Zeynep Bilgehan

Dur, kapanma!

14 Ocak 2012
‘Pop-up’ konseptine artık aşinayız. Bir süre açık kaldıktan sonra hiç olmamışçasına kapanan ve dünyada yayılan pop-up mağazalar Türkiye’de de var. Ama bu sadece bir başlangıç!

Görünen o ki, ilerleyen günlerde sabit hiçbir şey bulamayacağız. Amerika, İngiltere ve Kanada’dan dünyaya yayılan pop-up konseptinin amacı kısa bir süreliğine bir yerde hizmet verip sonra ortadan kaybolmak. Bu süre bir gün de olabiliyor, bir ay da... Akım ilk başlarda ‘pop-up dükkanlar’ olarak yayıldı. Hatta bunun örneklerini Türkiye’de de görüyoruz; Akmerkez’de 5 Aralık’ta açılan ve 5 Şubat’a kadar devam edecek FashioNew Year ve 2 Ocak’a kadar İstinyePark’taki Hillside’da açık kalan Hemoglobin mağazası gibi...
Ancak pop-up, artık mağazalarla sınırlı kalmıyor. İngiltere’de pop-up kafeler ve barlar da yaygınlaşıyor. Bir mahalleyi hareketlendirmek için açılıyor; üç, dört ay sonra sırra kadem basarak yok oluyorlar. Havalı tasarımları ve kısa ömürleriyle ilgi çekiyorlar. Tabii bunların ne kadarı gerçekten ‘pop-up’ konseptli olduğundan, ne kadarıysa iş yapmadığından kapanıyor bilinmez. Bu gözle baktığımızda Türkiye’de de bolca pop-up kafe-bar olduğunu söyleyebiliriz. Her hafta sokak değiştiren seyyar köfteci ve kokoreççileri de sayarsak pop-up kafe kavramına çok yabancı sayılmayız. Hatta belki buna İzzet Çapa’nın birkaç ayda bir ismini ve konseptini yenilediği kulüpleri bile eklenebilir belki.
Amerikalılarsa daha da ileri giderek pop-up konseptini akıllarına gelen her şeye uyarlamaya başladı. Örneğin Haziran’da Central Park’da bir pop-up kilise açılmıştı. Eşcinsel evliliğin New York’ta yasal hale gelmesini kutlamak için bir günlüğüne açılan kilisede 24 çift evlendirilmişti. Pop-up berberler, SPA’lar, terziler, plakçılar ve dövmeciler de cabası. Bu konsept de aslında bize çok yabancı değil; yine bir nevi popüler seyyar satıcılık. Bu aralarsa New Yorker’lar Nolita mahallesindeki OpenHouse Galerisi’nde açılan ‘pop-up park’a akın ediyor. Galeri, üç salonunu içinde tahteravalli, kuş sesleri, sahte kayalar, çimler, banklar ve hatta küçük bir göl olan kapalı bir parka dönüştürdü. İşin ilginç yanı, kent sakinleri, yeşil alan veya gerçek parklara hasret olmamalarına rağmen yapma bu parka büyük ilgi gösteriyor. Ay sonuna kadar açık kalacak park kapandıktan sonra, mecburen gerçek parklarla yetinecekler...

Dakikalar geçmek bilmiyorsa

Bir saatin en temel işlevi nedir? Şekil meraklısı değilseniz bu sorunun cevabı zamanı göstermek olmalı. Ama Einstein gibi zamanı göreceli olarak yaşayanlardansız ve rakamlara tahammül edemiyorsanız tam size göre bir şey var; Ziiiro!
Ziiiro, uzaktan herhangi bir kol saati gibi görünüyor. Kadranı ve renkli, şık bir kayışı var. Tek eksiği akrep, yelkovan ve rakamlar! Bu özel saat, zamanın ne kadar geçtiğini sürekli değişen şekillerle gösteriyor. İç tarafındaki siyah gösterge saat, etrafında tur atan renkli desenlerse dakikaların yerine geçiyor. Konsepti minimalizm. Mottosu; “Zamanınız dolmaktan henüz çok uzakta. Hikayeniz devam ediyor. Üstelik sürekli değişiyor....” Bu nedenle tasarımları basit. Üzerinde dikkat dağıtıcı hiçbir detay yok. Başta alışmakta zorlanıyorsunuz ama sonra zamanın ne kadar geçtiğine rakamlara muhtaç olmadan hakim olabiliyorsunuz.
Tasarım meraklılarına duyurulur, eksik kalınmasın.

FETİŞ

Yazının Devamını Oku

Papirus out repap in

7 Ocak 2012
Kaçınılmaz son yaklaşıyor; kağıttan yavaş yavaş vazgeçiliyor. Çevreye duyarlılık adına her şey elektroniğe geçiyor. Buna rağmen ısrarla kağıt kullanmak ‘suçlu zevkiniz’ haline geldiyse, ‘repap’la tanışın.

Ben kağıt insanıyım. Elime kağıdı kalemi alıp yazabileceğim, çantama sıkıştırabileceğim, kaybedeceğim, aylar sonra alakasız bir çekmeceden bulabileceğim notları, defterleri kullanmayı seviyorum. İsraf etmeyi istemiyorum ama kağıttan da vazgeçemiyorum. Bugüne kadar kağıt sevgim ‘suçlu zevkim’di; repapla tanışana kadar...
Repap, dünyanın ağaç kullanılmadan üretilen ilk kağıdı. Yüzde 80’i kalsiyum karbonattan, geri kalanı da reçineden yapılıyor. Üretimi sırasında su kullanılmıyor, havaya toksik maddeler yayılmıyor. Kağıt gibi görünmesine rağmen yüzeyi ipek gibi yumuşacık. Kesici özelliği yok. Üstelik, mürekkep üstünde daha hızlı kuruyor. En güzel özelliğiyse repap ıslanmıyor veya yırtılmıyor. Eğer özellikle isteyecek kadar bohem değilseniz, defterinizdeki kahve lekelerinden sonsuza kadar kurtulabilirsiniz.
Repap’ı, kullanabileceğimiz tarzda defterlere uyarlayan ilk marka İtalyan Ogami oldu. Ogami ‘Quotes - Alıntılar’ koleksiyonu adıyla çıkan defterler, Roma ve Milano’da herkesin elinde. Sokaklar, dövmelerle kaplı dikkat çekici bir modelin elinde tanıtılan defterin reklamlarıyla dolu. ‘Yeşil ürün’ olmalarının yanı sıra Ogamiler, Moleskinlerle aşık atacak havalı tasarımlarıyla da gönlünüzü çalıyor. İç mimar Paolo Frello’nın tasarladığı defterlerin üç farklı boyu var. Hepsinin üstünde basit bir grafik stilde yazılmış ünlü sözler var. Benim favorim dev soru işaretiyle süslü, Johann Wolfgang von Goethe imzalı ‘Şüphe, bilgiyle artar’ defteri oldu.

Baldwin’in vazgeçemediği oyun

Geçen ay içinde uçakta sıkıntı yaşayan tek ünlü Akrep Nalan değildi... Okyanus ötesinde, Amerikalı ünlü aktör Alec Baldwin Los Angeles’tan New York’a uçacağı Amerikan Havayolları uçağından dışarı atıldı. Sebebi; bağımlısı olduğu Scrabblevari kelime oyunu ‘Words with Friends’ oynadığı iPad’ini kapatmayı reddetmek! Words with Friends’in tek ünlü bağımlısı Baldwin değil. ‘Alacakaranlık’ serisinin havalı vampiri Robert Pattinson da, oyunda bir hamle yapmak için USA Today gazetesiyle yaptığı röportajı yarıda kesmişti.
John Mayer’in ilk çıktığında ‘yeni Twitter’ diye tanımladığı Words with Friends tam bir fenomene dönüştü. Geçen yılın en fazla büyüyen uygulamalarından olan oyunu, Facebook üzerinden ayda 2 buçuk milyon kişi oynuyor. Son bir haftada Words with Friends’e başlayanların sayısıysa 200 bin. Sahibi, FarmVille’in de yaratıcısı Zynga.
Peki sakin gecelerin oyunu Scrabble gibi olmasına rağmen, oyunu bu kadar vazgeçilmez hale getiren ne? Bağımlılarına göre kelime oyunlarının kralı. Facebook’ta arkadaşlarınızla da oynayabiliyorsunuz, rastgele yabancılarla da... İstediğiniz kadar uzun süre düşünebiliyorsunuz. Böylece karşınızda sabırsızca bekleyen biri olmadan daha komplike ve yaratıcı kelimeler bulabiliyorsunuz.”

Yazının Devamını Oku

Kabarık saç mevzuu

31 Aralık 2011
Sahipleri bilir; kıvırcık saç zor zanaat. Kesinlike söz dinlemez, havaya göre şekil değiştirir, kabarır. Ve nihayet tüm bu özellikler bir işe yarıyor!

Yıllardır hayatımı kabarık saç derdinden mustarip olarak sürdürüyorum. Kuaförlerin “Eskiden kıvırcık saçlı kızlar evlenemezdi” hikâyelerini dinleyerek büyüdüm. Saçlarımla barıştıktan sonra da etrafa derdimi bir türlü anlatamadım. Ve nihayet gün geldi devran döndü; dağınık ve kabarık saç artık her yerde!
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’dan tutun da şarkıcı Rihanna ve stil ikonu Alexa Chung’a kadar artık herkes kabarık saçlarla dolaşıyor. Modaevleri de bu trende kayıtsız kalmadı; lüle saçlı modelleriyle kışa damgasını vuran Oscar de la Renta’dan ‘60’ların New York’undan esinlenen Rochas’a kadar kabarık saç bu sezon podyumlardaydı. Dergiler kabarık saça aksesuvar ve bakım önerileriyle dolu. Marketlerin saç reyonlarında hacim verici, kabartıcı ve havaya kaldırmaya yarayacak ürünler var. Postiş hiç olmadığı kadar popüler. Saçlar kadere mahkûm olduklarından değil, bir tarz olarak dağınık!

İNCE SAÇLILAR ELEŞTİRİYOR

Kabarık saç aslında tarih boyunca güçlü kadının bir sembolüydü. Romalı kadınlar zenginliklerini ihtişamlı saç stilleriyle gösteriyordu. Fransa’nın son kraliçesi Marie Antoinette yüksekliği bir metreyi bulan peruklar kullanıyordu. Başın vücutla oranını değiştirdiğinden, kabarık saç kullanıcılara daha ufak yüz ve bunun sonucunda daha genç bir ifade veriyor. Dev gözlükler ve çantaların yarattığı etkiyi heybetli saçlar da veriyor. Vücut ince görünüyor ve bu nedenle herkes kabarık saçı tercih ediyor. 
Tabii bu trende fena halde bozulan bir kitle de var: Yıllarca hem moda dünyasında hem de sokakta hüküm sürmüş ince ve düz saçlılar... Kabarık saç modasını, güzellik endüstrisinin vücudun her santimini üzerinde kontrol sahibi olma çabası olarak görüyorlar. Saçlara hacim kazandırma girişimini silikonla kıyaslıyorlar. Kabarık saçı, yalnızca belli saç tipine sahip kişilerin kullanabileceğini söyleyerek eleştiriyorlar. Hanımlar, boğazımıza dizmeyin de biraz keyfini çıkaralım. Bu saç tipinde biri olarak yıllarca saçlarımla uğraşıldıktan sonra, bence kabarık saçın bir süre daha saltanat sürmesinde sakınca yok!

Zamanınızı hediye edin

Son dakikacılar için harika bir öneri! Avrupa ve Amerika’da son yıllarda yaşanan ekonomik sıkıntılardan sonra herkes kemer sıkma politikaları uyguluyor. Ama yılbaşında bir hediye vermeden de yapamayanlar için son trend; zaman hediye etme. Üstelik paket yapmaya bile gerek yok. Bir kâğıda teminatınızı yazıp şık bir zarfa koymak yetiyor... Peki zaman nasıl hediye ediliyor? Vaktinizin değerine göre değişiyor. Örneğin arkadaşınızın kedisini aşıya götürmek veya ev alışverişini yapmak orta pahalılıkta bir hediye sayılabilir. Bir akşam üç saatliğine çocuğuna bakıcılık yapmaksa gerçekten değerli bir saate eşdeğer... Doğru, kulağa biraz ‘ciks’ geliyor ama özellikle parası olup vakti olmayan, çalışan insanlar için yılbaşında en çok istenenler listesinin başında bu tip hediyeler geliyor...

FETİŞ

Yazının Devamını Oku

Sanatın davetsiz misafirleri

24 Aralık 2011
Tiyatro ya da konsere gittiğinizde size de bir dışlanmışlık hissi gelir mi? Evet, seyirci olarak sizden beklenen yalnızca sergilenen sanatı seyretmek ama yine de insan arada katılmak istiyor

Londra’da yepyeni bir akım ortaya çıktı: ‘Immersive art’ yani ‘katılımcı sanat’. Akımın öncüsü İngiliz tiyatro grubu Punchdrunk. Fikirse, seyircilerin gösteri sırasında istedikleri şeyleri izleyip, istedikleri yere gidebilmeleri... Bunun en güzel örneği, geçen yıl Londra’dan sonra New York’ta da sergilenen ‘Sleep No More / Daha Fazla Uyuma’. Shakespeare’in meşhur Macbeth’inin daha kara mizaçlı bir uyarlaması olan oyunu tiyatro salonunda seyretmiyorsunuz. Perili köşk olarak tasarlanmış bir mekana gidiyorsunuz. Girişte dağıtılan maskeleri takıyorsunuz ve istediğiniz gibi geziniyorsunuz. Karakterlerle olayın içine girebiliyor, sıkılınca başka bir sahneye geçebiliyorsunuz. Bu arada oyun boyunca hiçbir diyalog geçmiyor. Oyuncuların ne konuştuklarını ancak vücut dillerinden hayal edebiliyorsunuz. Amaç; herkesin hep beraber aynı olayları seyretmesi değil; tam tersi grupların dağılıp kişilerin etkinlikten bireysel deneyimlerle çıkmalarını sağlamak.
Katılımcı sanat eserleri tiyatroyla sınırlı değil. Etkinlikler, alıştığımız mekanlarından çıkıp yeni yer ve formlara bürünüyor; terk edilmiş metro istasyonlarında klasik müzik konserleri, her şeye dokunabildiğiniz enstalasyon sergileri... Seneler önce bunun bir örneğini Londra’da görmüştüm. ‘Otel’ sergisi için hiçbir yazı olmayan izbe bir binaya giriyorsunuz. Çanta ve ceketlerinizi kapıya bırakıp, bir şey olması durumunda sorumluluğun size ait olduğuna dair kağıt imzaladıktan sonra mekanda özgürce geziyorsunuz. İlk izlenim, henüz terk edilmiş görünümlü bir otel. Öyle ki, odaları gezerken sahipleri her an yeniden içeri dalacakmış gibi hissediyorsunuz. İstediğiniz her şeye dokunabiliyor, çekmeceleri dolapları karıştırabiliyorsunuz. Odaları gezdikten sonra ancak keşfederek bulabileceğiniz bir arka kapı sizi gizli bir depoya götürüyor. Burada da yine yalnızca on dakika önce boşaltılmış gibi işçi karavanlarını geziyorsunuz. İçinde ne olduğunu bilmediğiniz Alice Harikalar Diyarı tarzı deliklerden aşağı inip, bambaşka dünyalarla tanışabiliyorsunuz. Üstünden yıllar geçmesine rağmen hiçbir detayını unutmadım. Tam da bu nedenle şu an patlama yapmış katılımcı sanata ilgi büyük. İnsanlar hem sevdikleri sanatı ‘Öksürmek için arayı bekle!’ ya da ‘Dokunmak yasak!’ gibi katı kurallar olmadan izleyebiliyor hem de etkinliği deneyimlediklerinden bir anıyla ayrılıyor. Kendilerini kenardan izleyen ‘davetsiz misafir’ gibi hissetmiyor.

Kimlik fobisi

Yükseklik korkusu gibi ‘herkeste olan’ fobilerden varsa çok demodesiniz! ABD’de giderek yayılan en popüler fobi; ‘identifobi’. Amerikalıların Ekşi Sözlük’ü urbandictionary.com’da bu terim, “Tanıdığınız veya sokakta gördüğünüz birine benzeme korkusu. Birine herhangi bir şekilde benziyor olmaktan korkma” diye tanımlanıyor. Bu fobiden mustaripler, korkularını şöyle ifade ediyor; “İnanamıyorum! Benimle aynı kazağı mı giymiş? Derhal üstümdekini çıkarıyorum. Bende identifobi var!” Bu nedenle daha marjinal kılık kıyafet ve aksesuvarlara yöneliyorlar. İdentifobi sahiplerine genelde sanat ve moda camiası arasında rastlanıyor.

FETİŞ

Robert Indiana’nın ikonik ‘Love’ heykeli
Keşke çok büyük olmasaydı da masamda dursaydı diyorsanız; 

Yazının Devamını Oku

Hayatta kalmak çok trendy

17 Aralık 2011
Fazlasıyla hareketli bir yılı geride bırakıyoruz. Size artık hiçbir güvenlik mekanizması yetmiyorsa, buyurun ‘survivalism’ yani ‘hayatta kalmacılık’ trendine

Geçmiş ve gelecekteki  felaketler sonucunda bir başınıza kaldığınızı düşünün. Hiçbir güvenlik mekanizması, yiyecek-içecek tedarikçisi ve barınak olmadan ne kadar hayatta kalabilirsiniz? Üstünde biraz düşününce hafif bir panik atak geçirir gibi olduysanız yalnız değilsiniz. Geçen yılın sonunda İngiltere ve Amerika’da başlayan ve tüm dünyada yükselen trend de bu zaten: ‘Survivalism’, yani ‘hayatta kalmacılık’ akımı.
Survivalistler, kendilerini sürekli yerel, ulusal veya uluslararası düzenin bozulduğu olası distopya senaryolarına hazırlıyor; acil yardım dersleri alıyor, su ve gıda stoku yapıyor, savunma sanatlarıyla ilgileniyor, hayatta kalma yollarını öğreniyor. Hatta hayatta kalma okulları açılıyor!
Okulların farklı uzmanlık alanları olabiliyor; ilkel yaşam bilgileri, vahşi doğada veya modern açık havada hayatta kalma yolları, kentler veya kırsal kesim için hazırlıklı olma yöntemleri, felaketten kaçış... Soğuk kuzey ülkelerinde veya çölde hayatta kalma gibi bölgesel seçenekler de mevcut. Survivalistler su bulmayı ve filtrelemeyi, ateş yakmayı, vahşi hayvanları takip edip avlamayı, barınak kurmayı öğreniyor. Sekiz saatlik kursun fiyatı 100 dolar.
Kursların dışında ‘acil bir durumda kullanabileceğiniz şeyler’ olarak tanımlanan ‘go-bag’lere de inanılmaz talep var. Bu çantaların amacı, felaket anında 72 saat  hayatta kalmanızı sağlamak. Şu an Amazon.com’da 8 binin üzerinde acil durum ve hayatta kalma kiti satılıyor. Bıçak ve toz maskelerinin olduğu basit çantalar da var, çadır ve kürek bulunduran lüks modeller de...
Peki ama ya insülin gibi daha hayati ve doğada yapılamayacak ihtiyaçlarınız varsa ne olacak? Şu an için yapacak bir şey yok. Survivalistler kendi insülinlerini veya bağımlı oldukları diğer tıbbi ihtiyaçları üretmek için araştırıyor, çalışıyorlar...

Artık herkes ayakta çalışıyor

Günün ne kadar saatini oturarak geçirdiğinizi hiç düşündünüz mü? Çalışırken, trafikte, evde, biriyle kahve içerken her daim oturuyoruz. Cin fikirli Silikon Vadisi şirketleri bu soruna basit bir yöntemle çözüm buldu: Ayakta çalışmak! Google ve diğer büyük şirketlerin çalışanları artık sandalyeli masalarını ayakta durma masalarıyla değiştiriyor. Facebook’ta 2 bin çalışanın 200-250’si ayakta çalışıyor. Yazarlar ve politikacılar arasında da ayakta çalışanların sayısı hiç az değil. Örneğin eski ABD Dışişleri Bakanı Donald Rumsfeld kürsü konuşmalarından sonra yazı-çizi işlerini de ayakta durma masasında hallediyordu. Amerikalı yazar Chris Roth’un özellikle ilham sıkıntısı çektiği zamanlarda bilgisayarını bir kürsüye koyarak çalıştığı biliniyor.

Yazının Devamını Oku

Akıllı broşür lazım

8 Ekim 2010
İnternet bağlantılı bir bilgisayarla yapabileceğiniz her şeyin cep telefonuna taşınacağını 10 yıl önce kim tahmin edebilirdi? Benim gibi telefonu ayrı, fotoğraf makinesini ayrı, bilgisayarı ayrı kullanmaktan hoşlananlar için hayat zaten güzeldi, fazlasına gerek yoktu. Ancak teknoloji harika eserler ortaya çıkardı; üç ayrı cihazı omuzda taşımak, gerektiğinde çantanın derinliklerinden çıkarmaktansa “akıllı” bir telefon taşımanın cazibesine karşı koymak zor. Ofis çalışanı iseniz, bu bir konfor olmaktan çok zorunluluk zaten. Çaresiz, alışverişe çıktım.
Akıllı telefon almaya (veya bakmaya) giderken, yanınızda mutlaka bir kağıt kalem götürmelisiniz. Zira, dükkanda telefonları ne kadar detaylı inceleyip, özellikleri öğrenseniz de insan satın almadan bir düşünmek istiyor. Bu düşünme aşamasında da hangi telefonda, ne özellikler vardı diye bakabileceğiniz bir broşür hiçbir dükkanda yok. Orada öğrendiniz, öğrendiniz. Yoksa tekrar gelip baştan almanız gerekiyor tüm bilgileri. Bu nedenle en iyisi giderken bir kağıt kalem götürün, kısaca not alın.

AKILLI DEĞİL SMART

Hazırlıklı olmanız gereken bir diğer konu; mağazaya “akıllı telefon” dediğinizde karşılaşacağınız şaşkın bakış. “Smart phone” demeniz gerekiyor.
Tüm satış elemanları sizi doğrudan Blackberry’e yönlendiriyor; akıllı telefonların ilki ve en iyisi! Tabii neye göre en iyisi olduğu sizin hangi özelliğini kullanacağınıza bağlı. Profosyonel düşünüp, “e-postalarımı okuyayım, arada internete bakayım” diyorsanız, gerçekten de Blackberry’nin 9700 modeli tam size göre. Hem şık hem de küçük. Toplantılar sırasında avuç içinde gizlice internet gezintileri yapmaya uygun. İş dışında, sosyal medya ve mesajlaşma seçenekleri açısından da iPhone ile birlikte kullanımı en rahat telefon. Facebook, twitter gibi uygulamaların özel Blackberry versiyonları var.
Geçen ay Suudi Arabistan’la Blackberry şirketi arasında kriz çıkartan “Messenger” servisiyse Blackberry’yi diğerlerinden ayıran en önemli özellik. Diğer Blackberry kullanıcılarıyla ücretsiz mesajlaşmak mümkün. Sırf bu özelliği için Blackberry alanlar var. Yaklaşık 900 lirayı gözden çıkardıktan sonra en azından mesajlaşırken tasarruf edebilmek hiç fena değil.
Blackberry’nin zayıf noktalarına gelince... Pil ömrü çok kısa. İnternet, messenger ve telefon özelliklerini makul düzeyde kullandığınızda bile ancak bir gün dayanıyor. Küçük boyu ve hafifliğinin yanında, uzun süre eve veya ofise dönmeyecekseniz şarj aletini yanınızda taşımanız gerekiyor. Diğer sıkıntıysa kamera seçenekleri. Çektiği fotoğrafların kalitesi düşük. Rahat rahat twitter’a, facebook’a girebiliyorsunuz, ama yollayacağınız fotoğraflar çok başarılı olmuyor. Karanlıkta çekim ise neredeyse imkansız. Fotoğraf makinesi olarak telefonu kullanmak isteyenler için başka alternatiflere bakmak gerekiyor.

FOTOĞRAF ÇEKMEK ÖNEMLİYSE

Bu alternatiflerin başında Nokia E72 geliyor. Fotoğraf makinesi olarak gündüz, gece, dağda, portrede kullanılabilir. Telefonun görünümü, ağırlığı Blackberry ile neredeyse aynı. Üstelik pazarda daha eski olduğu için menüsü cep telefonu kullanıcıları için tanıdık. Ancak bu artısı, bilgisayar özelliğinde eksiye dönüşüyor. İnternet uygulamaları henüz tam oturmamış. Blackberry ya da Iphone’daki kadar kolay erişim sağlayamıyorsunuz. Ancak zorda kalırsanız basit aramalar için hakkını yememek lazım. Ayrıca “OviStore”’la sosyal medya konusunda kendini geliştiriyor. Tabii herkesin alıştığı iTunes Store’un yerine geçmesi zaman alabilir. Pil ömrü olaraksa çantada şarj aleti taşımayı gerektirmeyecek kadar dayanıyor. Bu da önemli bir artı.
Bu arada, bir kadın olarak akıllı telefonların fazlasıyla “erkek görünümlü” olduğunu da belirtmekte fayda var. Çalışan insanlara yönelik geliştirirken bu insanlar arasında kadın da olabileceğini düşünmemişler; hesap makinesi görünümlü, erkeksi hatlara sahipler hep. Renk olarak da siyah hakimiyeti var. Şık bir beyaz akıllı telefon için dokumatik ekranlı Sony Ericsson Xperia öneriyorlar sadece. O da, dokumatik ekranlarla ilgili “aman bozulur bu” paranoyası olan insanlar için pek cazip değil. Ekran geçişlerinin yavaş olduğuyla ilgili uyarılar da bu paranoyayı güçlendirebiliyor. Dokumatik ekranla probleminiz yoksa, renkli, eğlenceli bir cihaz arıyorsanız da iPhone’u inceleyin. Özellikle de profesyonel amaçlardan çok sosyal medyaya meraklıysanız... Geniş ekranında televizyon, video, müzik, haritalar, internet ne ararsanız var. Üstelik web tarayıcılarının “out” olmasına yol açan değişik uygulamalar da cabası. Gazetelerden dergilere, oyunlara, değişik tasarımlara 200 binden fazla değişik uygulamayı bazılarını ücretsiz olmak üzere yükleyebiliyorsunuz.
Yazının Devamını Oku