Üzerinize doğru koşan bir kaplan görmek, 160 metre yükseklikte bir helikopterden paraşütsüz düşüyor olmak, cephede yağmur gibi yağan kurşunlardan kaçmak, panik atak geçirmek, saniyeler sonra bir trafik kazası geçireceğini fark etmek… “Panik atak” ölüm veya ciddi yaralanmalar ile sonuçlanacak olan bu olayların arasına sinsice sızmış gibi duruyor. Oysa tüm bu korkutucu olayların yaşanması esnasında bedenin verdiği tepkiler açısından bakılırsa, panik atağın bu satırlar arasında olma sebebi anlaşılıyor. Bedenin verdiği tepkiler… Beyin bir tehlike algılıyor, beyindeki korkuyu yöneten bölge uyarılıyor, aşırı seviyede korku, heyecan ve endişe hissediliyor, kişinin acil durumlarda kaçmasını veya savaşmasını sağlayan adrenalin hormonunun salınımı artıyor. Peki ya sonra? Kalp yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor, nefes almak zorlaşıyor, kaslar geriliyor, tansiyon yükseliyor, el ve kollarda uyuşmalar hissediliyor, baş dönmesi başlıyor, belki sıkı bir yumruk yemiş gibi karında ağrı oluşuyor, kişi ya buz kesiyor ya da ter döküyor. “Ölüm” kelimesi beyinde flaşör gibi yanıp sönüyor. Peki ya daha sonra? İkinci kez sorulan bu soruyla “panik atak” dehşet verici şekilde sonuçlanacak olan diğer olaylardan ayrılıyor çünkü panik ataktan sonra hiçbir şey olmuyor, ne bir ölüm ne bedensel bir kısıtlanma. Panik atak başlamadan önce kişiyi tehdit edici hiçbir şey olmadığı gibi ne bir kaplan ne de helikopter... Sadece yanlış alarm! Beyin tehlikeli bir durum olmadığını algılıyor ve bedenin verdiği tepkiler normale dönüyor fakat yaşananlar zihni rahat bırakmıyor.
Oturduğunuz binada yangın alarmı çalmaya başlayınca korkuyla dışarı fırlarsınız. Muzır bir çocuğu alarmın yanında gülerken gördüğünüzde “yanlış alarm” der ve eve geri dönersiniz. Çocuk biraz eğlenmek istemiştir. Peki, panik atak yaşamanıza neden olan bu “yanlış alarm” da bu kadar masum mudur? Bedeniniz için evet, ruhunuz için hayır. Panik atak geçiren fakat adının panik atak olduğunu bilmeyen hemen herkes kalp krizi geçirdiğini zanneder. Durduk yere kalbin bu kadar hızlı atması, nefesin kesilmesi, vücudun uyuşması, tehlikedeymiş hissi, “ölüyorum” düşüncesi olsa olsa kalp krizine işarettir çoğunluk için. Derhal en yakın hastanenin acil bölümüne gidilmelidir. Gidilir, tüm tetkikler yaptırılır; fakat çok sağlıklı olduğunu ve kalp krizi geçirmesinin mümkün olmadığını gösteren sonuçlar kişiyi her defasında daha da karamsarlığa iter. Bırakalım çaresiz hastalığı, onunki tanımsızdır, en kötüsüdür. “Ey ölüm, benden o kadar uzakmışsın da neden bir anda yanı başımda beliriyorsun” diyen kişi için rahatsızlığı, uyanıkken çöken bir kabustur artık; sadece kendisinin gördüğü, kimseyi inandıramadığı bir kabus. Kendisi ölümün eşiğindeyken insanların ona hiçbir şeyi yokmuş gibi bakması ve davranmasıyla aklına başka düşünceler de gelebilir, mesela deliriyor olma ihtimali... Kesinlikle bir hastalığı vardır ve hastalığı tanımlanana kadar bu kişiye rahat yoktur. Aniden başlayan, 10 ila 30 dakika süren, ara ara gelen, bir daha ne zaman geleceği belli olmayan, insana yalancı ölümü koklatan krizlerin adı “panik atak”tır. Panik atak –en basit tanımıyla- korku ve heyecan duyulduğunda vücudun aşırı tepki vermesidir. Geçirilen nöbetlerin panik atak olarak adlandırılabilmesi için kişinin kalp-damar rahatsızlığının bulunmaması ve en az iki kere panik atak geçirmiş olması gerekir. Ayrıca kalp krizini taklit eden panik ataklar ruhsal sıkıntının kendisi değil, belirtisidir. “Panik bozukluğu” olarak adlandırılan durum ise ilk panik atağın ardından bir sonraki atağın ne zaman, nerede, ne şiddette geçirileceğine dair duyulan endişe ile gelişir. Kişi artık “panik”ten paniklemektedir.
Panik ataklar somut olarak sebepsiz ve sonuçsuzdur fakat bir iki kere yaşayan kişinin artık en büyük korkusudur. Panik atak, kişinin ruhunda bir yerlerde sinsi bir düşman gibi saklanıyordur ve kişiyi en olmadık yerde ele geçirecektir. Gözle görülür bir zarar vermese de büyük korku salacaktır. Kişi artık kaçma ve kaçınma davranışları geliştirir; panik atağın gelmesine neden olabilecek olay ve durumlardan kaçınmaya, panik atağı yalnızken geçirme ihtimalinin olduğu yerlerden kaçmaya başlar. Kimi kalp atışlarını hızlandıracağı için spor yapmaz, kimi panik atak esnasında müdahale edebilecek birine ihtiyaç duyacağı için tek başına dışarı çıkmaz, kimi asansöre binmez, kimi hastane ve eczane bulunan yolları tercih eder. En sonunda korkular yaşama hakim olur. Beynin bir yanlış alarmıyla başlayan hayat “panik bozukluğu” hapishanesinde sürmektedir.
Her şeyin bir nedeni olmalıdır; sebepsiz, aniden geldiği söylenen panik atağın bile. Panik atağın sebebi olarak sunamayacağımız ama olmazsa olmazı diyebileceğimiz iki faktör vardır: Birincisi geçmişte yaşanan bir kayıp, ikincisi mükemmeliyetçi kişilik özellikleri... Panik atak geçiren kişinin klinik hikayesinde mutlaka bir kayıp, bir travma vardır. Sevilen bir kişinin ölümü, sevgiliden ayrılma, iflas, beklenenin aksine terfi edememek, başka bir şehre taşınmak, deprem, çocuk sahibi olmak gibi olaylar sebebiyle para, insan, öz güven, özgürlük, iş kaybı gibi kayıplar yaşanır. Detaycı, mükemmeliyetçi, sorunlara odaklanan, endişeli kişiler yaşadıkları bu kayıpları daha detaylı ele alırlar, daha derinleştirir, daha derin yaşarlar. İlerleyen zamanlarda da herhangi bir olay karşısında gereğinden fazla kaygı duyar ve korkarlar. Panik atak geçirenlerin büyük çoğunluğunun entelektüel olması, iyi eğitim gerektiren işlerde çalışıyor ve büyük şehirlerde yaşıyor olması tesadüf değildir. Bu kişilik özelliklerine sahip olan ve bir kayıp yaşayanlar genellikle 6 ila 12 ay sonra korku veya heyecan duyduğu bir anda panik atak geçirebiliyor. Sonuç olarak panik atağın tamamen sebepsiz olduğunu söyleyemeyiz. Geçmişte yaşanan bir travma, üzerine kapanan kapağı açmış ve beynin panik butonuna basmıştır.
“Paniğe gerek yok, bu sadece panik!” Söylemesi kolay belki, tedavisi bu cümlede saklı çünkü. Kişiyi azat etmeyecekmiş gibi görünen panik bozukluğunun tedavisi panik atağın adının konması ile başlıyor aslında. İlaç tedavisi ile beraber sürdürülen psikoterapi sayesinde kişi; beyninin neden yanlış alarm verdiğini, neden panik atak yaşadığını ve en önemlisi panik atağın zararsız olduğunu öğreniyor. Artık korkulacak bir yanı kalmayan panik atağın üzerine yeni korkular edinmiyor, hatta korkularından arınmaya başlıyor. Panik atak yaşamamak için hayata bakışını değiştiriyor, olası bir panik atakta olabildiğince kontrolü ele geçirmeyi öğreniyor. Psikoterapi sayesinde mahkumiyet giderek kısalıyor.
Bazı alışkanlıklar insanda zamanla bağımlılık haline gelebiliyor. Porno bağımlılığı son dönemlerde danışanların uzmanlara en çok başvurduğu konuların başında geliyor. Akıllı cep telefonları, internet, whatsapp, instagram, twitter, mns ve facebook gibi sosyal medya araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte internet başında geçirilen vakit her geçen gün artıyor. Bu durum insanların cinselliği internette daha çok aramasına yol açıyor. Kültüre, aile değerlerine, ilişki standartlarına, konuşulan dile, cinsel ve romantik ilişkilere nüfuz eden ve günümüzün sosyal vebası olarak görülen pornografi, çoğu zaman zararsız bir eğlence olmasına rağmen, insanlar üzerinde ciddi bir negatif etki yaratabiliyor. Çünkü erkekler zamanla kadınlara yakın olma yetilerini kaybedebiliyor ve gerçek bir kadınla birlikte olunca endişe yaşayabiliyor. Kadınlar da pornoyu daha çok erkeklere ait bir şey olarak kabul ediyor ve birlikte oldukları erkeğin kendileri yerine pornoya vakit ayırmasından çok fazla rahatsız oluyor ve değersizlik hissediyorlar, kendilerini sanal ortamdaki kadınların vücutları ve performanslarıyla kıyaslıyorlar, erkeklere çekici gelme kabiliyetlerini yitirmekten korkuyorlar ve genelde de korktukları başlarına geliyor. Yani birçok ilişki pornografinin dayanılmaz ağırlığı altında eziliyor ve zamanla yıkılıyor.
Aşırı pornografik yayın seyretmek beynin sinirsel yollarını yeniden oluşturarak, daha önce uyarı veren sahnelerin ve davranışların zamanla uyarı vermez bir hale gelmesine yol açabiliyor. Çift zamanla cinsel deneyimlere karşı duyarsızlaşabiliyor. Porno materyallerindeki çekici kadınları gören erkek eşini beğenmeyebiliyor ve zamanla ondan uzaklaşabiliyor. Aşırı beklentinin yarattığı performans anksiyetesi de (başaramama korkusu) cinsel ilişkiye girememe ve cinsel isteksizlik gibi cinsel sorunların, depresyon, kaygı bozuklukları ya da yetersizlik hissi gibi psikolojik problemlerin ortaya çıkmasına yol açabiliyor.
İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte porno bağımlılığı gibi teknolojinin getirdiği yeni davranış bozuklukları ortaya çıkıyor. Özellikle kadınların, "Partnerim benimle ilgilenmiyor!", "Partnerim bütün vaktini internet başında porno izleyerek geçiriyor!", "Partnerim cinsel açıdan bana yaklaşmak yerine mastürbasyon yapmayı tercih ediyor ve gitgide benden uzaklaşıyor!" gibi şikâyetleri her geçen gün artıyor. Bu durum ilişkileri temelden sarsıyor. Öncelikle bağımlılık nedir?" bu konuyu açıklamak gerekiyor. Bağımlılık; bir kişiye ya da nesneye duyulan karşı konulamaz bir istek, bir nevi onsuz olamama hali olarak biliniyor. Eğer durum kişinin kontrolünden çıkıyorsa ve artık kişi iradesi dışında davranmaya başlıyorsa bir bağımlılık durumundan söz edilebiliyor.
Porno filmler fantezi aracı olarak kullanılabiliyor ve çiftin cinsel hayatını renklendirebiliyor. Bu açıdan ele alındığında porno film izlemek bir hastalık değil... Hatta zaman zaman kişi cinsel ilişki kurmak yerine, porno izleyerek kendini tatmin etmeyi tercih edebilir ya da cinsel hayatına renk katmak için porno filmi bir fantezi aracı olarak kullanabilir. Belli bir dozda olduğunda bunun sakıncası yok. Ancak kişi tüm vaktini internet başında geçirmeye başladıysa, tek başına kalmayı tercih edip odasından çıkmaz hale geldiyse, partneriyle ya da çocuklarıyla iletişimi çok azaldıysa, partneriyle seks yapmayı bıraktıysa, mastürbasyonu cinsel ilişkiye tercih etmeye başladıysa, sosyal hayattan koptuysa ve hatta işini bile aksatır duruma geldiyse bağımlılığa varan bir davranış bozukluğundan söz edilebiliyor.
Porno bağımlılığı genel olarak erkeklerde daha fazla görülüyor. Çünkü erkeklerde ergenlikten itibaren porno film izleyerek mastürbasyon yapmak olağan bir davranış olarak görülüyor. Erkekler daha çok görsel olarak ve çıplaklıktan uyarılırken, kadınlar ise hayal ve fanteziler yoluyla uyarılıyor. Çekingen, insanlarla kolay ilişki kuramayan, kadınlarla iletişim kurma konusunda yeterli becerilere sahip olamayan, cinselliği ve cinsel performansı gözünde çok büyüten ve penis boyunu takıntı haline getiren erkekler, kadınlardan uzaklaşıp pornoya yönelebiliyor. Ayrıca erkekler pornoyu gerçek dünyadan bir kaçış yöntemi olarak da kullanabiliyor, iş hayatında ya da evlilik ilişkisinde yaşadığı sorunlarla yüzleşmemek için kendine sanal bir dünya yaratabiliyor.
Kişinin kendini ayıplaması veya cezalandırması, kendinden nefret etmesi yerine, porno bağımlılığından kurtulmak için ilk önce sorunun varlığını kabullenmesi, eski alışkanlıklar yerini yeni ve sağlıklı alışkanlıklar kazanılabileceğini fark etmesi, sıkılma, acıkma, yalnızlık gibi pornografiye iten durumları not etmesi ve pornografiye erişimi ortadan kaldırması gerekiyor. Bunun için eldeki yazılı ve görsel porno arşivini yok etmek, internet üzerinden erişimi engellemek, porno izlenen zamanları dolduracak türden hobiler ve uğraşılar edinmek, gönüllü toplum hizmetlerine katılmak, spor yapmak, müzik dinlemek, doğa ile baş başa olmak, aileyle ve dostlarla keyifli vakit geçirmek, özgüveninizi artırıcı etkinliklere katılmak önem taşıyor. Tüm bunlara rağmen sorun hala devam ediyorsa profesyonel destek almak, bir terapiste başvurmak gerekiyor.
Porno bağımlılığının tedavisinde cinsel terapi ve medikal tedavi birlikte kullanılabiliyor. Öncelikle sorunun neden kaynaklandığının bulunması gerekiyor. "Kişi hangi kişilik özelliğinden ya da hangi ihtiyaçtan dolayı pornoya yöneldi?" sorusunun yanıtı aranıyor. Erkeğin sorunu kabul edip tedaviye gelmesi zaman alabiliyor. Bu nedenle doğrudan porno bağımlılığı sorunu ile tedaviye başvurmak yerine depresyon ya da hayattan zevk alamama gibi sorunlarla tedaviye başvuruluyor. Porno bağımlılığı partner ilişkisini zedeliyor ve çoğu birlikteliğin sona ermesine yol açıyor. Bu nedenle tedaviye erken başvurulması önem taşıyor. Porno bağımlılığının nedenine göre, bireysel psikoterapi, medikal tedavi, cinsel terapi ve çift terapisinden hangilerinin uygulanması gerektiğine karar veriliyor.
Psikolojik ve kültürel devinimlerin, bireysel deneyimlerle birlikte var olabileceğini savunan bir felsefe akımı olan varoluşçuluk, yaşamın anlamına, tutku ve samimiyet ikilisinin gerçekçi çözümlemelerine dayanıyor. İnsanın evrendeki yerini, var olmanın niteliklerini, varlığın etki ve tepkilerini soruşturan varoluşçuluk, bireyin yaşamına odaklanıyor.
İnsanın evrendeki yerini, benliğini ve var olma nedenini sorguluyor. Çünkü insanın hayat boyunca yaptığı seçimler, zorunluluklar ve sorumluluk kendi içinde muhasebeyi getiriyor. Bunalıma sürüklenen insan özünden git gide uzaklaşarak kendine yabancılaşıyor. Bu nedenle varoluşçu felsefenin üstünde derinlemesine durduğu konulardan biri yabancılaşma olarak biliniyor.
"Varoluş özden önce gelir" önermesi varoluşçuluğun merkezini oluşturuyor. Yaftalar, roller, kalıplaşmış davranışlar, tanımlar veya diğer ön yargılar kişi bazında toplumsal bir maske görevi görüyor. Kendi değerlerine ve yaşamının anlamına karar veren ve bunları yaparken ortaya bir irade koyması gereken insan, bu maskenin ardında çoğu zaman dışa vuramadığı gerçek bir öz taşıyor.
Var oluşa dair sorgulamaları ilk dile getirenlerden biri “Kendini arayan kişinin seçimleri alın yazısını belirler. Ben, bilen, gören kişiyim” diyen Blaise Pascal olarak biliniyor. Modern anlamda varoluş terimini ilk kez kullanan ise "İnsan, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir" diyen Soren Kierkegaard... "Var olmak nedir?" sorusunun cevabını sadece insanın kendisinde bulabileceğini söyleyen Martin Heidegger'e göre insan durmadan belli sınırları aşıp kendini gerçekleştiriyor, varoluş sürekli bir aşama...
Var oluş tarzını “kendisi olarak var olma” ve “kendisi için var olma” olarak ikiye ayıran Jean Paul Sartre, varoluşçuluğu edebiyatta “hiçlik, bulantı, iç sıkıntısı” gibi varoluş sancılarıyla ortaya koyuyor. Sartre’ın düşüncesinde insan özgürlüğün kucağına bırakılmış ve özgürlüğe mahkum bir varlık... Özgürlüğü insana mutluluk vermese de onu oluşturan tek şey... İnsan özgürlüğü ile hiçliğe ulaşıyor ve hiçlikle de kendisi için varlığı yani kendi özünü oluşturuyor.
İnsanın kendisine yabancı olan bu dünyaya nedensiz bir şekilde bırakıldığı görüşünde olan, saçmalık, başkaldırı ve intihar gibi çağdaş varoluşçuluğun özgün temalarını romanlarında ve oyunlarında işleyen ise Albert Camus... Çağının olumsuz yanlarını eserlerinde yansıtmayı sorumluluğu olarak gören ve tamamen kendine özgü bir yazım tarzı olan Franz Kafka'nın eserlerinin ana teması ise yabancılaşma, yalnızlık, umutsuzluk ve iç sıkıntısı...
Varlığın varoluşta aranması gerektiğini savunan Martin Heidegger, öz felsefesine karşı varoluş felsefesi öneriyor, insanın kendi varlığını gerçekleştirmek üzere sürekli seçimler ve tercihler yapmak durumunda kaldığını, yani özgürlüğünü gerçekleştirmek zorunda olduğunu söylüyor. “Yaşamım nasıl anlam kazanır?” sorusunu soran Georg Lukacs’a göre yaşamının anlamını kaybetmiş insan kendine fetişler yaratıyor ve bu yarattığı fetişlere tapıp, secde edip, kurban sunuyor. Bu fetişlerin ortaya çıkmasına neden olarak kapitalist ekonominin yapısını görüyor ve örnek olarak da parayı gösteriyor.
Varoluşçu terapi çeşitli biçimler altında dünya çapında uygulanıyor. Ama İrvin Yalom'a kadar tutarlı bir bütün olarak ele alınmamış ve nasıl işe yaradığı değerlendirilmemişti. Yalom, ölüm, özgürlük, varoluşsal yalıtım ve anlamsızlık olarak bilinen yaşamsal dört temel kaygıyı ele alarak insanları bunlarla yüzleşmeye çağırıyor. Bu kaygıların kişilikte ve psikopatolojide nasıl ortaya çıktıklarını ve bilgi sahibi olmanın bunları aşmada nasıl yardımcı olacağını gösteriyor. "Her insan ölümden kendi tarzında korkar. Bazı insanlar için ölüm anksiyetesi hayatın arka planındaki müziktir ve her etkinlik o anın bir daha asla gelmeyeceğini düşündürür" diyen Yalom, psikoterapide şimdi ve burada kavramlarına ağırlık veriyor. Varoluşçular var olma yolunda kişinin en çok üzerinde durduğu, (1) "Hayatın anlamı nedir?", (2) "Geleceği bilmek ve belirlemek mümkün müdür?", (3) "En büyük gerçeklik ölüm müdür?", (4) "Kaderimizin sorumluluğu kime aittir?" ve (5) "Hayatta yalnız mıyız?" şeklinde 5 temel soruyu ele alarak, bunlar yoluyla psikoterapiyi yapılandırıyor.
Kadınlar şu an ellerinde tuttukları haklara ve öz güvene sahip olabilmek için birçok savaş verdi. Kadın hakları mücadelesi sadece sosyo-ekonomik yaşantıyı değil seks hayatını da etkiledi. Kadınlar toplumdaki statülerini arttırdı ve erkeklerle aynı düzeye çıkma hakkını yakaladı. Kadınların elde ettiği güç ve bu gücün getirmiş olduğu güzel yanlar elbette ki gurur vericidir.
Ancak unutulmamalıdır ki, kadınların ve erkeklerin doğalarından kaynaklanan psikolojik ve sosyal rollerinin unutulması ve cinselliğin bir güç savaşı gibi algılanması başta olmak üzere, yanlış kullanılan güç, bir zaman sonra kullanan tarafı bile tatmin etmeyecek durumlara sürükleyebilir.
Cinsellik kadınların ve erkeklerin yarışmalarına veya güç gösterilerine lüzum bırakmayan çok özel ve mahrem bir yaşantıdır. Kadın erkek eşitliği kavramı, güç gösterileri, üstünlük kurma veya yarış yapma şeklinde cinselliğe yansıtılmamalıdır. Bazen erkek bazen de kadın dengeli bir şekilde uyuma ve ahenge ulaşmalıdır, haz alıp haz verebilmelidir.
Yatakta kadın ve erkeğin doğaları gereği var olan farklılıklarının görmezden gelinmesi seks hayatına zarar verebilir, hem erkeklerde hem de kadınlarda cinsel istekte azalmaya veya cinsellikten soğumaya yol açabilir. Bu nedenle kadınların ve erkeklerin cinsel rolleri arasındaki çizgi tamamıyla ortadan kalkmamalıdır. Çünkü cinsellikte ilk başta kadınlar, verici, yumuşak, sıcak ve yuvarlaktırlar. Erkekler ise, atılgan, seksi başlatma konusunda daha aktif, alıcı, katı, köşeli ve soğukturlar.
Daha sonra, erkekler olgunlaştıkça duyguların ne kadar önemli olduğunu ve kadın ruhunun inceliklerini öğrenirler ve bunun sonucunda vermenin ve karşılıklı tatminin ilişkilerde yer etmesi gerektiğini keşfederler. Kadınlar ise, olgunlaştıkça vermekle ilgili yeni stratejiler keşfederler, mantıklı yaklaşımlarla sorunların çözümünü hedeflerler, özel hayatlarında işte olduğu gibi baskın olmak istemezler, eşlerinin kendilerini yönlendirmesini beklerler, iş hayatlarındaki baskın kimliklerinden yatakta kurtulmak, kendilerini arzulu, yönlendiren bir erkeğin kollarına bırakmak isterler. Yani ancak hem bilişsel hem de duygusal bağlamda yeterli olgunluğa ulaşabilen bireyler, birbirlerine üstünlük kurma amacında değil, birbirlerini tamamlama, bir bütün olma veya duygusal paylaşımlara açık olma amacında olabilirler.
Seks hayatında daha fazla erkeksi rolü üstlenen kadınlar zamanla dişiliklerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalabilirler. Bu durum partnerlerini mutlu edememe kaygısının ortaya çıkardığı terk edilme korkusuyla birleştiğinde, sevişirken rol yapmaya dönüşebilir. Sonuç olarak, kadın hakları mücadelesi cinsel yaşamı olumsuz etkilememelidir.
Cinsel istek, kişinin karşı cinsle ilişkiye girme arzusu olarak biliniyor ve olası çekici cinsel partnere yönelik dikkatin olması, yazılı veya görsel erotik materyallere karşı ilgi, cinsel içerikli rüyalar veya fanteziler kurma, cinsel etkinlikle ilgili arzuların farkında olunmasını içeriyor. Bir partnerle cinsel ilişkiye girmeyi istemek, cinselliğin azalmasına ilişkin hayal kırıklığını da kapsıyor.
Fanteziler kurma, görme, koklama, işitme, dokunma, tatma, düşünce ve duygular cinsel isteği meydana getiriyor. Doyurucu cinsel ilişki için öncelikle kişinin kendi içinde bir istek duyması, isteğin bir partnere yönelmesi gerekiyor ve bu süreç içinde kişinin mizacı ve iç dünyasıyla ilgili psikolojik etkenler, bedensel durumla ilgili biyolojik etmenler, kişiyi kuşatan ve içinde yaşadığı çevresel ve kültürel etkenler belirleyici rol oynuyor.
"3 yıllık evliyim. Doğumdan sonraki lohusalık ve emzirme dönemlerinde 6 ay hiç eşimle sevişmedik. Şimdi sevişirken hiçbir duygu hissetmiyorum, canım bile istemiyor. Sadece eşime karşı görevimi yaptığım seksi artık istemiyorum. Buz gibi oldum. Oysaki o hazzı yaşamayı ne kadar çok isterdim. Sevişirken aklım hep dağılıyor. Kendimi veremiyorum..."
Bu sözlerle ifade bulan cinsel isteksizlik (azalmış cinsel istek), yeterli cinsel uyarı olmasına rağmen cinsel fantezilerin ve cinsel etkinlikte bulunma isteğinin az olması veya hiç olmaması, cinsel arzu duyulmaması durumu olarak tarif ediliyor. Halk arasında "frijidite" ya da "cinsel soğukluk" olarak da adlandırılıyor. Cinsel isteksizlikte;
Cinsel isteksizlik, kişi cinsel açıdan etkin olduğundan beri varsa "yaşam boyu", oldukça olağan bir cinsel işlevsellik evresinden sonra başlamışsa "edinsel", belirli tür uyarımlar, durumlar ya da eşlerle sınırlı değilse "yaygın", yalnızca belirli tür uyarımlar, durumlar ya da eşlerle ortaya çıkıyorsa "durumsal", olarak tanımlanıyor.
Cinsel sorunlar evlilik sorunlarına, evlilik sorunları da cinsel sorunlara yol açabiliyor.
Bu nedenle cinsel isteksizliği karı koca arasında bozulmuş ilişkinin bir bulgusu olarak görmek gerekiyor. Eşler birbirleri ile daha iyi uyuşmaya giremedikleri takdirde sonuç çoğu zaman hüsran olabiliyor.
Bu tür vakalarda eşlerden sadece birini tedaviye çalışmak doğru bir yaklaşım olmuyor, çifti birlikte tedaviye almak gerekiyor. Ayrıca partnerler arasında yanlış anlamalara ve ciddi çatışmalara yol açan en önemli faktörlerden biri eşlerin cinsel istek düzeylerinin belirgin olarak farklı olması...
Yoğun stres, gerginlik, mükemmeliyetçi kişilik yapısı, suçluluk ve günahkarlık duygusu, bilinçli ve bilinç dışı düşünceler boşalmayı etkileyebiliyor ve geciktirebiliyor. Erkeğin sürekli ya da yineleyici bir biçimde, yoğunluğu ve süresi yeterli bir cinsel birleşme sırasında boşalamaması, ancak ilişki sırasında ya da sonrasında yapılan oral seksle veya mastürbasyonla boşalabilmesi durumuna boşalma yetmezliği veya geç boşalma adı veriliyor. Sürekli geç boşalan erkeklerin genellikle sertleşme kusuru veya cinsel isteksizlik problemleri olmuyor. Dolayısıyla problem direkt olarak sertleşme sorunu ile alakalı değil...
Geç boşalma; boşalmanın hiç olmaması (mastürbasyon, uyku ve cinsel birleşme sırasında), kısmen boşalmanın oluşması (mastürbasyonda oluşan ancak cinsel birleşme sırasında oluşmayan) ya da oldukça uzun süren bir uyarılma sonunda oluşan boşalma biçiminde gösterebiliyor. Erkeklerin katı dini inançları ve cinsel mitler nedeniyle mastürbasyon yaparak boşalmaması uykuda boşalmalarına yol açabiliyor. Ancak zamanla cinselliğe karşı sergilenen katı tutumlar bilinçdışı bir ketlenmeyi de beraberinde getirerek uykuda bile boşalmama durumunu ortaya çıkartabiliyor. Geç boşalmanın bir türü olan bu durum çok nadir görülen cinsel işlev bozukluklarından biri...
Erkeklerde orgazm bozukluğu sınıflamasında yer alan bu durum genellikle katı dini kurallara bağlı, kadınlara karşı cinsel isteksizlik duyan, cinsel travma geçmişi olan, aşırı kontrollü, kendini cinselliğe bırakmakta güçlük çeken, anneden ayrılamayan ve bu nedenlede diğer kadınlara bağlanmakta güçlük çeken, acı veren, cezalandırıcı ve partneri üzerinde kontrolü elinde tutan eşi olan, gebe bırakma korkusu olan ve partnerine düşmanlık duyguları yaşayan erkeklerde görülen bir bozukluk olarak karşımıza çıkıyor. Bazı ilaçların kullanımı (antidepresanlar ve tiyoridazin gibi nöroleptikler) boşalmayı geciktirebiliyor. Ayrıca erkeklerin cinsel ilişkiyi bütün gece sürdürmesi ve iki tarafın birlikte orgazm olması gerektiği şeklindeki cinsel mitler (hurafeler) veya tüm kadınlara yetebilme düşünceleri geç boşalmaya neden olabiliyor. Prostata yönelik ameliyatlar, parkinson hastalığı, aşırı alkol alımı ya da kan şekerinin yüksekliği ve bazı ilaçlar da bu soruna yol açabiliyor. Ayrıca kadınlara duyulan kızgınlık, kadınların fahişe olduğuna dair yanlış inanışlar ve takıntılar, annesi tarafından terk edilme veya aldatılma durumları da geç boşalmaya nedenleri arasında sayılabiliyor.
Geç boşalmanın tedavisi diğer cinsel işlev bozukluklarına göre daha karmaşık, daha uzun süreli ve başarı oranı daha düşük olabiliyor. Bu nedenle cinsel terapinin deneyimli ve daha önce bu tür vakalar almış bir cinsel terapist tarafından yürütülmesi gerekiyor. Ayrıca tedavi için, erkeğin birlikte düzenli bir cinsel yaşam sürdürebileceği bir partnerinin olması çoğu zaman zorunlu... Tedavi sürecinde;
Ardından partnerinin yanında mastürbasyon yapması ve bunu bir oyun gibi eğlenceli hale getirmesi, bir sonraki sefer mastürbasyon sırasında partnerinden biraz yardım alması, daha sonra partnerinin vajinasının içine boşalmayı denemesi gerekiyor. Bu arada partnerine cinsel fantezilerinden bahsetmesi ve güçlü erotik cümleler kurması daha uyarıcı olabiliyor. Ayrıca cinsel ilişki sırasında boşalmayı takıntı haline getirmemesi, boşalmaya odaklanmak yerine sevişmenin her anından zevk almaya çalışması boşalmayı kolaylaştırabiliyor. Tedavide vajina dışına boşalmayı azaltılma, performansı etkileyecek endişeyi giderme, penise dokunulması ile ortaya çıkan hazza odaklanma, bebe yağı ile masaj yapma (partner yardımıyla), süper stimülasyon (ilişkiden 5-10 dakika önce), basınçlı su ile uyarı yapma, penisin ön yüzeyine vibratör kullanma (partner yardımıyla, ilişkiden 5-10 dakika önce), köprü manevrası (boşalma anına yaklaşana kadar mastürbasyonla uyarılmanın ardından vajinaya boşalma), prostatik masaj yapma (partner yardımıyla, ilişkiden 5-10 dakika önce) ve alkol alımının yasaklanması gibi yöntemler ve bazı ilaçlar kullanılabiliyor.
YANLIŞ: "Geç boşalan erkek kadına daha fazla zevk verir."
DOĞRU: Sanılanın aksine geç boşalan erkeklerde süre uzadığı için kadının uyarılmalarında azalma olabiliyor, zamanla kuruma ve ağrı meydana gelebiliyor, bu nedenle çok geç boşalma kadınların tercih ettiği bir boşalım şekli değil... Bilakis kadınlar süreden ziyade hazların yoğun yaşandığı, duyulara ve ruha hitap eden, klitoral uyarımların kaliteli olduğu bir cinsellikle doyuma daha çabuk ulaşıyor. Sadece penisine ve boşalma süresine odaklanmış bir cinsel birliktelik karşısında, zaman ilerledikçe dikkat, hazdan kayıp boşalmaya kayabiliyor. Bu durumda kadın sıkılabiliyor, erkeğin boşalımının uzaması durumunda cinsellikten kopabiliyor ve cinsellik çekilmez bir hal alabiliyor. Bundan dolayı boşalımda süreden ziyade kalite ve dokunuşlar daha önemli...
Erkeklerin gelecek kaygıları, kadınların eğitim, kariyer, evlilik ve çocuklarla ilgili yükleri çoğu zaman onlara ağır geliyor ve daha yorgun hissetmelerine yol açıyor. Erkekler yorgunken özellikle hızlı seksi tercih ederken, kadınlar ise yorgunluğu bahane ederek kısa ve hızlı bir sevişmedense uyumayı tercih ediyor. Bu nedenle yorgunluğun hem erkek hem de kadın için anlamını keşfetmek ve ortak bir tanımlama yapmak önem taşıyor. Ancak yorgunluk için genel bir tanımlama yapmak oldukça zor.
Genel güçsüzlük, çabuk yorulma, konsantrasyon güçlüğü, normal aktivite sırasında ya da sonrasında tükenmişlik hissi, aktiviteye başlamak için yeterli enerji olmadığı hissi olarak ifade edilen yorgunluğun birçok sebebi olabiliyor. Başta cinsel yaşam olmak üzere, iş performansını, aile yaşamını ve sosyal ilişkileri olumsuz etkileyen yorgunluğun nedenlerini ve yorgunlukla başa çıkma yollarını çok iyi bilmek gerekiyor. Yorgunluğun en sık nedenleri arasında aşırı egzersiz yapma, uyku bozuklukları, beslenme yetersizlikleri, kondisyon eksikliği, üst solunum yolu enfeksiyonları, kansızlık, tiroit ve akciğer hastalıkları, ilaçlar (sakinleştiriciler, depresyon, alerji ve tansiyon ilaçları, kas gevşeticiler ve pek çok antibiyotik) viral hastalıklar, kanser ve depresyon yer alıyor. Altı aydan uzun sürmesi halinde kronik yorgunluktan bahsediliyor.
Uzun ve yorucu bir iş gününden sonra birçok çiftin yapmak isteyeceği tek şey eve gelip koltuğa uzanıp televizyonu açmak oluyor. Bunun da tek bir anlamı var; "Bugün sevişmek istemiyorum, yorgunum!" Yorgun olmak çifti sadece cinsellikten değil genel olarak her şeyden uzaklaştırıyor. Oysa yorgunluk durumunda her çiftin seks ihtiyacı zamana ve koşullara göre değişebiliyor. Zor koşullarda çiftler seks yapma rutinlerini değiştirerek ve farklı şeyler deneyerek, daha renkli ve tutkulu bir ilişkiye sahip olabiliyor. Birbirlerini fazla zamanla ödüllendirdiklerinde sadece fiziksel değil, duygusal seksin de tadına varabiliyorlar. Böylece çift hem birbirini daha yakın hissedebiliyor hem de birbirlerini ne kadar sevdiklerini gösterme şansını elde edebiliyor. Seks yaparken sadece fiziksel hazzı değil, duygusal hazzı da düşünmek gerekiyor. Çünkü her ne kadar aksi düşünülse de, insanlar sadece fiziksel zevkler için seks yapmıyor. Bazen sadece sevildiklerini, arzulandıklarını, değerli olduklarını ve bir başkasının onlara değer verdiğini hissetmek için insanlar partnerleriyle sevişmek, bazen de sadece boşalıp rahatlayabilmek için seks istiyor.
Yorgunluğun çiftler üzerinde yıpratıcı bir etkisi olduğu tartışılmaz. Çünkü yorgunluk cinsel hayatı zora sokabiliyor ve tüm günü yorgun geçiren çiftlerin "Seks yaparak eğlenmeye halimiz kalmıyor!" veya "Bugün seks yapmak için çok yorgun hissediyorum?" yakınmaları, onların birbirlerinden uzaklaşmalarına zemin hazırlayabiliyor. Oysa hem yorgunluğu giderecek hem de seks için vücudu ateşleyecek bir takım uygulamalar ile bu sorun ortadan kaldırılabiliyor. Hızlı hareket etmek çoğu zaman enerji gerektiriyor. Bu nedenle yorgun olunduğunda ağır çekim bir gece geçirmek, güzel bir meditasyon duşu almak, sonrasında nefes ve gevşeme egzersizleri yapmak, ardından erotik masaj ile günün yorgunluğunu almak, yavaşça dokunurken daha yoğun hisler yaşamak, ufak öpücükler kondurmak, daha şehvetli dokunmaya özen göstermek mümkün... Hatta yavaş çekim hareketlerle sevişirken tamamen durarak kısa aralıklar vermek ve normalde gözden kaçan birçok ayrıntı keşfetmek keyifli olabiliyor.
Çift ne kadar yorgun olursa olsun, seks yaparak dinlenebiliyor ve hormonlarının varlığını hatırlayabiliyor. Çünkü partnerle birlikte zaman geçirmek, sarılmak ve okşamak, yorucu olmayan pozisyonları denemek, erotik masaj yapmak çok güzel bir deneyim olabiliyor. Çifti yormayan ve zorluk derecesi düşük olan birçok seks pozisyonu var. Yorgunken (1) çiftin yan yana uzanabileceği kaşık pozisyonunu, (2) kadının yatakta uzandığı, erkeğin yatağın kenarında ayakta durduğu pozisyonu, (3) klasik misyoner pozisyonunu (erkek üstteyken ellerinden değil, dirseklerini yatağa dayamak yoluyla) veya (4) binici pozisyonunu (kadın bacaklarından destek almak yerine yatağın başına tutunarak hareket kuvvetini oradan alabilir ve sadece vajina kaslarını sıkıp bırakabilir) tercih etmek önem taşıyor.
Seks yapmak; rahatlamış ve gevşemiş bir halde, sevişmenin ve dokunmanın verdiği hazza odaklanarak, haz alıp haz verebilme, ruhu ve bedeni paylaşabilme, ne olursa olsun bir şekilde boşalabilme bilim ve sanatı olarak tarif ediyoruz. Çiftler bu sanatı icra ederken altın, gümüş ve bronz olmak üzere üç tür seks deneyimi yaşayabiliyor. “Altın seks” adını verdiğimiz kaliteli seks ortalama iki saat sürüyor. Daha çok yaşanan ve “gümüş seks” adını verdiğimiz normal seks ortalama otuz dakika sürüyor. Daha nadir yaşanan ve “bronz seks” adını verdiğimiz hızlı seks ise ortalama üç beş dakika sürüyor, ışık hızında ve çabucak... Kadının erkeği reddetmek yerine onun tatmini sağlamasına izin verdiği ve daha çok erkeğin boşalıp rahatlamasını hedef alan bronz seks, erkeğin adrenalinin tepeye vurmasını sağlıyor.
Çiftlerin seks repertuarlarına erkeklerin fiziksel (boşalma ve rahatlama) kadınların ise duygusal (sevdikleri erkek tarafından arzulanma ve onu tatmin etmenin keyfi) tatminlerinin ön planda olduğu bronz seks deneyimlerini eklemeleri, hem yorgunken çok özel deneyimler yaşanması hem de yakın ilişkilerde tutkunun devam etmesi için işe yarayabiliyor. Kadın bazen seks yaparken tam havaya giremeyebiliyor, orgazm taklidi yapmak yerine, samimi ve dürüstçe “Haydi bronz seks yapalım!” diyebiliyor. Böylece hem eşini yarı yolda bırakmıyor hem tahrik olma konusunda endişelenmesine gerek kalmıyor hem de bir açıklama yapmak zorunda olmuyor. Bu aynı zamanda kadının erkeğe bir moral hediyesi oluyor, onu ne kadar çok sevdiğini hissettiriyor. Ayrıca çoğu zaman erkeğin kadına sarılması, onu arzulaması ve onunla tatmin olması kadına yetebiliyor. Seks yapma havasında olmasa bile, eşini baştan çıkarabileceğini düşünmek kadına zevk verebiliyor. Hatta bazen çift bronz sekse başlıyor ve zamanla kadın havaya girerek tahrik olabiliyor ve çift gümüş sekse geçiş yapabiliyor.
Bronz sekse başlayan bir kadın gerçekten havasında olup olmadığını da anlayabiliyor. Erkek, kadını sevgi ve değer verme yönünden desteklendiğini hissettirirse, daha çok gümüş seks ve ara sıra da altın seks deneyimi yaşatacağını vaat ederse, kadın bronz seks fikrine daha açık olabiliyor.
Ankara Keçiören'de yaşanan olayda kız arkadaşının kendisini aldattığını iddia eden genç, arkadaşlarıyla birlikte kız arkadaşı ve ablasını hem dövüyor hem de o anları cep telefonuyla çekip sosyal medya hesabından paylaşıyor.
Bir parkta kaydedilen görüntülerde genç, kız arkadaşına sürekli “Özür dile, yüzünü göster” diye bağırarak tokat atıyor. Videoda gencin “Kızlara vurulmaz diyorlar ama aldatırsa, hele ben rezil olursam böyle vururum” deyip tokat atması ve “Bu videoda da diyorum kızlara vurulmaz, şiddet diye bir şey yok... Var abi” sözleri dikkat çekiyor. Videodaki bir diğer önemli ayrıntı ise gencin “Eskilerine bakılırsa sen çok iyisin. Daha dövmedim. Haşat olman lazımdı senin” sözleri...
Kadına yönelik şiddet bütün dünyada en yaygın insan hakkı ihlalleri arasında yer alıyor. Ülkemizde her 3 kadından 1’i evde kocasının ya da sevgilisinin fiziksel şiddetine maruz kalıyor. Şiddetin kaynağında daha çok toplumun her yanında izlerini görebileceğimiz erkek egemenliği, cehalet ve toplumun şiddet konusundaki ikiyüzlülüğü yatıyor. Erkeklerin egemenliklerini tehdit altında görmeleri ya da bu egemenliği güçlendirmek istemeleri şiddet davranışına yol açabiliyor.
Daha çok erkekler tarafından evde uygulanan şiddet, çocuklara fiziksel yaralanmalar, aşırı korku, yetersizlik duygusu, öz güven eksikliği gibi birçok zarar verebiliyor. Bu zararları yaşayan bir çocuk yetişkinliğinde travmasını tekrar edebiliyor ve tanık olduğu veya bir parçası olduğu şiddet eylemlerini tekrarlıyor. Çünkü “şiddeti uygulayan zalim”, “şiddete maruz kalan kurban” ve “şiddeti seyreden kurban” rolleri çocukluk travmalarının özünü oluşturuyor ve yetişkinlikte bu rollerden birini tekrar etmeye kişiyi zorluyor.
Şiddet normalleştiriliyor ve bazen şiddet uygulayan (döven erkek), bazen şiddete maruz kalan (dayak yiyen kız) bazen de seyirci (şiddeti çekip yayınlayan ve seyredenler) olarak yetişkinlikte bu roller tekrar ediliyor. Yani aşağılanan aşağılıyor, dövmek çok yanlış bir algıyla sahiplenme veya bir sevilme ifadesi olarak algılanabiliyor bir şekilde…
Videoya baktığımızda, dayak atanlar da dayak yiyenler de şiddeti hak görüyorlar ve kabulleniyorlar. Bu bir kültür meselesi… Kadına yönelik şiddeti insan hakları ihlali olarak görmek ve nedeni her ne olursa olsun, şiddetin ağır bir şekilde yasal olarak cezalandırılması gerekiyor. Çünkü kadınlara yönelik şiddet, Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliğine ulaşmanın önündeki en büyük engellerin başında geliyor.
Kadına uygulanan şiddetle birden fazla koldan mücadele etmek ve mahrem bir mesele olarak görmemek ve çok çaba sarf etmek önem taşıyor. Ancak yasaların uygulanmasında sıkıntılı alanlar var… Gençleri, öğretmenleri, sosyal hizmet çalışanlarını, avukatları, polisleri eğitmek gerekiyor.