bu da hem iktidar açısından, hem de Türkiye demokrasisi açısından büyük sorun demektir.
ÜÇ: Yüzde 10’lara gerilemiş CHP nedeniyle, Tayyip Erdoğan’ın çok hoşnut kaldığı ‘iki partili sistem’ son bulur ve Tayyip Erdoğan’ın hiç istemeyeceği bir gelişme yaşanır: Barajın hemen altında bekleyen partiler yapılacak ilk seçimde barajı aşarak parlamentoya girer! Bu da ‘iki partili sistem’in sonu demektir!
DÖRT: Gücünü tüketmiş ve parti içi sorunlara kilitlenmiş bir CHP, toplumsal barışın da zedelenmesine neden olur. Talepleri meşru sistem içinde dile getirilmeyen memnuniyetsiz kitle huzursuz olur. Bu huzursuzluk da toplumsal barışın bozulmasına yol açar.
BEŞ: Baykal’lı CHP’nin alabileceği oy potansiyelinin iyice gerilediği açık gerçek. Bu nedenle Kurultay’dan çıkan ‘Baykal’la devam’ kararı da hükümet açısından hiç de ‘olumlu’ bir karar olarak görülmemelidir. Bugün seçim yapılsa, Baykal’lı CHP’nin tahminlerin ötesinde gerilediği ortaya çıkacaktır.
ALTI: Hükümet kanadı açısından ‘sihirli denge’ şudur: Yüzde 20’lerde seyreden bir CHP! İktidar, ancak böyle bir CHP’nin varlığıyla istikrarlı yapıyı koruyabilir.
* * *
Kısacası:
Tayyip Erdoğan ve arkadaşları CHP’nin içine düştüğü acıklı durum karşısında, eğer seviniyorlarsa, buna derhal son vermeliler!
Sevinmeye son verdikten sonra da ‘biraz daha güçlü bir CHP’ için hep birlikte dua etmeliler!
Yani durum bu kadar kritiktir.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2005
UTANARAK ve sıkılarak yazıyorum: Kavga seyretmeye bayılırım!Başkalarının başına gelen felaketlere seyirci olmaktan zevk almanın, insanoğlunun en marazi ve en karanlık taraflarından biri olduğunu biliyorum.Ama yine de irademe hákim olamıyor ve o ‘güçlü isteği’ bastıramıyorum.Elimde değil, ne yapayım?İşte bu yüzden CHP Kurultayı’nın benim marazi taraflarıma seslendiğini utanarak ve sıkılarak kayda geçiriyorum.***13 saatlik keyifli seyirliğinin ardından tabii ki ne ‘Atatürk’ün partisinin içine düştüğü duruma bakın!’, ne de ‘Kaybeden CHP oldu, içim kan ağlıyor’ diye ağır ve sıkıcı bir analiz kaleme alabilirim.Yapabileceğim sadece şu: İşin ruhuna uygun notları sizlerle paylaşmak:Bilmiyorum, CHP Kurultayı’nda uçuşan sandalyelerle, bir zamanlar MHP Kongresi’nde uçuşan sandalyeler arasındaki acayip benzerlik sizin de dikkatinizi çekti mi? Ben sadece şu kadarını söyleyeyim: Eğer Kurultay’ın en ateşli anında bir CHP’li çıkıp da ‘Hainler için yaşasın illegalite!’ diye olaya el koysaydı, inanın hiç yadırgamayacaktım.Baykal’ın tam 4.5 saat süren ‘Mustafa hakkında her şey’ başlıklı nutkunu dinlerken ‘İşte şimdi Sarıgül mazlum oldu, bizim millet mazlumu sever’ diyecektim ki, ekrana Sarıgül’ün 15 kişi tarafından zor zaptedilen görüntüsü gelmesin mi? Sustum, kaldım vallahi!Deniz Baykal’a dikkat ettiniz mi: Ben Baykal’ın herhangi bir memleket meselesi karşısında hiç böyle heyecan duyduğuna tanık olmamıştım. Gençleşti, kıvraklaştı, hitabet gücü tavan yaptı, yüzüne kan geldi, yaşam enerjisiyle doldu. Kelimenin tam anlamıyla ‘fırtına’ oldu! Demek ki neymiş: Baykal’ın ataletten kurtulması için arada sırada ‘parti içi mücadele’ olayının çıkarılması gerekiyormuş!13 saat süren 13. Olağanüstü Kurultay! Bilmiyorum, işin içine ‘13 rakamı’nın uğursuzluğu girdi mi? Ama bildiğim bir şey var ki: Mustafa Sarıgül’ün karizması çizilmiştir. Sahneye fırlamalar, söz almadan inmem demeler, sonra inmek zorunda kalmalar, Baykal’a yerinden laf atmalar, etkileyicilikten uzak ve dağınık bir konuşmayla yetersiz kalmalar filan. Bence Sarıgül, bu performansa göre yine de iyi oy aldı.Salonda atılan sloganların en anlamlısı Baykal taraftarlarından geldi. Baykalcılar, Sarıgül’e ‘AKP seninle gurur duyuyor’ diye bağırınca, Sarıgül de yanıt olarak, ‘AKP asıl Baykal’a gurur duyuyor’ diye çıkış yaptı. Bana kalırsa her iki yaklaşım da eksik kaldı. Çünkü AKP, her iki tarafla da mutlaka gurur duymuştur.Deniz Baykal, ‘dişine göre rakip bulmuş pehlivan’ yaklaşımını o kadar abarttı ki, bir ara Sarıgül taraftarlarına karşı bir tür Hakkı Devrim tavrı bile koydu. ‘Halef’ ile ‘selef’ arasındaki anlam farkını bilmeyen Sarıgülcüler’in ‘Halefini açıkla’ demek yerine ‘Selefini açıkla’ diye bağırmalarıyla kafa bulan Deniz Baykal, ‘abandone’ olan Sarıgül karşısında resmen şov yaptı.UNUTULMAZ SÖZLEROtur aşağı otur! Buraya gelince konuşursun! (Deniz Baykal)Senin ağababaların bile beni kovalayamadı! (Deniz Baykal)Sayın genel merkezimiz! (Mustafa Sarıgül)AKP’li mücahitler müteahhit olmuş! Siz hálá bir şey yapamıyorsunuz Sayın genel başkanım. (Mustafa Sarıgül)Sesi açın sesi! Sesi açın! Şu sesi açar mısın aslanım! (Mustafa Sarıgül)Belinde silah var, onu çeksene! (Divan Başkanı Şinasi Öktem)
button
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2005
<B>MEHMET Ali Erbil </B>gibi <B>‘Dünyasından uzak olduğum için her daim kıvanç ve övünç duyacağım’</B> birine cevap yetiştirmek durumunda kalmanın ne hazin bir talihsizlik olduğunun tabii ki ben de farkındayım.Ama hayat bu!
Bazen istemediğimiz şeyleri yapmak zorunda kalıyoruz.
* * *
Olay şu:
Bir insanlık borcunu ifa etmek adına ‘Hırsız Var’ ve ‘Hababam Sınıfı Askerde’ adlı filmlerden uzak durmanızı salık veren bir yazı yazmıştım.
Bunun üzerine her iki fiyaskonun da başrol oyuncusu Mehmet Ali Erbil, beni ‘vatan haini’ ilan etti.
Bakın, yazdığım yazı kendisine hatırlatılınca ne demiş:
‘Ben bu insanların Türk olduğundan bile şüphe ediyorum. Onları vatan haini olarak görüyorum. Amerikan filmlerinden komisyon alıyorlar galiba. Türk malını, Türklüğümüzü savunacaklarına böyle konuşmaları düşündürücü.’
Mehmet Ali Erbil’e şunları söylemek isterim:
‘Vatan sevgisi’, bol küfürlü kantin esprileri karşısında ‘Aman ne komik bir film bu. Kahkaha atarken neredeyse koltuktan düşecektim. Mehmet Ali bir harika!’ filan diye ‘kıyak çeken’ yazılar döşemeyi gerektiriyorsa...
‘Vatan sevgisi’, ‘Tamam, senaryo berbat, ses anlaşılmıyor, espriler avam ama siz yine de bu filme gidin, çünkü bu filmi Türkler çekti’ demeyi gerekli kılıyorsa...
‘Vatan sevgisi’, tamamen tüccar kafasıyla çekilen filmler için, ‘Yahu bu filmler piyasa işi film kategorisine bile girmez, paranıza da, vaktinize de yazık’ diye yazmak yerine, ‘Ay şekerim, Mehmet Ali ne güzel küfür ediyordu, bayıldım vallahi!’ diye yazmayı zorunlu kılıyorsa...
‘Vatan sevgisi’, Mehmet Ali Erbil’in filmde giydiği g-string’i banal ve grotesk bulmak yerine ‘Aman! Bu ne yaratıcı buluş!’ diye selamlamayı gerektiriyorsa...
‘Vatan sevgisi’, Amerikan filmlerinin hegemonyasından kurtulmak için en şapşal Türk filmlerine bile gaz vermenin zorunlu olduğunu düşündürtüyorsa...
‘Vatan sevgisi’, bırakın ‘yüksek sanat eseri’ni, sıradan bir piyasa filmi için bile gerekli olan tekniklerin ihmal edildiği filmlere ‘Sakın gitme!’ diyene ‘Sus bakalım, terbiyesiz’ diye karşılık verdiriyorsa...
‘Vatan sevgisi’, acıklı güldürme çabaları karşısında ‘Aman bizim cici Türk sinema sektörüne darbe vurmayalım, herkese bu filmi tavsiye edelim’ demeyi gerektiriyorsa...
‘Vatan sevgisi’, hepimizin hafızalarında yer etmiş ve içine işlemiş güzelim ‘Hababam Sınıfı’ filmlerinin aziz hatırasının, ticari kaygılarla sömürülmesi karşısında sus pus olmayı gerektiriyorsa...
‘Vatan sevgisi’, Türk sinema sektörüne destek vermek adına, her türlü avamlığa Fellini filmi muamelesi çekmeyi gerektiriyorsa...
‘Vatan sevgisi’, vasat beğeniler cennetinin verimli ortamından cesaret bularak çekilmiş; ama vasat beğenilerin bile altında kalmış filmlere karşı, ‘Sesimizi çıkarmayalım, sektör bunalıma girer’ demeyi gerektiriyorsa...
‘Vatan sevgisi’, ucuz ve banal filmler için ‘Bu ucuz ve banal bir filmdir. Gitme kardeşim!’ demeye engelse...
* * *
Evet, eğer bütün bunlar söz konusuysa...
Mehmet Ali Erbil ve onun gibi düşünenlere ‘Haklısınız, ben vatan hainiyim’ diye haykırıyor ve ekliyorum:
‘Bundan sonra da vatan hainliğine devam edeceğim.’
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2005
<B>İLK </B>gençliğimde benim de yolum <B>Orhan Veli</B>’den geçti. Ama, tabii ki ‘ağlamaklı ses tonu’ ve abartılı el kol hareketleriyle şiir gecelerinde gözlüklü kızların okudukları ‘Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda / Dokunabilir misiniz gözyaşlarıma ellerinizle’ şiiriyle hiç işim olmadı.
Ben daha çok ‘Dalgacı Mahmut’ gibi, ‘Macera’ gibi, ‘Vatan İçin’ gibi muzip ve ‘fırlama’ Orhan Veli şiirlerine takıldım.
Biraz büyüyüp Türk edebiyatının derin sularına dalınca herkes gibi ben de Orhan Veli’yi aştım!
Çünkü ‘İkinci Yeni’nin adamı sersemleten dünyasına kapağı atmıştım.
Daha ne olsun!
Artık benim şairlerim Ece Ayhan, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Turgut Uyar, İsmet Özel gibi gençlik bunalımlarını kışkırtan ve ‘vurup geçen’ isimlerdi.
Bir yeniyetmeydim ama her yeniyetme gibi kendimden emindim: ‘Has şiir’e yelken açtığımı düşünüyordum.
Orhan Veli için ‘Türk şiirini bir espriye kurban etmiş derinliksiz şair’ gibi laflar ediyordum.
O benim için bir ‘çocukluk hatası’ydı.
Ve gün geldi, ben de herkes gibi ‘Gençlere özgü köşeli ve ödünsüz yaklaşımlar’dan uzaklaşıp kendimi herkese ve her şeye karşı biraz daha ‘hoşgörülü’ hissetmeye başladım.
Bundan tabii ki ‘çocukluk arkadaşım’ Orhan Veli de nasibini aldı.
Şimdi artık arada bir yüzüme yayılan bağışlayıcı bir gülümsemeyle Orhan Veli şiirlerine göz atıyorum.
Çocukluk günlerimizin geçtiği kasabalara gitmek gibi bir şey!
Hissettiğim bu.
* * *
Hemen belirtmeliyim: Benim inişli çıkışlı Orhan Veli maceramda bir de Erol Güney diye bir ismin yeri olmuştur.
Çünkü Orhan Veli, iki ‘matrak’ şiirinde ‘Erol Güney’in kedisi’nden söz ediyor ve okuyanın zihninde ‘Kim bu Erol Güney?’ sorusu kaçınılmaz olarak yer ediyordu.
Bir ‘meraklı’ olarak ben de bu sorunun peşine düştüm. Çok sınırlı kaynaklardan edinebildiğim bilgiler üç cümleden ibaretti: Ankara’da gazetecilik yapıyormuş, aslen Rus Yahudisiymiş ve yıllar önce İsrail’e göç etmiş.
Başka bilgi yoktu.
* * *
Derken bir gün Türkiye’de yaşayan Yahudilerin yayın organı Şalom gazetesinde ‘Telaviv Mektubu’ başlıklı köşe yazılarında Erol Güney imzasına rastladım.
İsrail’de olup bitenleri, tabii ki İsrail perspektifinden yorumlayan yazılar!
‘Demek ki Erol Güney İsrail’de de gazetecilik faaliyetini sürdürüyormuş’ diye not ettiğimi anımsıyorum.
* * *
Geçenlerde bir kitapçı vitrininde ‘Erol Güney’in Ke(n)disi’ adlı kitapla karşılaştığımda içimden ‘Tamam’ dedim, ‘Artık benim için Erol Güney muamması çözülüyor.’
Heyecanla aldım kitabı ve su gibi okudum.
Ve inanılmaz bir yaşam öyküsü çıktı karşıma:
Birinci Dünya Savaşı başlarken Rusya’da doğmuş Yahudi çocuğunun Türkiye’ye göçü, Erol adını alması, gazeteciliğe başlaması ve yaptığı bir haber yüzünden ‘casusluk’ suçlamasıyla önce Yozgat’a sürülmesi, ardından vatandaşlıktan çıkarılması ve sonunda İsrail’e yerleşmesi.
Ayrıntısı kitapta var.
* * *
Ve tabii kedi şiirleri..
Orhan Veli’nin ‘Erol Güney’in Kedisinin Bahar Mevsiminde Toplum Meseleleri Karşısında Takındığı Tavrı Anlatan Şiirdir’ başlığı altında yazdığı şu üç dize: ‘Bir erkek kediyle bir parça ciğer / Dünyadan bütün beklediği / Ne iyi!’
Ve tabii ‘Erol Güney’in Kedisinin Hamileliğini Anlatır Şiirdir’ başlığıyla yazılan şu dizeler: ‘Çıkar mısın bahar günü sokağa / İşte böyle oturursun / Böyle yattığın yerde / Düşünür düşünür / Durursun.’
Kitapta bu şiirlerin öyküleri de var.
‘Türk edebiyatının en meşhur kedisi Edibe’ ile sahibi Erol Güney’i merak edenler için Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan, Haluk Oral ve M. Şeref Özsoy’un titizlikle hazırladıkları kitap bulunmaz bir nimet.
‘Durup ince şeyleri anlamaya vakti olanlar’a hararetle tavsiye edilir.
Yazının Devamını Oku