Ahmet Hakan

Mumcu olayını doğru anlamak!

17 Şubat 2005
<B>ERKAN Mumcu </B>olayını doğru anlamak için öncelikle <B>‘Tayyip Erdoğan ile Erkan Mumcu arasında dünya görüşü farklılığı var!’ </B>şeklindeki yorumların tümünü unutmamız gerekiyor. Çünkü ‘Arada büyük fark var’ şeklindeki yaklaşımlar ve analizler, olayı doğru anlamamızın önündeki en önemli engeldir.

Öncelikle şu ‘iddialı’ tezi ortaya koyalım:

Tayyip Erdoğan ile Erkan Mumcu arasında ‘dünya görüşü’ ve ‘temel politikalar’ bakımından hiçbir fark yoktur!

***

İşte en tartışmalı alanlarda iki ismin yaklaşımları:

- Erdoğan ne kadar ‘türban özgürlüğü’nden yanaysa, Mumcu da o kadar ‘türban özgürlüğü’nden yanadır. Aradaki tek fark, Erkan Mumcu’nun eşinin başının açık olmasıdır.

- Erdoğan, ne kadar AB yanlısıysa, Mumcu da o kadar AB yanlısıdır. Arada hiçbir fark yoktur.

- Erdoğan, imam hatiplerin önünün açılmasını ne kadar istiyorsa, Mumcu da o kadar istemektedir. Din eğitimi konusunda yaklaşımları aynıdır.

- Erdoğan’ın düşünce özgürlüğü konusundaki tavrı ne ise Mumcu’nun tavrı da aynıdır.

- Erdoğan’ın ‘resmi ideoloji’ konusundaki olumsuz yaklaşımlarıyla Mumcu’nun görüşleri arasında bir fark yoktur.

- Erdoğan’ın ‘vesayetçi yönetim’e karşı duyguları ne ise Mumcu’nun duyguları da aynıdır.

- Erdoğan’ın üniversite konusundaki hayalleriyle Mumcu’nun hayalindeki üniversite arasında bir fark yoktur.

- Erdoğan’ın dini özgürlükler konusundaki genel yaklaşımlarıyla Mumcu’nun yaklaşımları arasında fark yoktur.

***

Ve biraz daha ‘iddialı’ bir yaklaşım:

Erdoğan, Mumcu ile kıyaslandığında daha merkezdedir!

Çünkü Erdoğan, memleket meselelerinin uhulet ve sühuletle halledilmesi gerektiğini savunup ‘idare-i maslahatçı’ bir yaklaşım sergilerken, Erkan Mumcu ‘daha radikal’ adımlar atılmasını savunmaktadır.

Yani Erdoğan, ‘derin güçleri’ ürkütmemek için sorunları erteleme yolunu seçen klasik bir ‘merkez politikacısı’ portresi çizerken, Erkan Mumcu sanıldığının aksine, daha köktenci adımların atılmasını savunan ‘devrimci politikacı’ yaklaşımı sergilemektedir.

Örnek mi?

İşte son tartışma:

Erkan Mumcu, üniversite affının türban sorununun çözümü noktasında önemli bir açılım getirmediğini, bir idare-i maslahat olduğunu savunup, ‘Türban sorununun çözümü için sonu referanduma kadar gidebilecek bir Anayasa değişikliğini göze almamız gerekir’ demiştir.

Yani?

Yani Erkan Mumcu’ya ‘Dincilere daha fazla katlanamadığı için AKP’den kopmuş laik politikacı’ muamelesi yapmaktan bir an önce vazgeçelim.

***

Peki Erdoğan ile Mumcu arasında ‘dünya görüşü’ ve ‘temel politikalar’ konusunda bir fark yoksa, hatta Mumcu, Erdoğan’a göre ‘daha radikal’ ise bu istifa da neyin nesi?

Bence bu sorunun yanıtını ‘yaşam tarzı’ farklılığında aramalıyız.

Aynı temel politikaları savunan insanlar arasında bile bazen ‘kültür farkı’ doğar ve bu boğucu fark, tarafları birbirinden koparır!

Bu bir ‘Safran-Ziya Şark Sofrası gerilimi’dir.

Bakın Güneri Cıvaoğlu, dünkü yazısında Mumcu ile ilgili gözlemlerini nasıl anlatmış: ‘... Mumcu, AKP’nin ‘Ağır ol da molla desinler’ havasında/havasızlığında uzun süre yaşayamazdı. Mumcu, film setlerinde yönetmen yardımcılığından gelen, bağlama çalan, sanat mayasıyla yoğrulmuş bir adam. Delişmen ruhlu! AKP’nin iç kabinesinde çizilen ve tebliğ edilen kırmızı çizgiler üzerinde politika yapamaz. Uçağın en önünde oturur, duble viskisini getirtir. Yanında İslam’ı en toleranssız yaşayan bir milletvekili varken, onlara hiç aldırmadan yudumlar.’

Bilmem, anlatabildim mi?
Yazının Devamını Oku

Orhan Pamuk üzerine tezler

16 Şubat 2005
<B>ORHAN Pamuk’</B>un <B>‘Türkiye’de 30 bin Kürt öldürüldü, bir milyon da Ermeni’</B> şeklindeki açıklaması karşısında tabii ki sinir olunabilir, tabii ki protesto yürüyüşü düzenlenebilir, tabii ki karşı tezler ileri sürülebilir, tabii ki sert açıklamalar yapılabilir, tabii ki kınama bildirileri yayınlanabilir. Yapılmaması gereken şudur: Olayı bir linç psikolojisi içine sokmak!

Biliyorum, herhangi bir aykırı yaklaşım sergileyene karşı ‘Vatan haini!’ diye haykırmak artık bizim geleneksel refleksimiz haline gelmiş durumda.

Tamam, buna katlanabiliriz.

Ama ‘Susturun şu haini!’ filan gibi yaklaşımlar ve hedef göstermeler racona terstir, tehlikelidir, en hafifinden ayıptır.

Ayıp olan başka şeyler da var.

‘Mal bulmuş mağribi’ fırsatçılığıyla saçma sapan tezlere sarılmak!

***

Bakın son günlerde sağda solda Orhan Pamuk hakkında hangi tezler ileri sürülüyor:

BİRİNCİ TEZ: Zengin bir adam olan Orhan Pamuk, geçim derdi filan olmadığı için günler boyunca hayallere dalıp kitaplar yazma fırsatını bulmuştur. Eve götüreceği ekmeğin derdini düşünmediği için hayallere dalabilmiş ve meşhur olmuştur. Bu fırsat bana tanınsa, ben de onun gibi yazar olurdum.

İKİNCİ TEZ: Orhan Pamuk’un şeceresini ortaya çıkardık. Bu adam Türk değilmiş. Selanik kökenli bir Sabetayist imiş. Bu yüzden hainlik yapması normaldir.

ÜÇÜNCÜ TEZ: Orhan Pamuk, bütün kitaplarını Batılılar beğensin diye yazıyor. Batı’da moda olan edebiyat beğenilerini takip ediyor ve o beğenilere seslenen romanlar kaleme alıyor. Onun bütün sırrı burada. Yani yaptığı basit: Al eline kalemi, Batılı neyi bekliyorsa ona göre yaz ve meşhur ol!

DÖRDÜNCÜ TEZ: Orhan Pamuk’un Batı’da etkili çevrelerde dostları var. Genellikle Yahudi lobisine mensup bu etkili dostlar, hiç hak etmediği halde Orhan Pamuk’u parlatmaktadır. Orhan Pamuk rüzgárının nedenlerini burada aramalıyız.

***

Uzun bir süreden beri sağda solda konuşulan bu tezler, uygun ortamı bulduğu için şimdi yeniden dolaşıma sokulmuş durumda.

Bugünlerde ‘Yaşadığımız dünyayı komplolarla açıklamaya fazlaca meyyal’ tüm okumuş yazmışlarımız, bu tezlerle karşılaştıkça kendilerini Orhan Pamuk olayını çözmüş gibi hissediyorlar.

Kendilerinin kafa konforunu sarsmak istemem ama, benim tüm bu tezler karşısında birkaç basit sorum var:

BİR: İyi kitap yazmakla, ekmek parası derdinde koşmak arasında dolaylı ya da doğrudan herhangi bir bağ olsaydı, yoksulluk içinde inim inim inlerken dünya edebiyatının şaheserlerini kaleme almayı başarmış yazarlar çıkmazdı.

İKİ: Eğer eleştirinizi, ‘Orhan Pamuk Türk değil, bu yüzden böyle sözler söylüyor’ şeklinde bir mantığa dayandırırsanız, bir gün ataları Malazgirt’te savaşmış bir adam çıkıp da benzer şeyler söylediğinde apışıp kalırsınız!

ÜÇ: Madem Orhan Pamuk, bütün kitaplarını Batılıların beğenilerine göre ve oryantalist yaklaşımlarla kaleme alıyor, ‘şöhret budalası’ bakımından acayip verimkár olan bu topraklardan neden aynı formülü uygulayıp dünyayı sarsan başka yazar çıkmıyor?

DÖRT: Batı’da etkili dostlarla ‘dünya çapında yazar’ olmak mümkünse ‘Bir ayağı Batı’da olan’ nice anlı şanlı adam neden bu işi bir türlü kıvıramıyor?

***

Bu arada bir de şöyle bir şey var: ‘Ben bu adamın kitabını okudum, ilk beş sayfadan sonra sıkılıp bıraktım. Kendisi zaten beş para etmez bir yazardır’ filan da demeyelim.

Çünkü yarın öbür gün ‘Su gibi okuduğumuz, ayılıp bayıldığımız’ bir yazar çıkıp aynı şeyleri söyler, ne yapacağımızı bilemeyiz.
Yazının Devamını Oku

Misyonerlik manifestosu

14 Şubat 2005
Bundan böyle ne zaman:<br><br>- Herhangi bir televizyon programında ‘üç kızgın ilahiyatçı, gariban pozuna bürünmüş iki misyoner ve araya attırılmış haşin ve sert <B>Aytunç Altındal’</B> karmasını ‘misyonerlik tartışması’ yaparken görürsem, yapılan bu programın temel amacının misyonerlik faaliyeti olduğunu düşüneceğim... Bundan böyle ne zaman:

- Sayın ilahiyat profesörü Zekeriya Beyaz’ı, saha avantajını kullanarak televizyon stüdyosunda, tevazu abidesi kesilmiş zavallı misyonerlere, gözlerinden ateşler saçarak saldırdığını görürsem, Zekeriya Beyaz’ın Türkiye’de Hıristiyanların sayısını artırmak için özel olarak görevlendirildiği sonucuna varacağım.

Bundan böyle ne zaman:

- ‘Malatya’da 148 ev kilise oldu’, ‘Her yerde gizli İncil dağıtılıyor’ ya da ‘Her üç Türk gencinden ikisi Hıristiyan olma tehlikesiyle karşı karşıya’ başlıklı gazete haberlerine rastlarsam, ‘yalan’ olduğunu anlamak için herhangi bir veriye dayanmaya bile ihtiyaç duyulmayan bu haberlerin arkasında ‘acemi Hıristiyan propagandistleri’nin olduğu kanaatine varacağım.

***

Bundan böyle ne zaman:

- ATO gibi ‘ulusalcı’ odakların, gerçekleri gözler önüne sermek yerine, milletin kanını kaynatmak amacıyla yaptırdıkları ‘Türkiye Hıristiyanlaştırılıyor’ başlıklı sözde araştırmalara rastlasam, Sinan Aygün ve benzerlerinin ‘gizli misyoner’ olduklarına inanacağım.

Bundan böyle ne zaman:

- ‘14 Şubat Sevgililer Günü’ konuşması yapar gibi konuşan bir misyonerin karşısında, ağzından köpükler saçarak konuşan bir İslamcıyla karşılaşsam, o İslamcının Güney Kore’den gönderilen paralarla cebini doldurduğuna ikna olacağım.

Bundan böyle ne zaman:

- ‘Biz Türkiye’de dinimizi rahat bir şekilde anlatabiliyor muyuz? Biz anlatamadığımıza göre Hıristiyanlar da anlatmasın’ mantığıyla misyonerliğin yasaklanmasını talep eden herhangi bir Müslüman aydınla karşılaşsam, o adamın İslam dinini ‘çifte standart’ içinde bir din olarak takdim eden bir ‘gizli din düşmanı’ olduğuna inanacağım.

***

Bundan böyle ne zaman:

- ‘Ümraniye’de tam 89 apartman dairesi kilise oldu’ diye ortalığı ayağa kaldıran herhangi birini görürsem, bütün işi gücü bırakıp o kişiden ‘Bana bu 89 apartman dairesini tek tek göster’ diye talepte bulunacağım. Eğer gösteremezse kendisini ‘yalancı’ ilan edeceğim.

Bundan böyle ne zaman:

- İslam’ın görünür görünmez her türlü tezahürüne karşı abartılı bir karşıtlık içinde olduğunu bildiğimiz herhangi bir ‘ulusalcı’dan, ‘misyonerlik faaliyetleri’ne karşı bir açıklama görsem, yüzümü buruşturup geçeceğim.

Bundan böyle ne zaman:

- ‘Gariban halkımız para vaadiyle Hıristiyan yapılıyor’ diye bir tezle karşılaşsam, ‘Ne kadar gariban olursa olsun eğer bir adam para karşılığı dinini satıyorsa, ondan hiç kimseye hayır gelmez birader! Bırak dağınık kalsın’ diye karşılık vereceğim.

Bundan böyle ne zaman:

- Misyonerlik faaliyetlerinin yasaklanmasını talep edenlerle karşılaşsam, ‘Galiba sen kendi dini inancının temel felsefesine yeterince güvenmiyorsun! Dinine güven! İnancına güven! Bırak eşit şartlarda sen de, karşındaki de dinini anlatsın! İnanan inanır, inanmayan inanmaz. Yasaklansın demek yerine eşit şartlarda anlatalım talebinde bulun’ diye nasihat edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Üç açıklama

11 Şubat 2005
<B>BU </B>bir <B>‘yayınımız ses getirdi’</B> yazısı değildir.<br><br>Bu yazının, üzerinde soğuk <B>‘mahkeme mühürleri’</B>nin bulunduğu sarı zarfların içinden çıkan tatsız ve sevimsiz <B>‘tekzip’</B> metinleriyle de hiçbir ilgisi yoktur. Bu yazının tek bir amacı vardır:

Haklarında ahkám kestiğimiz kişilere, ‘kutsal cevap hakkı’nı tanımak!

Yasal gerekçelerle değil; tamamen ahlaki kaygılarla...

(NOT: Aşağıda okuyacağınız açıklamaların sahiplerinin ikisinin soyadının, birinin de adının ‘Yılmaz’ olması tamamen tesadüften ibarettir. Yazar, bu üç açıklamayı peş peşe yayımlayarak herhangi bir imada bulunmamaktadır.)

***

ATIF YILMAZ’IN MEKTUBU: Atıf Yılmaz, ‘Sevgili Ahmet Hakan kardeşim!’ diye başlayan mektubunda şunları söylüyor: ‘Bugünkü ‘Eğreti Gelin Kuran’da Varmış!’ başlıklı yazınızdaki bir iki yere değinmek isterim. Önce belirtmek isterim ki cehaleti aldırmazlıkla karşılayanlardan biri, herhalde değilim. Ayrıca ‘Eğreti Gelin’in Kuran’da var olduğunu iddia edecek kadar da cahil değilim! ‘Eğreti Gelin’in ne olup olmadığını, hatta olup olmadığını defalarca konuştuk. Bu konu hakkında daha fazla spekülasyona gerek olmadığını düşünüyorum. Gelelim ayet ve hadislere: İslami bilgimin çok derin olmadığını bilmekle birlikte, ‘ayet’ ile ‘hadis’in ne olduğunu bilecek kadar yeterli olduğunu söyleyebilirim. Ancak bazen konuşurken ifade ettiğimiz tonlar, yazı dilinde aynı biçimde ifade edilemez. Röportajda söylediklerim, yazı dilinde, hadislerin de Kuran-ı Kerim’de olduğunu ifade etmişim izlenimi vermiş size. Her neyse... Cehalete gülmem; ama kendi cehaletime çok güldüğüm olmuştur. Gördüğünüz gibi buna da güldüm. Ama geçemedim. Sevgiler... Atıf Yılmaz.

***

ŞEVKİ YILMAZ’IN AÇIKLAMASI: Kapatılan Refah Partisi’nin yükselişinde büyük pay sahibi olan, 28 Şubat döneminin en tartışmalı ismi Şevki Yılmaz, gönderdiği açıklamada ‘Hiçbir siyasi partiyle ilişkim yok’ mesajı verdi: ‘Sevgili Ahmet Hakan, 4 Şubat 2005 tarihli ‘Merak Ettiklerim’ başlığıyla yazdığınız yazınızın şahsımla alakalı bölümünde ‘Neden Şevki Yılmaz, Tayyip Erdoğan’ı desteklerken, Mukadder Başeğmez Erbakan’ın yanında kaldı? Yoksa gerçekten de ‘imaj hiçbir şey’ ve de ‘susuzluk her şey’ mi?’ diye bir yorumda bulunarak, AKP ve dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ı desteklediğim yönünde kullandığınız ifadeyi esefle ve üzüntüyle karşıladım. Sayın Hakan, gerek AKP’nin kuruluşu ve gerekse gelişimi sürecinde hiçbir aktif rol üstlenmediğim herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Evet, Sayın Tayyip Erdoğan’la geçmişe dayalı ve uzun soluklu bir hukukumuz olduğu gerçeğini göz ardı etmiyorum. Ancak kuruluşundan önce ya da sonra AKP ile hiçbir bağım olmadığını defalarca ifade etmeme rağmen, nedense her fırsatta böyle bir oluşum varmış gibi gösterilmeye çalışılarak dolaylı ya da dolaysız AKP’yi desteklediğim iddia edilmektedir... Yazınız vesilesiyle bir defa daha ifade etmek isterim ki, milletvekilliğimin düşürüldüğü 1998’den bugüne, 7 yıl süren hicret hayatım da dahil, hiçbir siyasi parti ve siyasi hareketle irtibatım söz konusu değildir... Bu açıklamanın şahsımla alakalı iddianıza bir düzeltme getireceğine inanıyor ve köşenizde yayınlamanızı hasseten umuyorum. Şevki Yılmaz.

***

YILMAZ ERDOĞAN’IN SÖYLEDİKLERİ: ‘5 milyonluk yazı’nın yayımlandığı gün Yılmaz Erdoğan aradı. ‘5 milyonu vereyim de susun’ derken hem beni kastetmediğini, genel konuştuğunu söyledi, hem de böyle bir tartışmanın içinde olmaktan üzgün olduğunu vurguladı. Kendisine ‘Sinema tartışmasında senin adın hiç geçmiyordu, söz konusu üç filmde de senin emeğin yok. Sen neden topa girdin?’ diye sordum. ‘Bazen insan ister istemez topun gelişine vuruyor. Oluyor böyle şeyler’ dedi. Sinema sektörüne verilen emeği çok önemsediği için, bu tür tartışmalar karşısında canının sıkıldığını söyledi. Kısacası Yılmaz Erdoğan, ‘Bunlar gerçek duygularım değil, bir kızgınlık anında söylendi’ imasında bulundu.


Hani şoke olsak da sakin olacaktık?


ÜNLÜ yazar Orhan Pamuk’un ‘Türkiye’de 30 bin Kürt öldürülmüştür. Bir milyon da Ermeni’ açıklaması ortalığı karıştırdı. Neredeyse bir linç psikolojisi devreye girdi girecek.

O halde ‘düşünce özgürlüğü’ denilince akla gelmesi gereken ve o çok tartışılan Yargıtay kararında da vurgulanan meşhur ve de evrensel yaklaşıma vurgu yapmanın tam sırası:

‘Düşünce ve ifade özgürlüğü, sadece hoşa giden görüşler için değil, ilk duyulduğunda toplumu şoke eden görüşler için de geçerlidir.’

Yani ben derim ki: Sakin olalım.
Yazının Devamını Oku

‘Eğreti gelin’ Kuran’da varmış!

10 Şubat 2005
<B>HANGİ konuda yaptığımız bilgi yanlışı ya da cehaletimiz yüzümüze vurulduğunda, bundan hiç mi hiç rahatsız olmayız? Gelin, önce bu basit sorunun yanıtını arayalım:

Mesela ‘komünizm’ konusunda konuşuyoruz, diyelim ki, ‘Kapital’i Lenin yazmıştır’ diyerek ‘vahim bir bilgi yanlışı’ yaptık.

Yaptığımız yanlış yüzümüze vurulduğunda hissedeceğimiz duygunun adı ‘utanç’ olacaktır, değil mi?

Ya da diyelim ki, ‘Fransız Devrimi’nin 1789’da değil de 1902’de gerçekleştiğini söyledik.

Ne olur? Tabii ki en kibarından aforoz ediliriz.

Bir müzisyenin adını yanlış yazdığımızda kendimizi, en azından üç gün insan içine çıkamayacak kadar kötü hissederiz, değil mi?

Kısacası her alanda cehalet ve bilgisizlik, utanılacak bir durumdur.

Ama bir alan hariç:

Ülkemizde hakkında bilgi sahibi olunmadığı için bırakın rahatsızlığı, ‘gizli bir kıvanç’ duyulan alanın adı, ‘din’dir.

Ülkemiz entelijensiyası, maalesef din alanında bilgi sahibi değildir ve işin daha da acı olan tarafı, bilgi sahibi olmak da istememektedir.

Yanlış anlaşılmasın:

Dine inanmamaktan, dini hayata uzak olmaktan, hatta din karşıtı olmaktan filan söz etmiyorum!

Bir ‘bilgi objesi’ olarak dinden söz ediyorum...

İnanmamayı anlarım, yaşamamayı anlarım, dine uzak bir hayatı anlarım, dine karşı olmayı anlarım; ama ‘din’ konusunda bilgilenmekten köşe bucak kaçılmasını anlayamam.

Bu ülkede kendi alanında uzman olan nice bilim adamının, anlı şanlı gazetecinin ve hatta büyük devlet adamının, en basit ilmihal bilgilerinden bile habersiz olduklarını gösteren nice örneğe tanık olmadık mı?

Olduk.

Din alanında çok sıkıştığında kurabildiği tek cümle ‘Benim dedem de müftüydü’ olan koca koca adamlar görmedik mi?

Gördük!

Peki sonuç ne oldu? Koca bir tolerans ve gizli bir kıvanç!

Yani Türkiye’de din konusunda gaf yapmayı ‘havalı’ kılan bir ortam var, bunu kabul edelim.

***

Peki neden?

İşin derinine girmeden, sadece iki noktaya işaret edip geçelim:

BİR: Dinle ilgilenmek alt sınıfların işidir anlayışı...

İKİ: Bir türlü aşılamayan ‘sığ pozitivist’ dünya görüşü...

***

Az kalsın bütün bunları yazmama neden olan röportajı unutuyordum:

‘Din alanında bilgisizlik’ konusunun son örneği, dün Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan Atıf Yılmaz röportajında ortaya çıktı.

Anadolu’da gençleri evliliğe hazırlayan ‘eğreti gelinler’ varmış ve gençler, bu gelinler eliyle ilk cinselliklerini yaşayıp evliliğe hazır hale geliyormuş. Atıf Yılmaz da işte bu ‘geleneği’ anlatan bir film çekmiş.

Bu bağlamda yapılan röportajın bir bölümünde ünlü yönetmen şöyle diyor: ‘Eğreti gelin öğretisini Kuran-ı Kerim’deki ayet ve hadislere göre yapıyor!’

Atıf Yılmaz’
ın bu kısacık cümlesinde iki ‘vahim bilgi yanlışı’ var:

BİR: Kuran-ı Kerim’de ‘ayet’ ve ‘hadisler’ yok. Sadece ‘ayetler’ var...

İKİ: Ne ayetlerde, ne hadislerde ‘eğreti gelin’ kurumunu meşru kılacak en küçük bir ima dahi yok.

Son söz şu: Ben şimdi ‘bir cümlede geçen bu iki vahim bilgi yanlışı’na işaret ettim; ama Atıf Yılmaz’ın buna gülüp geçeceğinden adım gibi eminim.
Yazının Devamını Oku

5 milyonluk yazı

9 Şubat 2005
<B>ÜLKEMİZİN </B>en iyi espri yapan adamlarının, ucu bir parça kendilerine dokunan eleştiriler karşısında sergiledikleri kabalıkların ve küstahlıkların tabii ki farkındayım! Bu nedenle Yılmaz Erdoğan’ın, son dönem Türk filmlerine yönelik eleştirilere karşılık olarak, ‘Kardeşim, sinemaya girmek için verdiğin alt tarafı 5 milyon lira! Vereyim 5 milyonunu da sus!’ demesini fazla yadırgamadım.

Sadece ülkemize acıdım.

Çünkü ülkemizin son dönemde çıkardığı ‘en iyi espri yapan iki adamından biri’nin espri düzeyi, ‘Al paranı, kes sesini’ seviyesine gelip dayanmıştır.

***

Durum şudur: Sevgili yurdumuzun en lümpen yurttaşları tarafından bile rahatlıkla ‘banal’ ve ‘racona ters’ bulunabilecek bir yaklaşım, ülkemizin son dönemde yetiştirdiği ‘en büyük laf cambazı’ tarafından rahatlıkla sergilenmektedir.

Ve hiç kimse çıkıp da şöyle bir şey dememektedir:

‘Hey dostum! Sen bu ülkenin en iyi espri yapan adamısın! ‘Al paranı, kes sesini’ gibi hem zekádan, hem de görgüden nasibini almamış bir çıkış sana yakışmaz! Biraz düşün, hemen aklına gelen ilk cümleyi kurma! Senin gibi ‘cebinde kelimeler’ filan taşıyan bir üstün yetenek, mutlaka daha ironik bir cümleyi bulup çıkarır.’

Böyle bir uyarı yapılmayınca da, tabii ki Yılmaz Erdoğan ve benzerleri kendilerini alabildiğine rahat hissedecek ve ‘ne yapsak, ne söylesek millet yiyor’ havasına gireceklerdir.

Kaçınılmaz olan budur.

Ve bize de, tıpkı bugün ‘Bir zamanlar kendisine meftun olduğumuz Ferhan Şensoy, nasıl oldu da ‘Şans Kapıyı Kırınca’ gibi ilk 15 dakikasına bile zor tahammül edilebilen skandal bir filmde başrol oynayabildi? Ferhan Şensoy’un geleceği yer burası mıydı?’ diye şaşıp kaldığımız gibi, 20 yıl sonra kendisini tekrar eden ve epeyce gerilemiş bir Yılmaz Erdoğan karşısında şaşırmak düşecektir!

İşte benim de asıl anlatmak istediğim budur!

Adam şiir yazar, Türk şiiri dendiğinde aklına Orhan Veli’den başka şair gelmeyenler, ‘İşte büyük şiir’ diye tempo tutarlar!

Adam yazdığı şiirleri kasede okur, herkes ‘Ah! Ne içe işleyen bir okuma bu! Vurdu geçti’ diye selam durur!

Adam ‘skeç’ tadında ve alabildiğine yerel bir film çeker, ‘Yılmaz Erdoğan Oscar’a koşuyor!’ diye bağıran manşetler hazırdır.

Adam ‘ortanın biraz üstünde’ bir televizyon parodisi yapar, hepimiz ‘İşte hayatımızın sırrı burada açıklanıyor!’ havasına gireriz.

Adam Levent Kırca’dan biraz hallice oyunlar sahneye koyar, biz ona ‘sahnelerin büyücüsü’ muamelesi çekeriz!

Ve adam tabii ki boş durmaz:

Bütün bu imajların üstüne, -tabii ki kimseyi rahatsız etmeyecek ölçüler içinde- biraz Kürt, biraz muhalif, biraz sol bir sos döker ve olayı ‘Tayyip Abi bizim oyunları kaçırmaz’ müjdesiyle süsleyip servise sunar!

Ardından eş dost, ahbap yaran sofra başına!

Yılmaz Erdoğan’ın, ‘Al paranı, kes sesini’ seviyesine gerilemesinin masalı budur.

Ben de diyorum ki:

Bu masal yıkılmalıdır!

Bu masal yıkılmalıdır ki, Yılmaz Erdoğan gibi gerçekten ‘yetenekli’ bir adam, milletçe abartıp bol keseden dağıttığımız övgülerin sağladığı iktidara sırtını yaslayıp yeteneğini köreltmesin.

***

Aslında söylemek istediğim şey basit mi basit:

Mesela Yılmaz Erdoğan bir film mi çekti, ‘Güzel bir film, güldük, eğlendik’ filan demek yerine ‘Gelmiş geçmiş en süper Türk filmi! Ey Akademi! Oscar’ları hazırla! Kolla kendini Hollywood! Yılmaz geliyor!’ diye haykırmayalım.

Birincisini yaparsak, karşımızda ‘ayakları yere basan’ ve ‘her daim kendini yenileme gayreti içinde olan’ bir Yılmaz Erdoğan buluruz.

İkincisini yaparsak, ‘Ben oldum kardeşim! Kim tutar beni’ havasına girmiş ve ‘Al şu 5 milyonu da sus!’a kadar gerilemiş bir Yılmaz Erdoğan’la karşılaşırız.

Peki siz hangi Yılmaz’ı tercih edersiniz?
Yazının Devamını Oku

Beyaz sayfa açıyorum!

7 Şubat 2005
<B>BUNDAN </B>sonra hiçbir Türk filmi için <B>‘Uzak durun!’ </B>diye ahkám kesmemeye yemin etmiş durumdayım.<br><br>Çünkü şunu çok iyi anladım: Türk sinemasında iyi senaryo yok, farklı anlatım dili yok, zekice buluşlar yok, zengin bir görsellik yok ama acayip bir ‘dayanışma’ var!

Yapımcı, yönetmen, oyuncu, gazeteci ve eleştirmenin göz yaşartıcı dayanışması!

Eğer ‘al gülüm ver gülüm’ esası üzerine bina edilmiş bu kurulu düzenin içine bodoslama dalarsan, bu müthiş dayanışmanın ne anlama geldiğini fark edersin.

Ben fark ettim ve dersimi aldım.

Adamların kendi aralarında kurdukları ‘büyük dostluk cemaati’ karşısında şapka çıkarıyorum.

Ve pes ediyorum:

Gidin kardeşim, Hababam Sınıfı’na da gidin, Hırsız Var’a da gidin!

Gülmeseniz de gidin! Sesini anlamasanız da gidin!

Bir destek de siz çıkın bizim cici sektörümüze!

Getirildiğim son nokta budur!

* * *

Müthiş dayanışma karşısında pes etmiş yazarınız, artık ‘Şans Kapıyı Kırınca filmine gittim. Gülmek için kendimi zorladım. Ama Allah için tek bir espriye bile gülemedim. Gençlik günlerimin idolü Ferhan Şensoy’la ilgili güzel anılarım yıkıldı. Aman bu filmden uzak durun!’ tarzında yazılar yazmayacak.

Ya hiç yazmamayı deneyecek ya da çok mecbur kalırsa şöyle satırlar karalayacak:

‘İşte Türk sinemasının bir yüz akı daha! Daha önce Memoli ve Zeyno gibi unutulmaz karakterleri hafızalarımıza kazıyan genç ‘büyücü’ Tayfun, öyle bir film çekmiş ki, vallahi zevkten dört köşe oldum. Komik, hem de nasıl komik. Yılların Ferhan Şensoy’u bu filmle bir kez daha doğdu. Ferhan! O kelimelerle oynayarak yaptığın esprileri hem de nasıl özlemişim! Arayı açmayalım dostum! Bu filmi mutlaka görün! Hem Küba’yı keşfediyorsun, hem de gülmekten bayılıyorsun! Eline sağlık Tayfun! Yeni film ne zaman?’

* * *

Ve sıra geldi ‘açık özürler’e: Kendilerini üzdüğüm, kurulu düzenlerini bozduğum ‘görkemli camia’dan özür diliyorum.

Büyük yetenek Gamze’den, Türk sinemasının yüz akı Mehmet Ali’den, ‘ticaretini sekteye uğrattığım’ Ferdi Eğilmez’den, bana haddimi bildiren Attila Dorsay’dan...

Hatta bu ‘yapay tartışma’ nedeniyle bunalma triplerine giren İclal’den bile.

KARLI BİR GÜN İÇİN DÖRT ÖNERİ

KİTAP: Madem Orhan Pamuk’un ‘Kar’ı yüzüne bile bakılamayacak kadar ‘tüketilmiş’ durumda, o halde Falih Rıfkı Atay’ın ‘Çankaya’sını alıp Pera Palas’a kapanmaya ne dersiniz? Hazır ‘Latife Hanım’ın ‘açılamayan’ mektupları gündemi fazlasıyla meşgul ediyorken..

DVD: Madem ‘Dikey Limit’ tarzı ‘sade suya tirit’ Amerikan filmlerine kapılarınızı kapatacak kadar ‘derinlik’ arayışı içindesiniz, işte sizi ‘derinlik sarhoşu’ yapacak bir başyapıt: Doktor Jivago. İçinde aşk var, devrim var, sınıf savaşı var, ihtiras var, gencecik bir Ömer Şerif var ve üstüne üstlük bütün bu olup bitenlere ‘yoğun kar yağışı’ eşlik ediyor. Yani daha ne olsun!

ŞİİR: Madem Cenap Şahabettin’in ‘Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş / Esini gaib eyleyen bir kuş gibi kar’ diye başlayan ‘Elhan-ı şita’sı, bizi lise yıllarımızın ‘aruz’ ve ‘vezin’ adı verilen işkencelerine götürüyor, o halde gelin hep birlikte İsmet Özel’in ‘Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak’ şiirine takılalım.

YÜRÜYÜŞ: Madem Boğaz, karlı ve soğuk günlerde yürüyüşü imkansızlaştıracak kadar rüzgarlı, o halde İstiklal Caddesi’nden Tünel’e doğru ışıltılı bir yürüyüşün tam vakti.. Bu bölgedeki ‘takılabilecek’ mekan sayısının fazlalığı da işin bonusu oluyor!
Yazının Devamını Oku

Sarıgül ile Baykal arasındaki farklar

6 Şubat 2005
<B>İKİ </B>şahsiyet arasındaki farkları belirginleştirmek için biraz geç kalındığının farkındayım. O adına <B>‘gündem’</B> denilen <B>‘yedi başlı ejderha’,</B> maalesef bu iki mümtaz zatı da yiyip bitirmiştir! Ve fakat, ‘Fotoğrafın netleşmesi için eteklerdeki taşların dökülmesini beklemeliydim’ şeklinde özetlenebilecek güçlü bir mazerete sahibim.

Ayrıca acele etmeye ne gerek var?

Cemal Süreya’nın dediği gibi ‘...Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza / 1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi?’.

Evet, geç oldu ama güç olmadı; işte Baykal ile Sarıgül arasındaki farkların belirginleştirilmesine yazarınızdan mütevazı bir katkı:

* * *

Deniz Baykal açısından iktidar, kendisinden uzak durulması gereken ‘ateşten top’tur. Mustafa Sarıgül açısından iktidar ise delegenin ikna edilmesi için kullanılabilecek bir ‘elma şekeri’dir.

Mustafa Sarıgül, herkesle dost olunabileceğini düşünecek kadar hayalcidir, Deniz Baykal ise herkesle kavgalı olunabileceğini kanıtlamakla meşguldür.

Deniz Baykal açısından parti genel başkanlığı koltuğunu korumak için her yol mubahtır, Sarıgül açısından ise iktidara giden her yol mubahtır.

Deniz Baykal, Sarıgül karşısındaki avantajının farkında olduğu için, ‘Otur oturduğun yere! Bırak bu maganda ağızlarını!’ gibi ‘bir kavga anında bile söylenmesi tehlikeli sayılabilecek’ çıkışlar yapabilir. Buna mukabil Sarıgül ise, Baykal karşısındaki dezavantajının farkında olduğu için, ‘Sayın genel başkanım, neden böyle yapıyorsun?’ diye alttan alır.

Mustafa Sarıgül, CHP’de işe afiş asarak ve mahalleli çocukları örgütleyerek başlarken, Deniz Baykal partiye ‘sınıf başkanı’ olarak giriş yapmıştır.

Sarıgül’ü çözmek kolaydır: 19 Mayıs’ta en Atatürkçü, sabah namazında en dindar, varoşta en gariban, ultra sosyetik salon toplantılarında en centilmen... Baykal’ı çözmek ise zordur: Her daim aynı!

Sarıgül’ün yüzüne yayılan gülümsemenin, en az Mesut Yılmaz’ınki kadar hakikilikten uzak olduğu bir kavga anında ortaya çıkmıştır. Buna karşılık Deniz Baykal’ın dudaklarına kondurduğu ironik kıvrım da belirginleşmiştir.

Sarıgül’ün yarı Rizeli, yarı Alman eşi Aylin Hanım’ın, Alman disiplini ile Rizeli tez canlılığı bileşkesinden oluşan duruşunun kamuoyunda nasıl bir yankı uyandıracağını bilmiyoruz; ama Akdeniz sıcaklığıyla hiç işi olmadığından emin olduğumuz Olcay Baykal’ın bu saatten sonra kamuoyunda hiçbir yankı uyandıramayacağını biliyoruz.

Deniz Baykal, okuduğu kitap sayısıyla övünürken, Mustafa Sarıgül elini sıktığı insanların sayısıyla övünür.

Medya, Mustafa Sarıgül açısından sadece ve sadece propaganda açısından ‘kullanabilecek’ bir vasıtadır. Deniz Baykal ise ‘medya’nın ‘tetikte bekleyen ve ürkütülmemesi gereken bir canavar’ olduğunu zanneder.

Sarıgül aynı anda hem ABD ile hem de İran ile dost olunabileceğini düşünecek kadar hızlıdır, Baykal ise her ikisiyle de dost olunmasının imkánsız olduğunu düşünecek kadar yavaştır. (Not: ABD ve İran’ın yerine farklı sözcükler konulabilir.)

Baykal, etrafındaki dostlarının sayısını hızla azaltmakla meşhurken, Sarıgül etrafındaki herkesin dostu olduğunu zanneder.

Sarıgül, paranın gücünün tadına ve farkına varmıştır. Baykal ise ‘parayla saadet olmaz’ ekolündendir.
Yazının Devamını Oku