Aldatma bir ilişkide yaşanabilecek en büyük depremdir; aniden her şeyi yerle bir eder. Artçı sarsıntıları da uzun süre devam eder. Aldatılanın aklını, zihnini, tüm benliğini “Neden aldatıldım?” sorusu kemirir. Kimi zaman cevabı çok açık ve net olarak ortada olan bu sorunun kimi zaman da birden çok yanıtı vardır; ama mutlaka bir yanıtı vardır. Kimse kimseyi bir nedeni olmadan aldatmaz. Öyleyse neden aldatılır? Şimdi, bu nedenlere tek tek bakalım.
Romanlara, şiirlere, şarkılara konu olan aldatma, öyle karmaşık bir olgudur ki, her aldatmanın nedenleri ve sonuçları açısından kendi içinde dinamikleri vardır. Aldatmanın nedenlerini etkileyen sayısız faktör arasında kilit olan faktör cinsiyettir. Erkek egemen toplumumuzda aldatma konusunda da erkeklerin egemenliği söz konusudur. Erkeklerin kadınlardan daha fazla aldattığını ortaya koyan araştırmalar, kadınlarla erkeklerin aldatma nedenlerinin de farklı olduğunu gösteriyor. Kadınlar duygusal nedenlerle, erkeler ise cinsel nedenlerle aldatıyor.
İlişkinin içine girdiği monotonluk döngüsü, iletişimsizlik, yaşanan duygusal ve cinsel sorunlar ve daha pek çok neden eşleri mutsuz etmeye başlar. Mutlu olma ihtiyacı, eşleri mutluluğu dışarıda aramaya yöneltir. Bu arayış alkol, kumar, gibi kötü alışkanlıklara dönüşebileceği gibi, aldatma olarak da ortaya çıkabilir. Heyecan ve paylaşımın tükendiği bir ilişki aslında bitmiştir ama alışkanlık olarak devam ettirilir. Böyle bir ilişkide eşler karşılarına çıkan yeni ilişki fırsatlarını değerlendirir. Aslında bittiği halde devam eden bir ilişkide, eşler birbirlerini üçüncü bir kişi olmadan kandırmaya devam etmektedirler ve karşısına çıkan fırsatı ilk değerlendiren taraf aldatmış olur. Kimileri de tek eşli yaşam tarzını benimsemedikleri ya da sadece egolarını tatmin etmek istedikleri için aldatır.
Sadakat konusunda katı kurallar belirlememiş olan eşler, eşlerinden daha güzel ya da yakışıklı, daha çekici, daha zengin, daha yüksek statülü biriyle olmanın cazibesine kapıldıklarında aldatma çanları çalmaya başlar. Genellikle erkekler, cinsel tatminsizlik ve cinsel sorunlar ya da cinsel hayatlarına renk ve heyecan katmak, cinsel fantezilerini gerçekleştirebilmek için aldatırlar. Aldatılmayı kendine yediremeyen eş er ya da geç bunun intikamını alır. İntikam yollarından biri de aldatmadır. Genellikle kadınların başvurdukları bu intikam alma yolu çoğunlukla pişmanlıkla sonuçlanır.
“Sonsuza dek mutlu yaşadılar…” sözü artık ancak peri masallarında duyabileceğimiz bir cümle olmaya başladığı günümüzde, aşkın bir ömrü olup olmadığı konusunda çeşitli istatistikler çıkarılmaya çalışılsa da, aşkın ömrünün bir matematik formülü ile ifade edilemeyeceği kesindir. Aşk da, tıpkı hayat gibi, başladığı ilk günden itibaren ne zaman olduğu bilinmeyen son gününe doğru bir geri sayımdır. Çoğu zaman, ilişkiler aşkla birlikte bitmez, aşksız da devam eder ta ki eşlerden biri yeni birine aşık olana kadar... Aldatma ilişkiyi bitirme yolu olarak da seçilebilir. Eşlerden biri ilişkiyi bitirmeyi karşı tarafa açıkça söylemeye cesaret edemediğinde ya da söylese bile eşinin ayrılmayı istemeyeceğini düşündüğünde aldatmayı seçebilir.
Genellikle erkekler ilişkinin içinde kendilerini kıstırılmış, engellenmiş ve özgürlükleri ellerinden alınmış hissettiklerinde ve sürekli bir ilişkisi olmayan bekâr arkadaşlıklarını gördükçe eski “sultanlık” günlerine dönme arzusuyla ya da “çapkın” etiketiyle ödüllendirilen arkadaşlarına özendikleri için aldatırlar. Filmlerden aşina olduğumuz bu nikâh sahnesi repliğinin gerçek hayatta uygulandığı her zaman görülmez ne yazık ki. Erkekler eşlerinin hamileliğiyle birlikte soluğu başka bir partnerde alabilirler. Benzer şekilde, uzun süreli hastalık dönemlerinde de başka bir cinsel partner arayışına girerler. Orta yaş bunalımı olarak adlandırılan dönemde erkekler kendilerini, hayatı ve ilişkilerini sorgulamaya başlarlar. Bu süreçte yaşanan duygusal karmaşa ve hormonların etkisiyle cinsel istekte artış aldatmaya zemin hazırlar. Kişi aldatmayı, kendine ve çevresine erkekliğini kanıtlama yolu olarak seçebilir.
Kişinin hem psikolojik hem de fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli cinsel aktivitede bulunma ihtiyacı olarak ifade edilen seks bağımlılığı nedeniyle aldatanların cinsel hayatlarında genellikle seks işçileri olmak üzere çok sayıda partner yer alır.
Aldatma doğası itibariyle kendiliğinden olan bir süreçtir. Diğer bir deyişle kimse aldatmayı önceden planlayarak hayata geçirmez. Ancak kimi durumlarda aldatma, içinde bulunulan ortam ve koşullarda bir cinsel ilişki fırsatını kullanma; ilaç ya da alkolün etkisiyle herhangi biriyle cinsel ilişki yaşama şeklinde tamamen tesadüfen gelişir. Aldatmanın nasıl bir duygu olduğu ya da eşi dışındaki biriyle cinsel ilişkinin nasıl olacağını merak etmek eşleri aldatmayı deneyimlemeye yönlendirir.
Hemen her çift aşk bitse bile sevgilerinin hayatlarının sonuna dek süreceğine ve boşanan çiftlerden biri olmayacaklarına inanarak evlenir. Çoğu çift mutlu bir evliliğin sırrına da vâkıf olduğunu düşünür. Evlilikleri sürdüğü sürece evliliği yürütme yöntemlerine dair farklı teoriler geliştirmeyi de ihmal etmezler.
İlk yıllarda evliliğin sağlamlığının aşk veya sevgiye bağlı olduğundan emindirler. Aradan yıllar geçip de sevgi biçim değiştirince evliliği ayakta tutanın seks olduğunu ilan ederler. Çiftin birbirine olan cinsel arzuları azalınca bir bakarsınız çocuklar evliliğin kaldıracı olur. Çocuk sahibi olanlar tarafından “Çocuksuz evlilik yürümez!” bilmişliği taslanır. Yaş kemale erince ise çift, aydınlanmış bir eda ile evliliğin yürütecinin saygı olduğunu beyan eder. (Toylar adları gibi bilirken olgunlar beyan eder.)
Sonuçta yıllar boyu evli kalmayı başaran ya da bir süre sonra boşanan çiftler, hemen hepsi evliliği ellerinde ne varsa ya da ne kalmışsa ona göre değerlendirir ve ona bağlar. Artık seks de yapmayan, yeni çocuk sahibi olamayacak yaştaki bir çiftin saygıdan başka tutunacak bir şeylerinin kalmadığına inanmaları gibi. Aşk zaten uçmuş gitmiş. Üzücü olan da budur; bir süre sonra evliliğin kaldıraç, yürüteç, lokomotif gibi takım taklavata (!) ihtiyacı olan bir birliktelik olduğu sanılır.
Evliliğin yürütülmesine ilişkin fikirlerinin yanı sıra boşanma sinyallerini görme yetenekleri de vardır çoğu çiftin. Bir başka çiftin kavgalarının sıklığına ve şiddetine göre “Boşanacak!” hükmü verirler; çoluk çocuk tatile giden, akşamları beraber dost davetlerine katılan çiftlere ise “ideal çift” damgası vururlar.
İdeal çift sessizce boşanınca şoke olurlar, “onlar bile boşandıysa…” derler ve içlerini bir korku sarar. “Onlar bile boşandıysa” tamamlanmamış cümlesi “Kavga etmeyen, birbirine saygılı davranan, herkesin sorumluluğunu bildiği ve görevlerini yerine getirdiği bir çift bile boşandıysa biz bu evliliği nasıl yürüteceğiz?” anlamına gelir. Bir de tartışmalarıyla cümle âleme boşanacakmış izlenimi verip, ne yapıp edip evliliği sürdürenler var. “Böyle giderse boşanırlar” yorumu ile fütüroloji uzmanlığı yapanlar “Allah Allah!” diye söylenip şaşıp kalırlar. Oysa boşanma; çiftin tartışıyor olmasından değil, nasıl tartıştığından anlaşılır. Öyle tartışmalar var ki ilişkinin yaşadığını gösterir, bazı tartışmalar ise boşanma sinyalleri verir.
Çiftin yaptığı her tartışma evliliğin çatırdadığını göstermez. Karı ile kocanın bir konu hakkındaki birbirine zıt inanç ve görüşlerini karşılıklı savunmaları zaten gerekir. Bazı tartışmalar evliliğe yeni bir heyecan bile getirebilir. Peki, hangi tartışmalar boşanmanın emaresidir? İşte size, sürekli tekrarlandığında boşanmaya doğru götüren bir tartışma sarmalı…
Tartışmaların sıklığı ve yüksek ses şiddeti evlilik için her zaman tehlike olarak görülmez, buna karşılık bazı çiftler bakışlarıyla bile birbirlerine ölümcül darbeler indirebilir. Önemli olan çiftin tartışmaya nasıl başladığı ve tartışma esnasındaki tutumudur. Eşlerden birinin damdan düşer gibi tartışmaya suçlayıcı, iğneleyici, onur kırıcı şekilde başlaması diğerinin elektrikle çarpılmış gibi hissetmesine neden olur. Anlık bir tahribata uğramıştır, karşısındakini tahrip etmesi kaçınılmaz olur. Tahrip edip ardından tahrip edilen eşin, ikinci tahribatının derecesini artırmaması pek mümkün olmaz. Çoğunlukla nasıl başlanırsa öyle sürdürüleceği için tartışmalara asla sert şekilde başlanmamalı. Tartışmaların bile bir ısınma turu olmalı diyebiliriz, fakat ardından ateşleme yapılmamalı. Hiçbir zaman olmakla birlikte özellikle tartışmaların ilk anlarında eşlerin alaycı bir ifade kullanmamaları, karşısındakini hor görmemeleri, eşin kusurunu suratına tokat gibi vurmamaları gerekir.
(1) Tartışma esnasında eşlerin birbirini eleştirmesi, (2) hor görmesi, (3) “sorun bende değil, sende” anlamına gelen tarzda kendini savunması ve (4) hiçbir tavır sergilemeden tartışmayı sonlandırması tartışmalar için dipsiz bir kuyu gibidir. Dördü de tartışmaların olmazsa olmazı gibi duruyor, yapılmaması imkânsız sanılıyor. “Bunlar yapılmadan nasıl tartışılır ki!” diye soruluyor. Şöyle:
Sevgililer Günü, Türkiye’de diğer tüm özel günler içinde belki de en tartışılanı. Her yıl 14 Şubat yaklaştığında toplum üçe ayrılıyor, bu özel güne karşı üç farklı tutum sergileniyor. Bazıları Sevgililer Günü’nün kaynağı nedeniyle Müslümanlar tarafından kutlanmasını yanlış buluyor. Bazıları bu günü metalaşmış bir olgu olarak görüyor ve kutlanmasına karşı çıkıyor. Toplumun geri kalanı ise ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun sevgililere adanmış bir günün mutlaka kutlanması gerektiğini düşünüyor. Ben de Sevgililer Günü’nün keskin yargılarla yok edilmesindense derin duygularla yaşanmasından yanayım.
Sevgililer Günü’nün İngilizcedeki karşılığı “Saint Valentine’s Day” yani “Aziz Valentine Günü”dür. III. yüzyılda Roma imparatoru II. Claudius orduda savaşacak asker bulamıyormuş, bunun nedeni erkeklerin sevdikleri kadınları ve ailelerini bırakmak istememeleriymiş. II. Claudius çareyi nişan ve evlilikleri yasaklamakta bulmuş. O zamanlar Roma’da Valentine isimli bir papaz, imparatorun yasağına rağmen, gizli gizli sevenleri evlendiriyormuş. İmparator hakikati öğrendiğinde Aziz Valentine’i ölümle cezalandırmış. Aziz Valentine sevenleri evlendirdiği ve 14 Şubat’ta toprağa verildiği için 14 Şubat, Valentine’in anısına “Sevgililer Günü” olarak kutlanmaya başlamış. İşte bu yüzden bu özel günün bir Hıristiyan geleneği olduğu, hatta “sevgi ve sevgili” kisvesi altında Hıristiyanların kendi dinlerini diğer din mensuplarına benimsetmeye çalıştıkları düşünülür. Oysa günümüzde bırakalım Müslüman ülkeleri Hıristiyan topluluklarda bile 14 Şubat; sevgililer tarafından öpüşerek, hediyeleşerek, romantik bir yemek eşliğinde kutlanıyor. Bu günün anlamının bundan öteye gittiği bir durumla henüz karşılaşmadım. Hatta bu özel günün geleneksel hediyeleri sevginin anlatıldığı bir kart, kırmızı gül ve çikolatadır. Her taraf 14 Şubat’ın simgesi olan kırmızı kalplerle donatılıyor, başka bir sembol ile değil. Bu özel günün orijinal adını kanıt olarak gösterip kutlamaları kesinlikle sakıncalı bulanlar var. Neden Aziz Valentine Günü? “Valentine” isminin “sevgili, hoşlanılan kişi”anlamına geliyor olması da bir anlam ifade etmiyor, “Saint” yani “Aziz” unvanı toplumun bir kesimini rahatsız etmeye yetiyor. Haklı da olabilirler. Oysa eylemlerin niyetlere göre değerlendirilmesi gerektiğine de inanıyoruz. Türkiye’de Sevgililer Günü’nü kutlama eylemleri; sadece sevgili ile birlikte olmak, sevgi dolu bir gün geçirmek, sevgiliyi mutlu etmek niyetlerinden kaynaklanıyor. Bu yüzden bu özel günün kutlanmasında bir sakınca göremiyorum. Hatta kökeni ne olursa olsun sonuçta “sevgi” ile ilgili olduğu için 14 Şubat’ın bir fırsat olduğunu düşünüyorum. 14 Şubat; birçok dargın çiftin yeniden yakınlaşmasına, yüreğini sevdiğine açamayanların dile gelmesine, o günün baştan sona sevgi ve aşk ile geçirilmesine, eşlerin birbirine özen göstermesine vesile oluyor. 14 Şubat günü gerçekten de birçok yerden aşk ve sevgi fısıltıları yükseliyor, bu da bu günün kutlanması için yeterli ve geçerli bir sebep oluyor.
“Sevgi dediğin bir gün değil, her gün gösterilmeli” sözünü işitiyorum. Bu hakikat, 14 Şubat’ın “yalan ve gereksiz” olduğunu göstermez. Sevgilisine, eşine karşı sevgisini her gün gösterenlere bir diyecek yok; fakat sevgisini göstermek, sevilen kişi ile ilgilenmek, romantik vakit geçirmek için böyle yönlendirmelere, aracı günlere ve itici güçlere ihtiyacı olanlar var. Özel günler dışında romantik bir yemek yemeyen, hediyeleşmeyen, aşk sözleri etmeyen çiftler var. Aşk dolu bir bakışa hasret olan eşler var. “Bir günlük sevgililik olmaz” deyip bu özel günü değersizleştireceğimize bir gün de olsa en iyi şekilde değerlendirmeye bakmalıyız. Sevgililer Günü’nde parlayan bir kıvılcım, ileriki zamanlarda mutlu bir evliliğe yol açabilir ya da kötü giden bir ilişkide her şeyin olumlu yönde değişmesine neden olabilir. Ya da o günkü kutlamaya göre o ilişkinin istenilen tarzda olmadığı da anlaşılabilir ve geç olmadan hatadan vazgeçilebilir. İş, okul, çocuk ve paradan kaynaklanan sıkıntıları dibine kadar yaşamak için 364 gün var, bir gün de sadece duygulara ayrılmalı.
14 Şubat Sevgililer Günü’nün sadece metropol insanına özgü olduğunu savunanlar var. Oysa Diyarbakır’ın ilçelerindeki kadınlar üzerinde yapılan bir araştırma bu fikrin ne kadar yanlış olduğunu ispat ediyor. Diyarbakırlı kadınlar 14 Şubat’ta eşi eve çiçekle gelmezse, küçücük de olsa bir hediye getirmezse, her günden farklı şekilde kendine sarılıp öpmezse üzüleceklerini söylemiş. Sadece İstanbul, İzmir, Ankara insanı değil Türkiye’nin dört bir yanında 14 Şubat’tan haberdar olan hemen her kadın bu güne büyük önem veriyor. 14 Şubat’ın Türkiye’deki adı “Sevgililer Günü”dür ve bu gün birçok çiftin (en azından kadınların) sevinmesine, mutlu olmasına yol açan bir gündür.
Bir de küreselleşme nedeniyle tüketim kültürünün yayılması, aşk ve sevgi gibi insani değerlerin ticarete alet edilmesi konusu var. Sevgililer Günü’nün kapitalizmin bir dayatması ve oyuncağı olduğu görüşünde olanlar var. Haklıdırlar. 14 Şubat’ta çiçekçiler, restoranlar, taksiciler en çok kâr edenler arasında gösteriliyor. Hediyeleşme furyası nedeniyle piyasa epey hareketleniyor. Bırakalım piyasa hareketlensin zaten, piyasanın hareketsizliğidir asıl dert. 14 Şubat’ın Sevgililer Günü olması sebebiyle, o gün evine daha fazla ekmek parası götürenler var. “Büyük pastayı kim yiyor” sorusunun cevabının geri kalan 364 günde aranması ve öncelikle 364 günlük tüketim çılgınlığına odaklanılması gerektiğini düşünüyorum. 14 Şubat’ın yaklaştığı şu günlerde bir kırmızı gül ile, bir kutu çikolata ile, maddi gücün elverdiği fiyatta bir hediye ile çok mutlu olacak olan kalplere bakalım.
Sevgililer Günü’nün, özü itibariyle Türkiye halkına uygun olmadığını ve bu günü kutlayanların Batı özentisi olduğunu düşünenler var. Geçmişteki yaşam tarzımızı büsbütün sürdürüyor olsaydık ya da yüzümüzü tamamen Doğu’ya çevirmiş olsaydık Sevgililer Günü’ne dair bu itham haklı olabilirdi. Oysa Batı’nın etki etmediği alanlarımız çok az. Ayrıca Batı’nın iyi taraflarının alınmasının gerektiğine inanıyoruz! “İyi taraf” ile kastedilenin bilim, teknoloji, yönetim sistemi, insan hakları gibi konular olduğunu elbette biliyorum. Evlilik ve ilişkiler üzerine çalışan, kadınların ve erkeklerin birbirlerinden beklentilerini iyi bilen, biraz romantizm ve erotizm ile sorunlu ilişki ve evliliklerin düzeldiğine şahit olan bir psikoterapist olarak; Sevgililer Günü’nü de Batı’nın iyi taraflarından biri olarak görüyorum. Eş veya sevgili ile sevginin hâkim olduğu bir gün geçirilecekse, çift aşk tazelemesi yapacaksa -Batı özentisi olmakla suçlanmak uğruna- 14 Şubat Sevgililer Günü’nün kutlanmasını tavsiye ediyorum.
Her türlü ilişkide ve evliliklerde “yaş” söz konusu olunca zihinlerde hemen “daha genç kadın” ile “daha yaşlı erkek” görüntüsü canlanır. Yani kadın-erkek birlikteliğinde “yaş” kavramı, otomatik olarak “yaş farkı”na dönüşür ve kadın erkekten “daha genç”, erkek kadından “daha yaşlı” hayal edilir. Bunun sebebi geçmiş nesillerden aktarılan kalıplaşmış bilgilerdir. Bilgi, geçmiş nesillerden geliyorsa vardır bir hikmeti diyorsunuzdur. Var elbet.
Genç erkek savaşa gider, savaştan ya döner ya dönmez, dönse de eli hemen iş tutmaz, tutacak olsa iyi para getiremez, getirdiğiyle evi geçindiremez. Genç kız baba evinde sığıntıdır, kadın ekonomisi diye bir şey o zamanlar yoktur, hele kadının tensel istekleri diye bir şey hiç yoktur, bir an önce en iyi kocaya varmalıdır. En iyi koca ahlaklı, namuslu, çalışkan, işi-gücü oturmuş, eşine ve evine bakabilen adamdır; doğal olarak yaşı daha büyük olandır. Yaşı büyük ve olgun adamın ihtiyacı, evin işini yürütebilecek güce, erkeğin cinsel isteklerine boyun eğecek sessizliğe ve (3 tane olmaz, 5 tane) doğurdukça doğurabilecek bedene sahip olan genç kızdır. Yani geçmiş nesillere göre karşılıklı ihtiyaçlar sebebiyle ideal çift “daha yaşlı erkek” ile “daha genç kadın”dan oluşur. Her zamanki gibi istisnalar vardır ve kaide bozulmaz.
Bu konuda özetle istisnalar; “zengin genç erkek ile zengin genç kız”, “sağlıksız erkek ile genç olmayan fakir kız”, “hem fakir hem genç olan erkek ve kız”dan oluşan çiftlerdir. Bir de destansı aşklar vardır, fakat bu konu dışıdır. Görüldüğü gibi atalarımızın, ninelerimizin “erkek dediğin kadından büyük olacak” sözü ve fikri, iki tarafın yıllar önceki mecburiyetlerinden ve ihtiyaçlarından kaynaklanır. Şimdi sorduğumuzda “biz istemezdik, ihtiyaçlar öyle gerektirirdi” derler. Böyle deseler de aynı “yaşlı fikri” dayatmaya devam ederler.
Zaman değişti, birçok fikre “onlar eskidendi” dendi. Kadın-erkek rolleri eskiye oranla çok değişti, ama “yaşlı erkek-genç kız” ilişkisi bir türlü eskimedi. Demek ki yüzyıllardır aktarılan bu kalıplaşmış bilgi hâlâ birçok kişinin işine geliyor ki ilişki ve evliliklerde hâlâ aynı türden yaş farkı söz konusu olabiliyor. Yani ihtiyaç farkı hâlâ yaş farkına denk geliyor. (İlişkisinde yaşça büyük olan erkekler, sürekli tekrarladığım “genç ve yaşlı” kelimelerinden rahatsızlık duymuştur; fakat hakikat budur. Kişi, kendinden genç bir sevgiliye ya da eşe sahipse “daha yaşlı olma”yı göze almış olmalıdır.)
Genç kadınların, kendilerinden yaşça büyük erkeklerle birlikte olmaları (evlilik, evlilik dışı ilişki, sevgililik ilişkisi, cinsel ilişki) tüm dünyada normal karşılanıyormuş gibi yapılıyor. Bu tür ilişkilerdeki yaş farkı giderek daha da büyüyor; 5-10 olan yaş farkının 20’lere, 30’lara, hatta 40’lara çıktığı ilişkiler var. Bu da ihtiyaç farkı ile yaş farkı arasındaki doğru orantıya bağlı. Genç kadın-yaşlı erkek ilişkisine şahit olan herkesin zihninde önce kocaman bir soru işareti oluşuyor. Aklın yolu bir; kimse yaşlı erkeğin, gencecik kadına gerçekten çekici gelebileceğine ihtimal vermiyor. Verilmemesi de gerekiyor. Yaş farkının büyük olduğu ilişkiler hem sosyolojik hem psikolojik açıdan hiç de sağlıklı değil. Dürüst ve uzun ömürlü olmadığı gibi.
Peki, genç kadınlar neden kendilerinden yaşça büyük erkeklerle birlikte oluyor?
Bu konu ile ilgili yapılan bir araştırmanın sonuçları pek şaşırtmıyor. Araştırmaya katılan genç kadınlara yaşça büyük erkeğin en ideal özelliği soruluyor. Kadınların yüzde 68’i yaşça büyük erkekleri maddi imkanlarından, kariyerinden, statüsünden veya şöhretinden dolayı tercih ediyor. Yaşça büyük erkeği maddi ihtiyaçlarını karşılayacak bir kaynak, gelecek güvencesi, rahat yaşama garantisi olarak görüyor ve yaş farkı arttıkça imkanların da artacağını düşünüyor.
Genç kadınların yüzde 16’sı yaşça büyük erkeğin, hayat deneyiminden dolayı tercih edilebilir olduğunu belirtiyor. Yaşı itibariyle pek çok ilişki yaşamış olgun ve tecrübeli bir erkeğin genç kadını aldatmayacağını, ona karşı oldukça ilgili davranacağını, kendisini çok iyi hissettireceğini düşünüyor. Ayrıca iş başta olmak üzere hayatındaki her şey oturmuş olacağı için yaşça büyük erkeğin, hayata yeni başlayan genç bir erkek gibi problemli olmayacağını da düşünüyor. Bu iki özellik, güven sorunu yaşayan yüzde 16’lık dilimdeki bu kadınlara güven hissi veriyor. Buna rağmen bu kadınlar, büyük yaş farklarını kesinlikle kabul edilebilir bulmuyor.
Araba sürerken, yemek yerken, sohbet ederken dikkat! Bu tür günlük davranışlar cinselliğiniz hakkında bilinmesini istemediğiniz ipuçları taşıyor olabilir. Erkeklerin cinsel hayatlarındaki en büyük kâbuslarından biri hiç kuşkusuz ki erken boşalmadır. Hemen her erkek hayatının bir döneminde erken boşalma sorunu yaşayabilir.
[forum_post_id=1733]
Konuşma, araba kullanma, yemek yeme gibi günlük davranışlar cinsel yaşamla çok yakından ilgilidir.
Ön sevişme cinsel ilişkinin en önemli kısmıdır. Erkeklerin 3 büyük korkusu vardır. Bunlar;
* “Ya penisim sertleşmezse!”,
* “Ya ön sevişme sırasında vajina içine girmeden penisim inerse!” ve
* “Ya partnerim boşalmadan erken boşalırsam!” şeklindedir. Ancak ön sevişmeyi boşalmadan uzun süre sürdürebilen bir erkek, vajinal ilişkiyi de o kadar süre devam ettirebilir. Ayrıca konuşma, araba kullanma, yemek yeme gibi günlük davranışlar cinsel yaşamla çok yakından ilgilidir. Meslek hayatımda ortak rahatsızlıkları olan insanların ortak özellikler sergilediklerini gözlemledim. Mesela erken boşalıp da yavaş araba kullanan ya da yemeğini yavaş yiyen bir erkek görmedik. Bunlar son derece ciddi ve yaygın meseleler. Örneğin genellikle geçmiş cinsel travma öyküleri olan erken boşalan erkekler;
* Boşalma için aceleci olurlar,
Freud, “Çiçeklere bakmak dinlendiricidir. Çünkü onların ne hisleri ne de çıkmazları vardır“ der. Ama insanların yoğun hisleri ve çıkmazları olur çoğu zaman. Bu nedenle insanlar ruhlarına ve bedenlerine acı veren ve bir türlü çözülemeyen sorunları olduğunda bir çare arayışıyla psikoterapiste giderler. Psikoterapi odası bir anlamda sırların paylaşıldığı son duraktır.
Taşıyamadığım bir sırrım var: Evliyim, çok seksi bir karım ve iki çocuğum var. Çok başarılı olduğum bir işim, iyi bir kazancım, entelektüel birikimim var. Bir de erkeklere karşı vazgeçilmez bir ilgim…
Unutulması gereken ama bana kendini unutturmayan sırlar yüzünden öfkeliyim. Cinsel ilişkiye giremedim diye benden ayrılan sevgilime çok öfkeliyim. Geçen ay beni taciz eden patronuma çok öfkeliyim. Sabah durakta bana penisini gösteren teşhirciye de çok öfkeliyim. Bir de beş yaşındayken penisini öpmemi isteyen amcama…
Kendimden nefret etmeme sebep olan bir sırrım var: Evliyim. Çok iyi bir kocam var; sevgi dolu, başarılı, paralı. Tıpkı annemin terk ettiği harika babam gibi… Bizimki imrenilesi bir yuva… Ama… Üst komşumuzun yakışıklı, delici bakışlı, seksi, kaslı kocasını hayal etmekten kendimi alamıyorum.
Bir sırrım var: Kimse farkında değil, ben görünmez olabiliyorum.
Kim mi anlatıyor bunları? Her biri yüzlerce kişi tarafından dile getiriliyor. Olaylar aynı, isimler farklı, hatta o kadar fazla yaşanıyor ki bu durumlar, bazen isimlerin bile aynı olduğu oluyor. Ne de olsa burası terapi odası, aslında sır odası, altında çözülmesi gereken sorunların yattığı sırların odası…
Size sadece saklanması gereken bir sır gibi gelen konular gizliden gizliye ruhunuzu bulandırıyor, bozuyor. Ruhunuz da bedeniniz gibi; yorulduğunda, hastalanmaya yüz tuttuğunda, hele ki iflasa yaklaştığında daha şiddetli tepki veriyor. Halının altına itilen toz yumağı gibi sırlar, hastalıklı sırlar, hastalığa neden olan sırlar… İçinizde tutmalı mısınız o sırları? Neden tutasınız? Sebep, kafanızdaki sorular. “Kime anlatabilirsiniz, kime danışabilir, kimden yardım isteyebilirsiniz? Kimin analizini dikkate alabilir, kimin sunduğu çözüme güvenebilirsiniz? Sırrınız nedeniyle kimin sizi tuhaf karşılamayacağından emin olabilirsiniz? Sırrınızın kimde saklı kalacağına inanabilirsiniz?” İşte burası terapi odası, bir nevi sır odası… Sırlarınızı; saklı tuttuğunuz beyninizden, zihninizden, ruhunuzdan çıkarıp hapsedebileceğiniz başka bir alan. Her duygunuzu ifade edebileceğiniz, en uç düşüncelerinizi açıklayabileceğiniz, en gizli fantezilerinizden bahsedebileceğiniz, tüm yaşadıklarınızı anlatabileceğiniz en güvenilir alan. Sırlarınızın anormal karşılanmayacağı, başka bir yere taşınmayacağı bir alan.
Erkeklerle ilgili olup neredeyse son 20 yıla damgasını vuran ve bir türlü orta yolun bulunamadığı bir soru var: “Maço erkek mi romantik erkek mi?”
Bu soru kadınlara “Hangisini tercih ederiniz?” şeklinde, erkeklere ise “Hangisisiniz?” şeklinde sorulur.
Bu soru toplumun bir kesimine pek de anlamlı gelmez. Sorunun anlamsızlığı bu iki kelimeyi gerçek anlamlarıyla karşılaştırdığımızda ortaya çıkıyor. Bunun için öncelikle “Maço” nedir, romantik nedir?” sorularına cevap vermek gerek.
“Maço” kelimesinin etimolojik anlamına dair internette bir araştırma yaptığımızda kelimenin İspanyolcadan İngilizceye, İngilizceden de Türkçeye geçtiğini görüyoruz. İspanyolcada macho, “erkek” anlamına geliyormuş. İngilizcede ise “İspanyol erkeği gibi” ve “kabadayılık taslayan erkek” anlamlarında kullanılıyormuş. Kelimenin Türkçedeki karşılığı ise şöyle: “Sert ve kaba erkek. Görgüsüz, kadını küçümseyen erkek.”
“Romantik” kelimesi ise Fransızca'dan Türkçe'ye girmiş ve her iki dilde de aynı anlamlara gelen bir karşılığı var: “Hissi, duyarlı ve hassas.”
Sanırım bu sorunun, bazılarına neden anlamsız geldiği şimdi anlaşılmıştır. Zaten soruyu duyduklarında “Kötü olanı kim ister ki!” tavrıyla cevap verir bu kişiler ve “Elbette romantik erkek!” deyip noktayı koyarlar, çünkü kendilerine kaba davranılmasındansa hassas davranılmasını isterler ya da kadınları küçümseyen, kaba bir erkek olarak anılmaktansa duyarlı ve hassas bir erkek olmak isterler.
Tabii bir de bu iki kavramı toplumun diğer kesiminin onlara yükledikleri anlam bakımından değerlendirmek gerek. Maço erkek; maçoculuğu yaşatan erkektir, yani “erkeğin toplumsal bakımdan kadına egemen olduğu düşüncesi ile hareket eden erkek”tir.
Birçokları için bu düşüncenin hiçbir sakıncalı ve yanlış tarafı yoktur. Onlara göre erkek kadına egemendir, egemen olmalıdır. Yani erkek dediğin kadına üstünlük sağlar, erkek dediğin kadına sözünü geçirir, erkek dediğin kadına sahip olur, erkek dediğin kadına bağımlı olmaz, erkek dediğin hükümrandır, kadının hâkimidir.
Farklı kültür ve ailelerden gelen iki ayrı insanın en güzel noktada buluşma çabası olan evliliklerde, çoğu zaman anlaşmazlıklar, sıkıntılar ve zorlukların yaşanması kaçınılmaz oluyor. Bu da çoğunlukla evliliğin tam olarak ne anlama geldiğinin ve evliliği mutlu şekilde sürdürmek için neler yapılması gerektiğinin bilinmemesinden kaynaklanıyor. Ancak evlilik öncesi alınacak eğitimler, evlilik öncesi ve esnasında yapılacak okumalar sayesinde bu problemleri en aza indirmek mümkün. Bunun yerine evlilik kurumuna girmiş ya da girecek olan çoğu kişi; evliliği olduğundan farklı bir yapıya sokmaya ve evlilik imajını değiştirmeye çalışıyor, en sonunda evlilik üzerine teoriler üretiyor: İşte ailenizle olan ilişkilerinizi ve özel hayatınızı değiştirme gücü olan evlilik kurumunu kurtarmaya yönelik teoriler…
Her evlilik yedi yıl sürmeli, ne daha uzun ne de daha kısa. Yedi yıl boyunca eşler sadece birbirleriyle cinsel ilişkiye girebilmeli, çok eşlilik sorunu da tekrar hatırlanmamak üzere hafızalardan silinmeli. Bu, ister kanunla ister bileğe yerleştirilen geri sayımlı bir “evlilik çipi” ile uygulanmalı. Böylece müstakbel eşler, boşanmaya ya da yasak ilişkilere bel bağlamadan hayatının yedi yılını kiminle geçireceğine dair daha doğru bir karar verebilir, hem duyguyu hem mantığı barındıran bir karar. Sayılı gün çabuk geçer.
Sadece yedi yılının olduğunu bilen çift her anı aşk, tutku, sevgi, heyecan ve mutlulukla geçirmeyi ister ve bunun için çabalar. Tıpkı beş günlük bir tatili dolu dolu geçirmek için çabalamak gibi. Sadece yedi yılları vardır ve bu yedi yılın kapısı tüm pürüzlere kapalıdır. Zaman sadece birbirine doymak için kullanılmalıdır. Sadakatsizliğin yerini sadakat, küslüğün yerini sevgi, tartışmanın yerini anlayış alır.
Peki ya tüm dikkate rağmen karar yanlış verilmişse ve eşler birbirine uygun değilse? Ya yedi mutlu yıl çifte yetmeyecekse? Peki doğmuş ya da doğacak olan çocuk?
Evlenen eşlerin evleri ayrı, fakat birbirine yakın olmalı. Evlilik aşkı öldürmez; evliliği öldüren şey, bir arada yaşanan evdir. Sürekli bir arada yaşanan ev; eşlerin kendine özen göstermediği, büsbütün rahata erdiği, itici görünmekten çekinmediği yerdir. Bu ev; eşlerin “Eşimi nasıl olsa evde görüyorum, dışarıda geçireceğim mutlu zamanlarımda arkadaşlarımla olayım” demesine neden olan, evliliğe karşı tuzaklarla dolu bir alandır. Bu ev, yıllardır evli olan ve birbirini tüketen eşler için bazen sıcak bazen soğuk savaş meydanıdır.
Eşlerin ayrı fakat birbirine yakın evlerde yaşaması evliliğe can verecektir, canlılık getirecektir. Eşlerin birbirini özlemesini sağlayacaktır. Evine gidilen eş; bir misafiri karşıladığı zamanlardaki gibi özenli olacaktır, kapıyı açacaktır, sarılıp tatlılıkla hal hatır soracaktır. O evde birkaç saat ya da gün kalacağını bilen diğer eş de bu kısa süreyi iyi geçirmek için elinden geleni yapacaktır. Ev artık evliliğin tutsak edildiği bir yer olmayacaktır. Çift dışarıda da zaman geçirecektir; böylece birbirlerini sadece ev halleriyle değil, üçüncü kişilerin görüp beğendiği halleriyle de görebilecektir.
Peki ya iki ayrı evin giderleri, yalnız uyunan geceler, aile ilişkileri, gelenekler? Peki doğmuş ya da doğacak olan çocuk?
Kişi; toplumsal yaşam içinde birden fazla rol almaya başladıkça ya da kendisine birden fazla rol yüklendikçe yorulmaya, gerilmeye, huysuzlaşmaya, anlayışsız ve düşüncesiz olmaya, birine çatma ihtiyacı duymaya, ne derse desin hatta ne yaparsa yapsın alttan alınması gerektiğine inanmaya başlar. Hangi çiftin daha fazla ve daha zor rolü varsa o eşin, bahsedilen tutum ve davranışları evlilikte sergilemesi olağan karşılanmalıdır.