Yapılan araştırmalara göre ülkemizde 1,5 milyon çift çocuk sahibi olma sıkıntısı yaşıyor. Bu sıkıntıyı aşmak için, kadın ve erkeğe ait üreme hücrelerinin vücut dışı koşullarda döllenme işlemine ‘’Tüp Bebek’’ adı veriliyor. Tüp bebek tedavisinde önce çeşitli ilaçlarla kadının yumurtalıklarının uyarılması sağlanıyor. Yumurtalıkların uyarılmasının amacı, cenin oluşturmaya aday çok sayıda yumurta elde etmek... Daha sonra elde edilen erkek ve kadın üreme hücreleri vücut sıcaklığındaki uygun bir ortamda 48 saat bekletiliyor. Bu sürede elde edilen yumurtaların yaklaşık yarısında döllenme oluşuyor. Bu döllenmiş yumurtalar embriyo yani cenin olarak adlandırılıyor, bu cenin rahim içerisine rahim ağzından ince bir katater ile yerleştiriliyor ve buna cenin transferi adı veriliyor. Bu işlemler sonucunda kadınların yaklaşık % 50'sinde gebelik oluşuyor. Ancak bu gebeliklerin bir kısmı düşük ile sonlanıyor. Tedaviye giren çiftlerin uygulama başına yaklaşık % 40'ında başarı elde ediliyor. Bu oran birçok uygulama sonucu % 70 - 80'lere çıkabiliyor. Geri kalan % 20 - 30'luk grup ise modern tıbbın bütün olanaklarına rağmen günümüzde çocuk sahibi olamıyor.
Tüp bebek tedavisinde kadınların yalnız olmadıklarını bilmeleri ve eşlerinden destek almaları önem taşıyor. Bunun için kadınların tedavi süreçlerini ve bu süreçte yaşadıklarını, duygularını, korkularını, endişelerini eşlerine anlatmaları ve tedavinin sorumluluğunu tek başlarına üstlenmemeleri gerekiyor. Kadınlar eşlerini üzmemek için konuşmadıklarında, hassas konuları açmaktan çekindiklerinde, zamanla aralarındaki mesafe açılabiliyor ve asıl o zaman ilişkileri kırılganlaşabiliyor. Bu nedenle kadınların suçlayıcı olmadan kendilerini ifade etmeleri, onları rahatlatıyor, eşlerinin de kendilerini ifade etmeleri için kolaylık sağlayabiliyor.
Erkekler tüp bebek meselesini konuşmamayı, içlerinde yaşamayı tercih ediyor. Hatta erkeğin çocuk sahibi olamaması iktidarsızlık olarak algılanıyor ve bu nedenle erkekler çoğu zaman problemi eşlerinden kaynaklanıyormuş gibi gösterme eğiliminde oluyor. Erkekler içe dönük oluyor, sigara veya alkol kullanımlarını artırıyor, evden uzaklaşma dahi yaşayabiliyor. Kadının her söylediğini suçlayıcı bir yorum olarak algılayabiliyor, öfke kusuyor, kendilerini kusurlu ve özürlü olarak algılayabiliyor. Çevresel ve ailevi faktörlerden daha az etkileniyor, en azından dışarıya karşı öyle bir tavır alıyor. Çünkü tüp bebek tedavisi sırasında neredeyse tüm işlemler kadına uygulanıyor. Tabii tedavide uygulanan protokollere göre değişiklikler olabiliyor ve erkekler üzerinde de bir takım tedaviler uygulanabiliyor ama kadınlar daha çok zahmete giriyor.
Sonuçta eşlerinin hayatındaki zorluklar erkeklerin de hayatında etkili oluyor. Kadınlar tedavi süreçlerinde bir takım testlerden geçiyor, ilaçlar alıyor, iğneler vurduruyor. Bu ilaçlar ve iğneler hormonları direkt etkilediğinden, kadınlarda gözle görülür şekilde değişiklikler olabiliyor. Hormonlar değişiyor, kadınların psikolojileri bozuluyor. Çünkü birkaç ay boyunca her gün iğne olmak, hormon ilaçlarını almak hiç kolay değil... Bu nedenler zor bir süreç olan tüp bebek tedavisi sırasında erkeklerin mutlaka eşlerinin yanında olması, onları dinlemesi, anlaması, duygularını ifade etmelerine olanak tanıması, daha çok dokunması ve hep destekleyici olmaları gerekiyor. Çünkü kadınlar çeşitli zorluklara baş etmeye çalışırken gergin, stresli, huysuz, aksi, birçok şeyden bunalan bir insan haline gelebiliyor. Bu nedenle erkekler eşlerinin duygularını göstermelerine, ağlamalarına ya da kendilerini ifade etmelerine izin vermeli... Ve bu arada kendi duygularını yoklamalı, ifade etmeyi denemeli... Duyguları göstermek erkekler için zayıflık demek değil... Bazen çiftten birisinin sağlam durması, diğerine yardımcı olması gerekebiliyor, fakat sonrasında üzüntünün ifade edilmesi her iki tarafa da gerçekten iyi geliyor ve çifti birbirine daha çok yakınlaştırıyor.
Çocuk sahibi olamayan çiftler çeşitli psikolojik sıkıntılar yaşayabiliyor. Öncelikle birbirlerini suçluyorlar. Suçluluk, öfke ve kızgınlık, kaygı, korku, umutsuzluk, değersizlik, eksiklik ve yetersizlik duygularıyla kıvranıyorlar, gerginleşiyorlar, depresyona giriyorlar, ağlama isteği duyuyorlar ve ağlama nöbetlerine giriyorlar. Sorunu inkâr yoluna gidiyorlar, başka doktorlara müracaat ediyorlar, yakın çevredekilerin görüşlerine başvuruyorlar, sorunun kadına ait olduğunu düşünüyorlar, ilk başlarda kulaktan dolma ve çoğu zaman da yanlış bilgilerden oluşan bazı uygulamalar yapıyorlar ve bazen ayrılıyorlar. Bu nedenle çiftin tedavi sürecinde birbirlerine nelerde zorlandıklarını, nelerin onları rahatlatabileceğini sormaları önem taşıyor. Her ikisine de iyi gelecek, birlikte keyif alabilecekleri şeyleri yapmayı ihmal etmemeleri gerekiyor. Mesela cinsellik, tedavi süreçlerinden doğal olarak etkilenebiliyor, fakat bu aynı zamanda ilişkinin temel taşlarından biri... Bu nedenle çiftin tedavi süreçleri dolayısıyla kesintiye uğrayan cinselliğe önem vermeleri, birbirlerini zevke getirmenin, keyiflendirmenin ve yakınlıklarını korumanın çeşitli yollarını bulmaları gerekiyor. Ayrıca tedavi süreçlerinde artan stresten dolayı zaman zaman olumsuzluklar yaşanabiliyor, iletişim hataları yapılabiliyor, bazen kavga da edilebiliyor ama önemli olan olumsuzluklara takılıp kalmamak, gerekirse sorunları aşmak ve mutlu evliliğin sırlarını keşfetmek için bir terapistten yardım almak gerekiyor...
Çiftler evlendikleri andan itibaren istedikleri anda çocuk sahibi olabileceklerini düşünüyorlar. Halbuki günümüzde her 100 çiften 15’i istediği zaman anne baba olma yetisine sahip değil... Çiftler bunu fark ettiklerinde sadece tedavi sürecine girmiyorlar, aşmaları gereken psikolojik bir sürece de giriyorlar. Bu süreci kadın ve erkek farklı duygularla ve farklı tepkilerle yaşıyor, evlilik ilişkileri yara alıyor. Genellikle teşhis konulduktan sonra çocuk sahibi olamamayla ilgili olarak, öfke nöbetleri, endişe, korku, kaygı, suçluluk gibi duygular yaşanabiliyor, doğurganlık yetisinin olmaması başarısızlık olarak algılanabiliyor, "Neden ben?", "Herkes gebe kalıyor, ben niye kalamıyorum?" gibi düşünceler akla gelebiliyor ve "Doktor yanlış teşhis koydu!", "Tahlil sonuçları yanlış çıktı!" gibi söylemlerle inkar yoluna gidebiliyor. Aşırı sigara ve alkol tüketimi, dikkat güçlüğü, ağlama krizleri, yeme bozuklukları, nedeni belli olmayan bedensel ağrılar ortaya çıkabiliyor. Sonuçta teşhis ve tüp bebek tedavi süreçleri çiftin evlilik yaşamlarında aşmaları gereken önemli engellerden biri olabiliyor. Oysa mutlu evliliklerin sırları herkese göre her topluma göre değişkenlik gösterebiliyor ancak dünyanın her yerinde tüm ilişkilere uyan bazı “iyi geçinme kuralları” var... Örneğin sevgi, saygı, güven, yakınlık, mahremiyet ve cinsellik eşleri bir arada tutan, evliliği yürüten çok önemli unsurlar... Çoğu insan sevginin bir duygu olduğunu sanıyor, oysa sevgi duygudan ziyade bir mevcudiyet biçimi... Bu nedenle önemli olan ideal eşi bulmak değil, daha sevgi dolu ve gerçekçi bir insan olabilmek... Olgun sevgi, “eşlerin birbirine dikkat, kabul, takdir, şefkat sunması” ve “kendileri olmakta özgürlük tanıması” üzerinde yükselebiliyor. Bunlar sağlandığında evlilik; çocukluk yaralarının kanatıldığı bir arenaya değil, bu yaralara merhem olunabilen kutsal bir ilişkiye dönüşebiliyor. Bu nedenle evlilik çok önemli bir kurum, işlerden arta kalan zamanlarda idare edilebilecek bir kurum değil... Evliliği sürdürmek ve tüp bebek sürecindeki çatışmaları büyümeden çözebilmek için bazı “temel iletişim becerileri” var, bunlar sonradan öğrenilebilir şeyler... Sağlıklı iletişim; hak verilmese de anlayarak dinlemek, düşünce ve duyguları suçlamadan paylaşabilmek, samimi ve dürüst olarak karşı tarafı adam yerine koymak, fikirlere ve tercihlere saygı duymak olarak tarif ediliyor. Bu tür iletişim becerilerini kazanmak zaman alabiliyor ama her eğitim seviyesinden insan bu becerileri sonradan öğrenebiliyor ve kendini geliştirilebiliyor.
Tüp bebek tedavisiyle çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerin sigara, alkol ve stresten uzak durmaları, kahve ve kolalı içecekleri fazla tüketmemesi gerekiyor. Çünkü tedavi sürecinde anne ve baba adaylarının sigara ve alkol alması, strese girmesi gebe kalmayı zorlaştırıyor. Özellikle stres cenin transferiyle gebelik oluşması ihtimalini düşürüyor. Erkeklerde sperm kalitesi, kadınlarda ise yumurta kalitesi ve rahim içi sigaradan olumsuz etkileniyor. Bu nedenle tüp bebek tedavisinde de hem erkeğin, hem de kadının sigara kullanımı başarı oranlarını düşürüyor. Bu nedenle çok zahmetli, çok masraflı ve çok sıkıntılı bir süreç olan tüp bebek tedavisi öncesi çiftlerin sigarayı ve alkolü bırakmaları ve tedaviye ondan sonra başlamaları önem taşıyor. Ayrıca sigaranın içinde bulunan nikotin bebeğe giden kan miktarını azaltmak suretiyle erken doğum ve düşük doğum ağırlığına yol açabiliyor, plasentanın bebek doğmadan ayrılmasına ve gebelikte tansiyon yükselmesine neden olabiliyor. Alkol ve her türlü bağımlılık yapıcı maddeler anne sağlığını olumsuz etkiledikleri gibi, erken doğum, gelişme geriliği ve bebeğin anne karnında ölümüne neden olabiliyor.
Tüp bebek tedavilerinden önce kadınların ideal kiloda veya ideal kiloya yakın olmaları arzu edilen bir durum... Hatta fazla kilo söz konusuysa ve kadının yaşı uygunsa, kilo verilmesini amaçlamak üzere tüp bebek tedavisi birkaç ay ertelenebiliyor. Genel yaşam tarzının düzenlenmesi, stresten uzak durulması, yeme ve içme alışkanlıklarının düzeltilmesi, düzenli beslenme, düzenli egzersiz, rahat bir yaşam tarzı, sigara ve alkol içiliyorsa bundan uzak durulması tedavi sürecinde çok önem taşıyor. Çünkü tüp bebek tedavilerine başlamak için en uygun zamanlama çiftin kendilerini bedensel, ruhsal ve sosyal olarak en rahat hissettikleri dönem olmalı... Gergin, yorgun, aşırı stres yüklü olarak tedaviye başlamaktansa, bu durumları düzeltip, ideal zamanı yakalamak çifti başarıya ulaştıran önemli bir detay olabiliyor.
“Eyvah kalp krizi geçiriyorum, galiba ölüyorum!" şeklinde yaşanan ani korku ve kaygı nöbetlerine eşlik eden çarpıntı, tehlikede olma hissi, aşırı terleme ve bulantı gibi belirtilerle kendini gösteren panik atak, beklenmedik bir anda kendiliğinden ortaya çıkıyor ve son yılların en yaygın ruhsal rahatsızlıkları arasında yer alıyor. Yazılı ve görsel medyada sıklıkla adından bahsedilen hatta dost sohbetlerinde bile gündem konusu olabilen, çağımızın sorunu panik atak, kişinin tüm yaşamını alt üst edebiliyor, ancak doğru tanı ve tedavi yöntemleri ile kontrol altına alınabiliyor ve ortadan kaldırılabiliyor. Bu nedenle “Panik atak nedir?”, “Panik atağın belirtileri nelerdir?”, “Panik atağın çözüm yolları nelerdir?” gibi sorulara verilecek yanıtlar hala merak konusu olabiliyor.
“Pan” kadim Yunan mitolojisinde kırların, çobanların, sürülerin, dağlık arazilerin, avcılık ve doğa seslerinin Tanrısı olarak biliniyor ve anlatılıyor. Ve insanoğlu gibi ölümlü olan tek mitolojik Tanrı olarak anılıyor. Mitolojiye göre, Pan, ormanlarda ve dağlarda, tenha yerlerde dolaşan gezginleri, yolcuları, sevgilileri aniden önlerine çıkarak korkutuyor, kendi halinde otlayan sürüleri ve diğer hayvanları korkunç çığlıklar atarak panikletiyor. İnsanlar, hayvanlar ve tüm canlılar neye uğradıklarını şaşırıp korku içinde kaçışıyorlar. İşte panik kelimesinin kökeni de buradan geliyor yani Yunanca “panikos” kelimesinden... Panik atak sorunuyla ilk kez tanışan günümüz modern insanı, artık yaşamındaki hiçbir durumun garanti altında olmadığını anlayıp, tıpkı mitolojik Tanrı Pan gibi bağırıp çağırıyor, panikleyip kaçıyor, acı çekiyor ve ne yaşadığını tam olarak anlayamadığı için de doğal olarak korkuyor.
Korku, nedeni ve kaynağı bilinen bir tehlike karşısında gösterilen duygusal tepki olarak tanımlanıyor. Bireyin algıladığı bir tehlike karşısında veya gerçek bir durum nedeniyle ortaya çıkabiliyor. Korkunun kaynağı, fiziksel olabileceği gibi, sosyal aşağılanma, alay gibi insanın toplumsal konumunu tehdit eden sosyal nedenler de olabiliyor. Şiddeti yüksek olsa bile, süreli olan ve dış tehlikeyle orantılı olan korkuya "normal korku", şiddeti yüksek olmakla birlikte, dış tehlikenin önem derecesine bağlı olmayan (irrasyonel) ve yüksek şiddette devam eden korkuya da "normal dışı korku" (fobi) adı veriliyor. Kişi herhangi bir tehlike hissettiğinde vücudu otomatik biçimde tepki gösteriyor, nefes alıp vermesi hızlanıyor, kalbi daha hızlı çarpmaya başladığından vücut ısısı artıyor, soğuk soğuk terlemeye başlıyor. Bu durumda karşısında üç yol oluyor; “savaşmak”, "donup kalmak" ya da “kaçmak”... Kaygı, korku ile en çok karıştırılan ve en yakın görünen duygu, oysa aralarında önemli farklılıkları var... Kaygı, nedeni belirsiz ve bilinmeyen bir tür korku olarak tanımlanabiliyor. Buna göre kaygının en önemli özelliği, ferdi tehdit eden açık bir tehlike olmadığı durumlarda ortaya çıkması... Çünkü kaygı, her canlı varlığın en temel duygularından birisi ve doğumla başlıyor. Korku bilinen ve anlık olarak yaşanabilecek bir tehlike veya duruma karşı ortaya çıkarken, kaygı daha çok bilinmeyen ve gelecekteki durumlarla ilgili oluyor.
İnsanlarda kaygı duygusu korkuya oranla daha yaygın, daha yavaş ortaya çıkıyor ama sürekliliği daha uzun oluyor. Panik atak ise kişinin karışık korku ve kaygı duygularıyla dört bir taraftan kuşatılması durumu olarak biliniyor. Yoğun iş temposuyla özel yaşamı arasında bir denge kurmaya çalışan ve beton yığınları arasına sıkışmış olan günümüz insanı bir de iç dünyasında sınırları belli olmayan, görünmez duvarlar arasına sıkışıp kendisini bitmiş ve çaresiz hissedebiliyor. Bu çaresizlik beraberinde, içinde yoğun biçimde sıkıntı, korku ve kaygı tohumları barındıran panik atak nöbetlerini getirebiliyor.
Panik atak nöbeti geçiren pek çok kişi yaşadığı belirtileri, korkuyu ve paniği “Eyvah ölüyorum ya da kalp krizi geçiriyorum galiba!”, “Kontrolümü tamamıyla yitirdim!” diyerek ifade ediyor. Bu tip kişiler duygu ve korkularını normalde kullandıkları dil ve üsluba oranla çok daha korku dolu, yoğun ve abartılı biçimde tanımlıyor. Tüm belirtiler kişide endişe, dehşet, tedirginlik, gerginlik, sinirlilik ve çaresizlik gibi duyguların bir arada yaşanmasına ve "Kalp krizi geçiriyorum" korkusuna neden oluyor. Göğüste sıkışma, ağrı, nefes darlığı hissi gibi şikayetler panik atak hastalığının tipik belirtileri arasında yer alıyor.
Bu belirtilere, kalp hastalıklarında da rastlanıyor. Bu durum panik atak hastalarının, kalp rahatsızlığı şüphesiyle doktora gitmelerine yol açıyor. Oysa kalp kriziyle panik atağı birbirinden ayırmak mümkün... Kalp krizinde yaşanan ağrı daha çok göğsün orta kısmında hissediliyor, sırta, omuzlara, kollara, çeneye ve boyuna yayılabiliyor. Özellikle sol kola yayılması tipik... Bazen göğüste ağrı olmadan sadece çenede, boyunda, omuz ve kollarda da ağrı ortaya çıkabiliyor. Ağrıya çoğu zaman terleme, bulantı, baş dönmesi, nefes darlığı, baygınlık hissi ve solukluk gibi belirtiler de eşlik edebiliyor. Ağrı, tek belirti de olabiliyor. EKG ve benzeri tanı yöntemlerinde belirlenen anormal kalp hareketleri görülüyor. Panik atakta ise, aniden başlayan ve zaman zaman tekrarlayan, insanı dehşet içinde bırakan yoğun sıkıntı ya da korku nöbetleri oluyor. Kişilerin çoğu zaman "kriz" adını verdiği bu nöbetler yani panik atak birdenbire başlıyor, giderek şiddetleniyor ve şiddeti 10 Dakika içinde en yoğun düzeye çıkıyor. Göğüs ağrısı, kalbin hızlı çarpması, baş dönmesi, sersemlik ve bayılma duygusu, soluk kesilmesi veya hava açlığı, el ve ayaklarda üşüme, yanma, karıncalanma veya hissizlik hatta titremeler ya da sarsılmalarla krize eşlik ediyor. Ağrının yoğunluğu bunaltı hali arttıkça artıyor. Kişi kalp krizi geçirdiğini zannediyor ve şiddetli bir ölüm korkusu yaşıyor.
Yukarıdaki belirtileri okuyan birçok kişi “Eyvah! Bunların bir kısmı bende de oluyor! Acaba panik atak hastası mıyım?” diye korkabiliyor. Pek çok insan bu türden belirtileri zaman zaman yaşayabiliyor, ama genellikle bu çok kısa sürüyor ve gerçekten panik atak yaşayan kişilerin hissettiği ağırlıkta ve yoğunlukta asla gerçekleşmiyor. Ancak şöyle bir risk de var: Daha önce kalp krizi geçirmiş bir insanda panik atak gelişebiliyor. Bu nedenle göğüs ağrısı şikayetiyle gelen kişinin önce kalp ve damar hastalıkları yönünden kontrol edilmesi önem taşıyor. Eğer kalp damar hastalığı mevcut değilse panik atak tanısını koymak son derece kolay bir hal alıyor.
Özellikle yüksek eğitimli ve kentli yaşam tarzını benimsemiş olan kişilerde (daha çok kadınlarda) ortaya çıkan panik atak, farkında olunan ya da olunmayan bir anda yaşamdaki bir dönüm noktasında ortaya çıkıyor. Bu dönüm noktası genellikle yaşanılan bir kayıp olabiliyor… İş kaybı, eş kaybı, çevre kaybı, itibar kaybı, para kaybı, güven kaybı gibi... Mesela bir iş adamının iflas durumu (maddi kayıp), başka bir şehre taşınmak (çevre kaybı), anne olmak, askere gitmek (özgürlük kaybı), sevilen bir kişiden ayrılmak (duygusal kayıp), deprem veya doğal afet sonrası ailenin kaybı (kendine güven kaybı) örnek teşkil edebiliyor. Kayıpla beraber ani gelen bir endişe hissi, kalp çarpıntısı, nefes almakta zorluk, uyuşma karıncalanma, ortama yabancılaşma, baş dönmesi gibi belirtiler yaşanabiliyor. Belirtileri yaşayan kişi çok korkuyor, öleceğini bile düşünebiliyor. Çoğu zaman hastanelerin acil bölümleri ziyaret ediliyor. Kişiye yapılan tetkiklerden sonra fiziksel hiçbir şeyi olmadığı ve sağlıklı olduğu söyleniyor. Bu durum kişide daha fazla korku ve panik duygusu yaratıyor. Yaşadığı şey her neyse modern tıp biliminin dâhi anlayamadığını, üstesinden gelemediğini düşünüyor. Aynı korku ve belirsizlik duygusunu bir kez daha yaşamaktan korkmaya başlıyor. Korktuğu başına geliyor. Başka doktorlara gidiliyor, check-up'lar, kontroller yaptırılıyor, filmler çektiriliyor ve tabi hiçbir organik bozukluk görülmüyor. Kişinin kafası daha çok karışıyor.
Evlilik terapistlerinin "yol kazası" olarak gördüğü, toplumun gayri ahlaki davranış şekli olarak algıladığı aldatma, hala geçmişten günümüze çift ilişkilerinin en önemli gündem maddesini oluşturmaya devam ediyor. Kimse bir ilişkiye aldatmak ya da aldatılmak için başlamıyor ama şu da bir gerçek ki, çoğu ilişki aldatmanın kötü etkileri altında can çekişiyor. Türkiye'nin en örgütlü ve en saygın cinsel sağlık derneklerinden biri olan Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği (CİSED - www.cised.org.tr)’nin yaptığı ankete göre, erkeklerin yüzde 30’u, kadınlarınsa yüzde 10’nu partnerlerini en az bir kere aldatıyor. Yani spor salonundaki esmer yakışıklı, bardaki sarışın kadın, iş yerindeki kızıl saçlı kız, etraf mayın tarlalarıyla dolu… Peki aldatmanın sebebinin sadece seks olduğunu mu düşünüyorsunuz? İş o kadar kolay değil…
CİSED cinsel terapistlerinin partnerlerini aldatan kişiler üzerinde yaptığı anket çalışmasına göre, katılanların yüzde 45’i aldatma sebeplerinin sadece fiziksel çekim değil, duygusal ihtiyaçlardan kaynaklandığını ve yüzde 70'i ise partnerlerini bir başkasıyla kıyasladıklarını söylüyor. Partneri, gerçek ya da hayali başka biriyle olumsuz kıyaslama, aldatmaya zemin hazırlayabiliyor, aldatma için ilk uyarıları gözden kaçırmaya neden olabiliyor. Oysa olumsuz kıyaslama yerine empati göstermek, model olmak, partnerin olumsuz bir durum karşısında çektiği zorluğu ve duygularını anlamak çok önemli...
Olumlu ve olumsuz kıyaslama her zaman evlilik ve ilişki terapistlerinin gündeminde yer alıyor. Yakın ve bağlılık içeren ilişkilerin erken dönemlerinde yapılan “Hasan çok zor bir adam, kuralcı ve katı, hayatı çekilmez kılıyor. Ali gibi yakışıklı ve tatlı, komik ve başarılı bir erkek ile birlikte olduğum için çok şanslıyım. Başka bir erkekle evli olmayı hayal bile edemezdim” gibi olumlu kıyaslamalar; (1) “İçinde bulunduğum ilişki doğru bir ilişki, sevdiğim kişi doğru bir kişi” inancını pekiştiriyor, (2) çiftin her geçen gün birbirine daha çok değer vermesine yardımcı oluyor, (3) çiftin birbirlerinin olumlu yönleriyle gurur duymalarını sağlıyor, (4) minnet hissedilmesini zemin hazırlıyor, (5) diğer seçenekleri görmezden gelmeyi sağlıyor, (6) çiftin “Biz bir yana dünya bir yana” tutumunu geliştirmesine destek oluyor, (7) çiftin ilişkiye olan bağlılıklarını arttırıyor, (8) çiftin duygusal ihtiyaçlarını daha kolay karşılayabilmelerini sağlıyor, (9) çiftin ilişkileri hakkında olumlu ve umutlu düşünebilmesine yardımcı oluyor, (10) çiftin birbirlerinin olumsuz yönlerini hafife alabilmelerini sağlıyor, (11) çiftin birbirlerini kaybetmeyi bir felaket gibi algılamalarını sağlıyor (12) zor zamanları kolayca atlatabilmelerine yardımcı oluyor.
Birçok kişi farkında bile olmadan, kendine veya partnerine itiraf etmeden olumsuz kıyaslamalar yapar. Ancak çift birbirine sırt çevirdiğinde, sağlıklı iletişim kuramadığında ve birbirlerinin duygularını yok saydığında, olumlu kıyaslamaların aksine, “Ayşe, eşimden çok daha güzel ve mutlu bir kadın. Keşke onunla evli olsaydım, işte o zaman kendimi daha başarılı hissedebilirdim. Eşim beni takdir etmiyor, Ayşe ise ediyor” gibi olumsuz kıyaslamalar; (1) ilişkiye çok zarar verebiliyor ve ilişkiyi zehirleyebiliyor, ilişkinin başını belaya sokabiliyor ve bağlılıkları zayıflatabiliyor, (2) kusurlara odaklanmaya yol açabiliyor, (3) değersizlik duygusuna yol açabiliyor ve kaygıyı arttırıyor,(4) sır saklamaya bahane oluyor (5) çatışmaları, umutsuzluğu ve mutsuzluğu perçinliyor, (6) diğer seçeneklerin daha fazla hayal edilmesine sebep oluyor, (7) yapılan kavgaların şiddetini arttırıyor, (8) çiftin keşke’lere odaklanılmasına yol açıyor, (9) çiftin, kendini aldığı üründen pişman olan "kandırılmış bir müşteri" gibi hissetmesine neden olabiliyor, (10) çiftin kendilerini birbirlerine adamalarına engel olabiliyor, (11)çiftin daha bencilce davranmasına neden olabiliyor, (12) çiftin koşullu sevgi ile ilişkiyi şartlara bağlamasına yardımcı oluyor. Sonuçta (13)partneri, gerçek ya da hayali başka biriyle olumsuz kıyaslama aldatmaya zemin hazırlıyor. Kıyaslama durumunda kişi anlaşılmadığı duygusuna kapılıyor ve kendisini yalnız hissediyor. Kıyaslanma sonucunda rekabet duygusunun aşırı hale gelmesi, kişinin gücünün üstünde gayret göstermesine ve zamanla öğrenilmiş çaresizliğe sebep olabiliyor.
Olumsuzluk kapanına sıkışan çiftler, daha fazla olumsuz kıyaslama yapıyor, uçuk virüsü gibi ihanet mikrobunun çifte bulaşmasına neden oluyor. Yani çift hastalık nedeni olan virüsü vücutlarına almış, sinir sistemlerine yerleşmiş vaziyette bekler hale geliyor. Nasıl ki, yeterli beslenememe durumunda, aşırı A vitamini alındığında, aşırı alkol tüketiminde, yoğun stres dönemlerinde, grip gibi bağışıklık sistemini yoran bazı hastalıklarda, adet dönemlerinde, kişisel hijyen bozukluğunda uçuk virüsüne bağlı, uçuk hastalığı tekrarlamaya başlıyorsa, kavga, küslük, iletişimsizlik, cinsel sorunlar, yeni bir bebek ya da iş gibi önemli değişiklikler, bir ebeveynin ölümü veya hastalığı, sorunlu bir çocuğun varlığı, senin ailen, benim ailem meseleleri, ekonomik sorunlar, güç ve iktidar mücadelesi gibi, ilişkinin bağışıklık sistemini baskılayan herhangi bir durumda aldatma belirtileri ortaya çıkabiliyor, ilişki yıprandıkça yeni biri aldatmaya neden olabiliyor. Birbirinin duygularını yok saymak, dikkate almamak, sevgi ve değer göstermemek kötü bir alışkanlık haline geldiğinde, güven azalıyor ve bazı ihtiyaçların dışarıdan karşılanmasını çok yanlış bir şekilde meşrulaştırabiliyor. “Ben çaresizlikle yasak bir ilişkiye sürüklendim” diyen ve aldatan bir kişi, hem partnerini güvenilmez bulmaya ve bencil olarak damgalamaya, hem de partnerini ve ilişkisini karalamaya başlıyor, sır saklamak için mesafe yaratıyor.
Eşlerin birbirlerini başkalarıyla kıyaslaması, evliliği bitiren noktalardan ve birçok evliliğin temeline dinamit koyan şeylerden biri... "Onların çok güzel bir evi ve son model bir arabası var, Ahmet bey çok başarılı bir adam ama sen başarısızsın’ diye başlayan bir cümle, telafisi imkansız yaralara yol açabiliyor. Eşlerin evlilik birliğini devam ettirmek istememeleri durumunda, açacakları dava ile yasal olarak ayrılmalarına "boşanma" adı veriliyor. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu eşlerin yasal olarak ayrılmalarını belirli şartlara bağlıyor. Buna göre haklı bir boşanma nedeni olmadan eşler boşanamıyor. Boşanma nedenleri kanun içerisinde "özel boşanma nedenleri" ve "genel boşanma nedenleri" olarak ikiye ayrılıyor. “Eşini başkasıyla kıyaslamak”, birlikte yaşamanın mümkün olmadığına dair hakim kanaati oluşturabiliyor, evlilik birliğinin temelden sarsılmasına neden olduğu ve aldatmaya zemin hazırladığı için boşanma nedeni olarak sayılabiliyor.
İlk olarak uzun yol tır şoförleri ve sporcular için üretilmeye başlanan ama daha sonra gençlerin enerjik olmak için kullanmasıyla satışı yaygınlaşan ve tüketimi giderek artan enerji içecekleri, her yaştan insanın tercihleri arasında yer alıyor. Ancak enerji içeceklerinin tüketiminde dikkat edilmesi gereken çok önemli noktalar var… Çünkü enerji içecekleri kişiye geçici bir süre enerji veriyor ama yanlış ve aşırı kullanıldığında vücuda verdiği zararlar bu enerjinin yanında azımsanmayacak kadar fazla olabiliyor. Peki, enerji içecekleri nedir, ne değildir? Enerji içecekleri kullanılmalı mı, kullanılmamalı mı? Veya nasıl kullanılmalı? Enerji içeceklerinin içinde neler var? Enerji içecekleri vücutta ne yapıyor? Enerji içecekleriyle spor içeceklerinin farkı ne? Enerji içecekleri cinselliği nasıl etkiliyor? Kimler enerji içeceği kullanmamalı? Enerji içecekleri alkol ile birlikte alınabilir mi? İşte tüm soruların yanıtları…
Dayanıklılığı ve fiziksel performansı, zihni anlamda uyanıklığı ve konsantrasyonu arttırmak, tepkileri hızlandırmak, metabolizmayı canlandırmak ve toksinlerin vücuttan atılımını kolaylaştırmak fikrinden yola çıkılarak üretilen enerji içecekleri, uyanık kalmayı sağladığı için sınav öncesi ders çalışırken ya da gece dışarıda uzun saatler eğlenmek için kalan gençler arasında yaygın olarak tüketiliyor. Oysa enerji içecekleri ile spor içecekleri birbirinden çok farklı… Bu nedenle sporcu içecekleri ile enerji içeceklerini karıştırmamak, aradaki farkı bilerek tüketmek insan sağlığı açısından son derece önemli… Enerji desteği sağlayan ve sporcular için önemi yadsınamaz olan spor içeceklerinde karbonhidrat, vitamin, mineral ve sodyum, potasyum gibi kan için gerekli maddeler bulunuyor. Spor içecekleri ağır spor yaparak sıvı kaybeden kişiler tarafından, su ile birlikte tüketebiliyor. Enerji içeceği olarak adlandırılan içeceklerde ise kafein, taurin ve guarana gibi uyarıcı maddeler yer alıyor.
Bir kutu enerji içeceğinde zihinsel işlevler üzerinde önemli bir madde olan kafein bulunuyor ve uzun süren aktivitelerde yağların yakılmasını artırarak daha fazla enerji sağlıyor, uyanık ve aktif olunmasına yardımcı oluyor. Stres veya yorgunluk anında, vücutta önemli bir antioksidan olan taurin seviyesi düşüyor. Vücuttan zehirli maddelerin atılmasına yardımcı olan glukuronolakton, glikoz parçalandığında ortaya çıkıyor ve hemen enerji veriyor. Enerji metabolizmasında etkili olan B grubu vitaminler, fiziksel ve zihinsel performansı artırıyor. Taurin, glukuronolakton ve B grubu vitaminler dışında enerji içeceklerinde bol miktarda glikoz, sükroz, guarana (bir çeşit kafein), inositol, carnitine, creatine, yapay tatlandırıcılar, yapay aromalar, yapay renklendiriciler ve etil alkol yer alıyor. Bazı ürünlerde ise haşhaş tohumu özü ve efedrin de bulunabiliyor.
Vücut organlarını fazlaca yoran ve böbreküstü bezleri için zararlı olabilen enerji içeceklerinin içerdikleri yüksek oranda kafeinden dolayı çok fazla tüketilmemesi gerekiyor. Çünkü kilo alınımına, kalp ve kan damarlarında sorunlara yol açabiliyor, fazla tüketilmesi halinde çarpıntı yapabiliyor, tansiyonu yükseltebiliyor, asabiyet, huzursuzluk, uykusuzluk, sık tuvalete çıkma, ağız ve diş problemleri, terleme, ellerde titreme, bulantı, kusma, karın ağrısı, göğüs sancısı, baş dönmesi, uykusuzluk, bağımlılık hatta kalp krizlerine neden olabiliyor. Çok yüksek oranda şeker (15 tatlı kaşığı) içerdiği için susuzluğa (dehidrasyon) sebep olabiliyor. Yapay aromalar ve renklendiriciler, migrenden çeşitli baş ağrılarına, baş dönmesinden, saldırgan davranış geliştirmeye, hiperaktivite, kontrol edilemeyen bağırmalar ve ağlamalara, endişelere, düz oturamamaya ve çocuklara odaklanamama gibi pek çok soruna sebep olabiliyor. B vitaminleri fazla tüketildiğinde karaciğer zehirlenmesine, yanma hissine ve cilt lezyonları gibi motor ve duyu problemlerine sebep olabiliyor. Kafein kızarıklık, kaşınma, dil, yüz, ağız ve dudak uyuşması, nefes alma zorluğu, göğüs sıkışması ve kusma gibi çeşitli ciddi alerjik reaksiyonlara sebep olabiliyor. Ayrıca aşırı miktarda kafein tüketimi kronik strese, depresyona ve anksiyeteye yol açabiliyor. Bu nedenle enerji içeceklerinin antibiyotik ilaçlar, nefes açıcı ilaçlar, alkol ile birlikte kullanılmaması önem taşıyor. Bu nedenle gençler arasında kullanımı giderek artan enerji içeceklerinin okullarda satılması yasak... Milli Eğitim Bakanlığı, 21 Temmuz 2011 tarihli, 41 sayılı ve Okul Kantinlerindeki Gıda Satışı konulu bir Genelge yayınladı... Okul kantinlerindeki gıda satışını düzenleyen Genelge'ye göre, eğitim kurumlarının, yatılı veya pansiyonlu yemekhaneleri dahil olmak üzere kantinleri, çay ocakları, büfeleri vb yerlerde çocukların dengesiz beslenmesine şişmanlığa (obezite) sebep olabileceğinden, doğal maden suları hariç, enerji yoğunluğu yüksek, besin değeri düşük olan (enerji içecekleri, gazlı içecekleri, aromalı içecekler ve kolalı içecekler) ile kızartma ve cipslerin satışları yapılmayacak, otomatik satış yapan makinelerde bulundurulmayacak... Çünkü gençler enerji içeceklerini, derslere motive olmak veya sınavlarda uyanık kalabilmek için tüketebiliyor ama bunun için daha sağlıklı yollar bulmak gerekiyor. Enerji içecekleri hakkında yapılmış yeterli araştırma bulunmadığından, sağlık üzerine etkileri kesin olarak bilinmiyor ama bilinenler bile çok fazla kullanılmaması için yeterli gibi görünüyor.
Enerji içecekleri dolaylı olarak, alkolizme zemin hazırlayabiliyor. Çünkü kafein dozu yüksek olan enerji içeceğine alkol karıştırarak içmek, yorgunluk hormonu olarak bilinen kortizol hormonunun işlevselliğini yitirmesine ve hormonsal bozukluklara neden oluyor, böylece sarhoş olduğunu hissedemeyen, alkolün etkilerini fark edemeyen kişi daha çok içki içiyor ve bu durum trafik kazalarına ve alkol zehirlenmelerine yol açabiliyor. Bu nedenle enerji içeceklerinin alkol karıştırılmaması ve birlikte alınmaması tavsiye ediliyor.
İnsanın dünyada tadabileceği en güzel zevklerin başında cinsel birliktelik geliyor. Günümüzde tabu olarak algılanan ve çiftlerin gözünü korkutan cinsellik, sanıldığı gibi bir sınav, kara bir bulut ya da kâbus değil… Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği (CİSED - www.cised.org.tr) tarafından seks yapmak; rahatlamış ve gevşemiş bir halde, sevişmenin ve dokunmanın verdiği hazza odaklanarak, haz alıp haz verebilme, ruhu ve bedeni paylaşabilme, ne olursa olsun bir şekilde boşalabilme bilim ve sanatı olarak tarif ediliyor. Dolayısıyla seks yapmak, beslenme ve dinlenme ihtiyacı gibi kişinin zamanı geldiğinde, yani hormonları harekete geçtiğinde yaşaması gereken çok özel ve güzel bir dürtünün ifade ediliş şekli… Bu nedenle “Enerji içecekleri cinsel performansı arttırır”, “Enerji içecekleri seks gücüne güç katar” gibi doğru bilinen yanlışlara (cinsel mitler) son vermek önemli… Çünkü enerji içeceklerinin yaşanılan cinselliğe çoğu zaman olumlu bir katkısı olmadığı gibi, çok fazla ve alkolle birlikte kullanıldığında, aşırı performans beklentilerinden, yoğun şeker, kafein ve enerjiden dolayı sertleşme sorunlarına ve erken boşalmaya yol açabiliyor. Bu nedenle çoğu zaman, enerji içecekleri cinsel performansı arttırmıyor, aksine azaltabiliyor.
Çoğu ülkede insan sağlığına zararlı olması gerekçesi ile yasaklanması gündemde olan enerji içeceklerini, yaşlıların, gençlerin, çocukların, hamile ve emziren kadınların, alkol tüketenlerin, aktif sporcuların, kafeine duyarlı olanların, diyet yapanların, yoğun stres yaşayanların, tansiyon, kalp ve dolaşım sorunu olanların kullanmaması önem taşıyor.
İnsan düşünen, kendisi için önemli olanlar listesi yapan ve seçimleriyle kendi yolunu seçebilen bir canlı… Şu yalan dünyada kendisi için neyin daha çok önemli olduğunu düşündüğünde, aklına ailesi, dostları, işi, sağlığı, yalnızlığı, kalabalıklar içindeki sureti gibi birçok şey gelebiliyor. Sonra kendisi için önemli olanlar listesinin çok da katı olmadığını, değişken olduğunu, yenilendiğini, zamanla yer değiştiğini ama bazılarının hiç değişmediğini anlıyor. Çünkü bazen öyle bir mutluluk yaşıyor ki, tarifi imkânsız bir huzur doluyor içi ve listesini alt üst edebiliyor bir anda… Bazen yeşilin ve sarının her tonuyla ve gökyüzüyle dans eden, masmavi sularıyla ve mutlulukla beraber huzur veren bir deniz, umudu çağırabiliyor, köpük köpük dalgalarını yerleştirebiliyor gözlerine, bir mucizenin parçası yapabiliyor insanı... Bazen sıcak bir yaz günü serin esiveren bir yel, rahatlatabiliyor, huzur verebiliyor. Bazen yeşilin her tonuyla doğa, yine yeni, yeniden hayat verebiliyor, cana can katabiliyor. Bu nedenle hayatı olduğu gibi kabullenmek ve “beş duyu ile sevmek ve hissetmek” gerekiyor.
Dış dünyanın uyaranlarını görme, işitme, koklama, dokunma ve tatma organlarıyla algılama yeteneğine “duyu” adı veriliyor, duyulama etkinlikleri ile çeşitli dışsal duyuların nesneleri arasındaki farkı ortaya koyan yeti, duyulama etkinliğinin farkına varan içsel bir güç ve somut fizik gerçeklikleri maddesel bir şekilde bilme gücü olarak biliniyor. 5 duyu ile ana odaklanmak önemli, çünkü dokunma affedicilik olarak bilinen dünyayı, koklama kendini düşünmeme olarak bilinen gökyüzünü, tatma sabır olarak bilinen suyu, görme sevgi olarak bilinen ışığı ve işitme adanmışlık olarak bilinen havayı temsil ediyor. “İçine doğma”, “duyu dışı algı” ve “önsezi” olarak da adlandırılan “6. his” ise en basit tanımıyla, kişinin olacak olayları tamamen doğal bir güdü ile önceden bilmesi olarak biliniyor. 5 duyudan tamamen farklı olarak gerçekleşen bu durum, bilimsel olarak kanıtlanamayan bir fenomen…
İnsan sevdiği zaman yalnız yüreğiyle ve beyniyle seviyor ama seviştiği zaman beş duyusunun tümü devreye giriyor. Çünkü (1) görsel algı en önemli algıların başında geliyor, çoğu kez beyin ilk yaklaşım alarmını gözlerden alıyor, beğeniyor, istiyor. (2) Bazen kişi bir ses ile görünenden önce esir olabiliyor, (3) koklayarak daha derin duyguların kapısını aralayabiliyor, (4) dokunarak parmaklarıyla partnerinin tenini, (5) dudaklarıyla bütün bir bedeni tadarak tanıyabiliyor, algılayabiliyor. Yani insan 5 duyu ile sevişerek ana odaklanabiliyor, “Yetersizim, değersizim”, “İyi bir partner değilim”, “Güzel değilim” gibi geçmişin endişe ve korkularından, “Yine aynısı olacak, başaramayacağım” , “Kesin beni terk edecek” gibi geleceğe dair kaygılardan ve bedeni ile ilgili olumsuz düşüncelerden kurtulabiliyor, beyninde seviştiği bedenin haritasını net bir şekilde çıkartabiliyor…
Sevgiyi anlatmak için öncelikle onu 5 duyu ile deneyimlemek ve yürekte hissetmek gerekiyor. Tüm bilgilerden, bilgelerden, öğrenilmişliklerden öte olan böylesi bir hissediş için, öncelikle insanın kendisini sevmesi, olduğu gibi kabul etmesi ve 5 duyu ile hayatı yaşaması önem taşıyor. Çünkü hayat yaşla değil, yaşamakla anlaşılıyor. Kendiliğinden ne iyi, ne de kötü olan hayata, seçimleriyle insan iyiliği de kötülüğü de katabiliyor. Bu nedenle insanın ne istiyorsa onun hayalini kurması, gitmek istediği yere gitmesi, olmak istediğini olması, yapmak istediğini yapması çok önemli… Çünkü her insanın sadece bir hayatı yani bütün yapmak istediklerini yapması için sadece bir şansı oluyor. Bu nedenle Mevlana’nın dediği gibi, sözde değil özde sevgiyi yaşamak ve sevgiyi deneyimlemek için tene değil cana dokunmak, dışı değil içi sevmek gerekiyor.
Endişe ve üzüntülerden kurtulmak için, önce 5 duyu ile ana odaklanmak, “Endişe ve üzüntü yarının sorunlarını değil, bugünün huzurunu yok eder” sözünü hatırlamak, sonra zihinde geçmişin ve geleceğin kapılarını kapatmak gerekiyor. Daha sonra sorunlarla başa çıkmak için kişinin kendisine “Eğer sorunumu çözemezsem karşılaşabileceğim en kötü durum ne olabilir?” sorusunu sorması ve gerekiyorsa en kötü durumu kabullenmek için kendisini hazırlaması, zihinsel olarak kabullenmiş olduğu en kötü durumu düzeltmeye çalışması ve kendini sürekli meşgul ederek üzüntüyü zihninden uzak tutmaya çalışması önem taşıyor. Ancak bir duygu sürekli veya çok sık hissediliyorsa bir psikoterapiste başvurulması gerekiyor. Geçmişe yönelik olan “üzüntü”, acı, mutsuzluk, umutsuzluk, anlamsızlık, çaresizlik ile depresyona, geleceğe yönelik olan “endişe”, korku ve sıkıntı ile anksiyeteye, şimdiki zamana yönelik olan “coşku” ise, aşırı sevinç ve mutluluk ile maniye yol açabiliyor. Ama her şeye rağmen duyguların kalıcı değil, gelip geçi olduğunu hiç unutmamak önem taşıyor…
Her güzel şeyin bir sonu var, kabullenilmesi gereken ama asla kavga edilmemesi gereken bir hayat gerçeği bu... Çok tanıdık, çok sık kullanılan bu söz ile uzayın sonsuzluğundan, manevi olarak yaşamın sonsuzluğundan söz etmiyorum, doğumdan ölüme kadar yaşanılan, görülen, dokunulan, sahip olunan, kullanılan ve kimi zaman da paylaşılan şeylerden söz ediyorum. Ve tüm sonların iyisi ve kötüsü olduğunu hatırlatıyorum. Hastayken iyileşmek ve çekilen acılardan kurtulmak "iyi bir son", aşkı ve sevgiliyi kaybetmek de "kötü bir son"... Hatta kötü sonların kimileri de kaçınılmaz, göz göre göre geliyorlar. Gençliğin ve ömrün son bulması gibi, tatilin bitişi gibi... Ünlü Alman şairi ve filozofu Gothe, son nefesinde “Biraz daha ışık!” demişti. Ben ise genelde "güzel bir son" diliyorum ama yeşili, mavisi, sarısıyla denizin, güneşin ve doğanın bir arada bulunduğu her güzel günü geride bırakırken, şu an ve şimdi, "yeni ve daha güzel bir gün" diliyorum. Ve içimden, her sonun yine, yeni ve yeniden bir başlangıç olduğunu mırıldanıyorum.
“Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse” der ünlü Kolombiya’lı yazar Gabriel Garcia Marquez... Yıllar, bayramlar, mutlu ve endişeli günler hep birbirini izleyip durur yaşam dediğimiz bu döngüde... Kimi görevler yerine getirilir, zamanı gelince bu görevlerin bizden sonra gelenlere devredilmesinin mutluluğu yaşanır. Bu bayrak yarışında önemli olan başlangıçlar değil, kurumların, girişimlerin, yaşamların, bizi biz yapan değerlerin devamlılığı ve sürekliliğidir. Kimi zaman, bir anlığına da olsa hayatın karmaşasından başımızı kaldırmak, tüm dertlerimizi geride bırakmak ya da kendimize ve çevremize zarar veren alışkanlıklarımızdan kurtulmak için bir çıkış yolu bulmaya uğraşırız. Bu uğraşımızda yardımcımız yine sevdiklerimiz ve dostlarımız olur, iyi ve kötü günde yanı başımızda duran ve her sonun bir başlangıca vesile olduğunu hatırlatan güzel insanlar, can dostlarımızdır onlar… Tüm başlangıçlar aslında kendi gerçekliklerinin diğer tarafında, aynanın sırlı tarafında birer sondur ve tüm sonlar yeniden bir enerji ve yaşam patlaması şeklinde yeniden doğuştur, başlangıçtır.
Başlangıçlar ve sonlar birbirinden çok da ayrı şeyler değil aslında... O tarifi imkansız mutluluklar başlangıç anlarıyla birlikte başlıyor aslında ve tabii kaçınılmaz sona doğru gidişler de… Başlamak insanoğlunda bir tedirginlik, bir ikilem hissi yaratsa da kalpteki umutlar içinde hep coşkular, hevesler, arzular, heyecanlar, mutluluklar barındırır. Oysa ki bitişler öyle mi ya? İnsanda bir doygunluk hissi uyandırsa hatta bazen bir rahatlama hissi uyandırsa da, genellikle bitişler hep hüzün, hep keder, hep başarısızlık duygusunun ağır bastığı durumlar olarak karşımıza çıkar. Başlangıçları çok çok önemsiyoruz da sona gelmişse bir şeyler, niyeyse aynı özeni göster(e)miyoruz. Oysa sonlarla değerlendiriyor, sonları hatırlıyor insanoğlu, olayları, aşkları, duyguları... Ailemize yeni katılan bir bebeğin doğumuyla yaşandığımız sevinç unutuluyor zamanla da… Bu dünyadan göçerken bir insan, dünyada bıraktığı izlerle, yaptıkları kalıyor hep aklımızda... Aşıkların, başlangıçta hissettikleri güzel ve çok özel duygular, iş bir gün ayrılık noktasına geldiğinde belleklerinden silinebiliyor. Aslında pragmatist yapımızdan kaynaklanıyor biraz da, işe, aşka, ilişkiye başlarken ki beklentilerimiz, sonuçlarına göre bir anlam kazanıyor ancak… Peki, öyleyse neden esirgiyoruz hak ettiği özenli yaklaşımı sonlardan? Neden, boş vermişlikle, ilgisizlikle, bıkkınlıkla ve onların doğurduğu kaba bir nezaketsizlikle hırpalıyoruz hayatımızın bu dönüm noktalarını? İlkler kadar sonları da, başlangıçlar kadar bitişleri de saklamıyor muyuz sanki aklımızın ve kalbimizin tozlu arşivlerinde? Bir devamlılık var doğada şüphesiz, başlayan hiçbir şey bitmiyor, değişiyor aslında. Ayrılıklara, vedalara, uğurlamalara, beraberliklere, en baştaki merhabalar, karşılamalar, güler yüzlü samimiyetler olmadan varılmıyor aslında...
Sonlardan bir türlü kaçamıyoruz. Kaçınılmaz olanı geciktirmeye çalışsak da sonuçta kabullenmekten başka çaremiz de yok. Asıl olan bu durumun kabulünü nasıl gerçekleştirdiğimiz... Asıl mesele hayatımıza aldıklarımızı, zamanında kendimizden çok önem atfettiklerimizi, şimdi hayatımızdan öyle ya da böyle çıkartırken nasıl davrandığımız... İçten ve samimi bir gülümsemeyle “buyur ederek” kalbimizin kapılarını açtığımız misafirlerimizi zamanı geldiğinde yolcu ederken, aynı hassas yaklaşımı ve olgun duruşa sahip olup olmadığımız... Henüz yaşamımızın herhangi bir alanına nüfuz etmemişken, duyarlılıklarımıza dokunmamışken, çıkarlarımızın bam teline basmamışken birileri ya da bir şeyler, düşünceli, incelikli, hoşgörülü olabilmek, gerçekte çok kolay olmalı... Asıl zor olan kısım, aramızda yakınlaşmalar olduğunda, sınırlarımız birbirine karıştığında, paylaşımlarımız artmaya ve çoğalmaya başladıktan sonra, gerektiğinde kabalaşmadan, çirkinleşmeden, geçmişe ihanet etmeden noktayı doğru yer ve biçimde koyabilmek... Başlatmaktan daha önemlisi, sürdürüp götürmekten daha yücesi doğru biçimde bitirmeyi bilmektir. Birisi hakkında doğru hüküm verebilmemiz, onun ayrılıklardaki, bitişlerdeki, sonlardaki yaklaşımlarını görmemizle mümkün. Geceyi düşün bir de arkasından doğan güneşi… Kışları düşün bir de arkasından gelen taze baharları… Olumsuz düşünceleriniz olduğu kadar olumlu düşüncelerinizde olmalı hayatta. Bir son varsa, bilmelisiniz ki, yeni bir başlangıçta vardır mutlaka… Çağımızın ünlü düşünürlerinden olan ve doğu kültürünün büyük üstadı, Filistinli Edward Said bir yazısında bakın nasıl bakıyor konuya:
“Peki nedir başlangıç? Başlamak için ne yapmak gerekir? Bir faaliyet ya da bir an ya da bir mekân olarak başlangıcı özel kılan nedir? Öyle kafamızın estiği zaman başlayabilir miyiz? Başlangıç için nasıl bir tutum ya da ruh hali gerekir? Tarihsel açıdan bakıldığında, başlangıç için en elverişli denebilecek bir an, başlangıcın en önemli faaliyet olduğu bir birey var mıdır? Edebiyat eseri açısından başlangıç ne kadar önemlidir? Başlangıç hakkında bu tür sorular sormaya değer mi? Eğer öyleyse, bunları somut, anlaşılır ve bilgilendirici şekilde ele almak ya da cevaplamak mümkün müdür? Başlangıç yalnızca bir eylem türü değil, aynı zamanda bir ruh hali, bir çalışma şekli, bir tavır, bir bilinçtir..."
Adı her ne olursa olsun, ister aşk, ister iş, isterse de arkadaşlık ya da dostluk, bir ayrılık durumu yaşıyorsanız ve bu durumun gerçekleşmesi halinde ne türde olumsuzluklarla karşılaşacağınıza dair kuşkularımız varsa, yol yakınken dönmekten, başlamadan son vermekten çekinmemek büyük olasılıkla sizin hayrınıza olacaktır. Galiba, bizler hızla akıp giden yaşamlarımızda bir sevgili, bir eş, bir iş arkadaşı, bir ortak, bir dost seçerken, onunla beraberliğimizi yürütüp yürütemeyeceğimizden ziyade, gün gelir de eğer gerekli olursa uygun biçimde nasıl ilişkimizi sonlandıracağımızı düşünmeliyiz. Yalnız başkalarını değil kendimizi de herhalde başlangıçlarda değil, en iyi şekilde hep bitişlerde tanıyor, duygusal sınırlarımızı bitişlerle tayin ediyoruz. Hayal kırıklıkları, günlük hesaplarımızın ve geçici çıkarlarımızın bozulması, gereksiz kırgınlıklar, aşırı kızgınlıklar, kişisel kontrolümüzü kaybettiriyor ve bizi biz olmaktan çıkarıyor mu, yoksa tüm olumsuz durum ve koşullara karşın, kayıplarımıza, acılarımıza, kızgınlığımıza ve kırgınlığımıza rağmen vazgeçmeyi, zarar vermemeyi, sakinliği elden bırakmamayı başarabiliyor muyuz? Yoksa sevgi bitince dostluğu da umursamıyor muyuz, ilişki sona erdiğinde saygısızlık yapmayı kendimizde bir hak olarak mı görüyoruz, arkadaşlıkların ardından dedikodu yapmayı ve kötü biçimde konuşmayı, işteki ortaklık çözülünce aleyhte bulunmayı kendimizde bir hak olarak mı görüyoruz? Unutmayın, sonlar da emek istiyor en az başlangıçlar kadar... Çünkü her son yeni bir başlangıçtır. Bu durumda felsefi olarak bu önermenin tersi de mümkündür yani her başlangıç yeni bir sondur. Herhalde hayata pozitif tarafından bakabilmenin altın kuralı bu, her başlangıcı yeni bir son olarak görmek yerine, her sonu yeni bir başlangıç olarak görmek... Biten bir şeyi başlayan yeni bir şey olarak algılamak... İnsanların alıştığı ve kaybetmekten korktuğu şeylerden vazgeçmesi ve onlardan ayrılması her zaman zor olmuştur. Alışkanlıklarından ayrılmak korkutur insanı. Hayatta öyle sonlar vardır ki, sanki hayat o an bitmiş gibi gelir bazen… İnsan böyle anlarda yalnız sonları görür, sonları yaşar… Peki ya başlangıçlar? Hayatta sonlar kadar başlangıçlar da vardır. İşte bu başlangıçlar her insanın kolay kolay gör(e)meyeceği şeyler… Hayattaki her sonun sizler için yepyeni başlangıçlar olması dileğiyle…
İnsan hiçbir şeyi aşamıyorsa, en azından kendi gölgesini aşmalı, mutlaka ayaklarını suya, bedenini toprağa, elini yeşile, gözünü maviye değdirebilmeli, doğasından ve doğadan uzaklaşmamalı, doğanın keyfini yaşarken ruhunu da dinlendirebilmeli, bir şekilde zamanı durdurabilmeli, şu an ve şimdide yaşamalı, anlık bile olsa doğada eriyip kaybolabilmeli... Açan çiçek, öten kuş, esen rüzgar, yağan yağmur, ısıtan güneş olmalı, her gününde doğa olmalı, inançlarıyla, erdemiyle, dürüstlüğüyle, hoşgörüsüyle, sevdikleriyle ve dostlarıyla akıp giden zamana ve hayatına değer katabilmeli, kısaca yaşamalı... Carpe Diem yapmalı...
Bildiğiniz gibi "Carpe Diem", Latin edebiyatının ünlü ozanı Horatius’un bir dizesinde geçen "Gününü gün et, zamanın tadını çıkar, günü yakala, anı yaşa, günü yaşa!" anlamındaki bir özdeyiş... Bu özdeyişi insanoğlu doğru anlamalı, hazcı felsefenin bir savunusu gibi görmek yerine, geçmişi bugüne bulaştırmak veya gelecek hakkında endişelenmek yerine yaşanılan anın değerine vurgulamak için yapılan bir uyarı gibi algılamalı... 19. yüzyıl başlarında Byron’ın yapıtlarında sık sık geçen "Günü yakala!" deyiminin de, yaşanmakta olanın önemini gözden kaçırmamayı salık verdiği hiç unutmamalı. Anadolu’da sık kullanılan "Günü anlamlı yaşa!" özdeyişinin ise, insanların sadece bedenlerini uykuya, ruhlarını ölüme hazırlamaları yerine, şu an ve şimdi hayatlarına değer katmaları gerektiğini vurgulama konusunda örtük bir uyarı barındırdığı akılda tutulmalı. Yani yarının ne olacağı bilinmediği için, içinde bulunulan zamanın kıymetinin bilinmesi, yarına mümkün olduğunca az güvenilmesi gerektiği vurgusu zihne kazınmalı. Hatta Carpe Diem sözünün geçtiği ve geçenlerde kaybettiğimiz ünlü aktör Robin Williams'ın başrolde oynadığı Ölü Ozanlar Derneği filminde "Sadece bir tane hayatınız var ve şimdi yapmayacaksınız da ölünce mi yapacaksınız?" ifadeleri ile anın değerinin bilinip ona göre hareket edilmesi gerektiği hayat rehberi olarak alınmalı, yaşanmalı... Son yıllarda yazdığı eserlerle dünya çapında haklı bir ün kazanan, çalışmaları Türkçe'ye çevrilerek ülkemizde de yayımlanan Robin Sharma’nın konuya yaklaşımı ise biraz daha farklı… “Anı yaşamak zihinde değil, kalpte olur..."
Anı yaşamak, ilk bakışta 1960’ların "çiçek çocukları" olarak da tanınan Hippilerin yaşam felsefesini yansıtan ütopik bir ifade gibi geliyor. Hatta "Savaşma, seviş" sözü de onlara ait... “Anı yaşa” denilince, genç kuşaklar tarafından eski anıları yaşamak gibi de anlaşılabiliyor zaman zaman… "Carpe Diem"in felsefesi kişiler ya da kültürler bazında çoğunlukla anlaşılmak istendiği gibi anlaşılmış ve öyle de toplumsal kabul görmüştür. Bu ve benzeri yoruma açık terimlerde, insanoğlu maalesef biraz da işine geldiği şekilde bir yoruma kaçmıştır. Carpe Diem, "geçmiş için kafa yorma, gelecek için de plan yapma" anlamında değildir. Yaşamı ele alış biçimini kökten değiştiren, yaşanılan anın önemini bildiren ve onu doğru kullanmayı salık veren bir görüştür. Gününü gün etmek demek değildir Carpe Diem.“Günü yakala, anı yaşa” der ve yol gösterir. “Günü kurtar, boşver gitsin…” demez! Yaşamı hoyratça, sorumsuzca harcamayı önermez, tam tersine, hayatın belli bir miktar yükleyerek vermiş olduğu “kredi kartının limitini” yani gittikçe azalan zamanı kişinin kendisi, çevresi ve insanlık için en verimli şekilde çalışarak geçirmesini salık verir. Bu nedenle René Descartes ve Gottfried Leibniz ile birlikte 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen Rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilen Baruch Spinoza, “Sonsuz olduğumuzu hissediyoruz ve gözlemliyoruz” der.
"Şu an ve şimdi" Carpe Diem eyleminin ve düşüncesinin odak noktasıdır. Hayat şu anda var olmanın kalbindedir. Denilebilir ki: "Dün geçti! Yarın henüz olmadı! Bugün eyleme geçip, düşünceleri gerçekleştirecek gündür. Bekleme. Erteleme. Şimdi değilse ne zaman?” Hayatımızı değiştirmek, iyi, doğru ve güzele yönelmek için asla geç değildir. Değişim için ayak sürüyen ve bahane bulanlar, çoğunlukla suçu yetersiz eğitim, kötü geçirilmiş çocukluk, sorunlu aile, işyeri problemleri, maddi zorluklar, adaletsizlik, haksızlık gibi birçok kavrama bağlarlar. Bir tek yapamadıkları aynanın karşısına geçip yüzleşemedikleri kendileri ve öz benlikleridir. Kişiler artık bu kısırdöngüden sıyrılmalı, kendini tanımalı ve sorunu tespit edip, ona çözüm aramalıdır. Çünkü sorunun bir parçası olan, çözümün de bir parçası olur. Anı yaşayan kişi yaşadığı her dakikaya, her saniyeye odaklıdır, yaptığı işe tam anlamıyla konsantredir, işini tıpkı bir cerrah titizliğinde yapar, ne bir kaplumbağa kadar yavaştır ne de tavşan gibi nefes nefese, alelacele, koşarak keyif almadan ve farkında olmadan… Hiç telaşlı değildir, en uygun hızda ve en verimli bir şekilde tamamlar işini... Onda yargılama, korku ve endişe yoktur, kabullenme durumu vardır. Sanki insanın önündeki tüm engeller ortadan kalkar, her şey başarması için ona yardım eder. Yaşadığı her saniyeden keyif alır, mutlu olur ve bu keyif doğayı, insanları, kokuları, renkleri, biçimleri ve çevresindeki ister insan, ister farklı bir şey olsun her şeyi anlamasını, algılamasını, yorumlamasını ve takdir etmesini sağlar. İşte böyle anlarda aldığı her nefes için, attığı her adım için, aslında her şey için bir tür minnettarlık duyar. Bu nedenle hayatı ve ilişkileri, ne alacağız, ondan ne kadar koparacağız bakış açısı ile değil, “Ben nasıl bir katkıda bulunabilirim?” şeklinde ele almak gerekir. Ünlü Romalı düşünür, devlet adamı ve edebiyatçı Seneca şöyle der: "Hayatta en büyük engel, beklemektir. Daha sonra gelecek olan her şey bu belirsizliğin alanına girer ve bekler. O zaman şu andan itibaren anı yaşayın…"
Çiçekler ve çikolatalar romantik anlar için ideal olabilir ama gün içinde kimseye çaktırmadan yapılacak birkaç basit egzersiz hareketinin seks yaşamını tamamen değiştirebileceğini biliyor muydunuz? Farklı ülkelerde her gün bir yenisi yapılan bilimsel araştırmalar bizlere gösteriyor ki; egzersizlerin cinsel yaşantıya olumlu etkileri yadsınamayacak kadar çok...
Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği (CİSED) cinsel terapistleri düzenli egzersizlerin birçok yönden hem ruhu hem cinsel gücü hem de vücudu beslediğini savunuyor. Çünkü kasların gelişmesi, dayanıklılık seviyesinin artırılması ve kan dolaşımının düzenlenmesi cinsel yaşamı olumlu etkiliyor. Kegel egzersizleri, aşk kasları adı verilen pelvik taban kaslarını güçlendirmek için yapılması önerilen egzersizlerin başında geliyor. Yapılabilirliği itibarıyla basit olan bu egzersizler, idrar akışının kontrol edilmesini ve pelvik organların tutunduğu kaslarının tıpkı bir hamak misali yerinde durmasını sağlamanın yanında cinsel sorunların tedavisinde de kullanılıyor. Ancak buna rağmen pekçok kadın aşk kaslarının bugüne kadar farkına varmamış, hatta keşfedememiş durumda...
Başlamadan önce aşk kaslarının tam olarak nerede olduğunu anlamak gerekiyor. Küçük tuvalet yapılırken kişinin istediği zaman durabilmesini sağlayan kaslar aşk kaslarıdır. Aşk kaslarının zayıflığı mesane kontrol problemleri (idrar kaçırma) veya bazı pelvik organların sarkmasına neden olabiliyor. Günümüzde doktorlar ve cinsel terapistler sık sık Kegel egzersizlerini aşağıdaki durumlarda bir reçete olarak veriyor:
Gebelik ve doğum sırasında, pelvik taban gergin hale gelebiliyor ve genellikle doğumdan sonra aylarca, yıllarca idrar kontrolü sorunlarına neden olabiliyor. Zayıflamış bir pelvik tabanda sarkma (rahim sarkması) bir veya daha fazla pelvik organın rahim dışına çıkmasına zemin hazırlayabiliyor. Bu nedenle hamile ve doğum yapmış kadınların günlük olarak Kegel egzersizlerini yapması önem taşıyor. Çünkü düzenli bir biçimde yapıldığında Kegel egzersizleri gerek günlük hayatı gerekse cinsel yaşantıyı daha kaliteli bir hale getirebiliyor. Genital bölgedeki kan dolaşımını güçlendiriyor, bu da cinsel isteği ve cinsel yaşamın kalitesini artırıyor. Daha güçlü ve zevk veren orgazmlar yaşamasını sağlıyor. Vajinal bölgedeki kontrol duygusunun ve kişinin kendisine olan güveninin artmasına katkı veriyor. Küçük tuvaleti daha rahat tutabilmeye yardımcı oluyor. Vajinal sarkmaları önlüyor. Kegel egzersizleri dışında hem cinsel hayatı hem de ruhsal ve fiziksel sağlığı düzenleyen birçok egzersiz ve germe hareketi bulunuyor. Yoga ve dans dersleri özellikle pelvis bölgesinin çalışmasını sağlıyor. Tekme hareketi içeren egzersizler ve yüzme gibi diğer sporlar da cinsel hayata olumlu etki yapıyor. Her çeşit düzenli egzersiz enerjiyi dengeliyor, kişiyi canlandırıyor, cinsel hayattaki isteği ve tutkuyu artırıyor. Bu nedenle fırsat buldukça egzersiz yapmak gerekiyor.
Kegel egzersizlerini yapmak son derece kolay ve hiç kimsenin bilemeyeceği ve hissedemeyeceği herhangi bir yerde, kimseye çaktırmadan, çok rahatlıkla yapılabiliyor. (1) Yavaş Kegeller aşk kaslarını güçlendirmeye ve bu kaslara hükmetme süresinin artmasına yardımcı oluyor. (2) Hızlı Kegeller ise öksürüldüğünde ya da hapşırıldığında aşk kaslarının gerilme hızını artırıyor. Kegel egzersizleri yeterli süre yatarak tekrarladıktan sonra, oturarak yapılıyor. Vücuttaki değişimi hissetmek için en az 6 haftaya ihtiyaç duyuluyor.
Öncelikle, oturma pozisyonunda veya yatar durumda idrarı tutmak istermiş gibi aşk kaslarını sıkıp, gevşeterek kişinin kendini test etmesi ve bu kontrol esnasında idrar deliği ve makat kaslarını sıkarken aşk kaslarını hissetmesi gerekiyor. Karın bölgesinde bir kasılma hissediliyorsa doğru kasların çalıştırılmadığı varsayılıyor. Yavaş Kegel egzersizleri için yere ya da yatağa uzanıp, bir çiçeği koklar gibi yavaşça nefes alıp, bir mumu üfler gibi yavaşça nefesi vermek ve bir ritim yakalamak önem taşıyor. Aşk kaslarını nefes alırken 5 saniye yavaşça sıkmak, nefes verirken 5 saniye yavaşça gevşetmek gerekiyor. Bu işlemin her seferinde 10 kez, günde 10 kür olmak üzere en az 100 defa yapılması tavsiye ediliyor. Zamanla kasma ve gevşetme süresi 10 saniyeye çıkartılabiliyor.
Hızlı Kegel egzersizleri de aynı yavaş Kegel egzersizleri gibi yapılıyor. Tek farkı, aşk kaslarını daha çabuk sıkıp serbest bırakmak, yani 5 saniye yerine 3 saniye kasıp, 3 saniye gevşetmek gerekiyor.
Dr. Arnold Kegel tarafından bulunan Kegel egzersizleri, başta vajinismus (seks yapma korkusu), disparoni (ağrılı cinsel ilişki), cinsel isteksizlik, erken boşalma, iktidarsızlık olmak üzere cinsel işlev bozukluklarını tedavi etmekte kullanılıyor. Hatta Kegel egzersizlerinin yaşlı erkeklerin penislerinin sertleşmesi üzerinde olumlu etkiye sahip olduğu bilinen bir gerçek... Kegel egzersizleriyle erkekler güçlü ereksiyon elde edebiliyor ve yoğun orgazm yaşayabiliyor, boşalmalarını daha iyi kontrol edebiliyor ve böylece daha tatminkâr bir seks hayatına sahip olabiliyor. Çünkü cinsel işlev bozukluğu tedavisinde kullanılan Kegel egzersizlerinin aşk kaslarını yeniden eğitme ve vücudu keşfetmede büyük rolü var.