KAFELERDE KAST SİSTEMİ
Özellikle Champs-Elysee Caddesi’ndeki kafe ve restoranlardaki son trend; ırka göre masaya yerleştirme! Meşhur Fouquets’s, L’Avenue ve Maison de L’Alsace’ta aleni şekilde yapılırken gözlemleme imkanım oldu; en ön masalara Parizyenler, ortalara Avrupai görünümlü yabancılar ve en arkalara Ortadoğu ve Asyalılar oturtuluyor... Biraz isyan çıkardığınız takdirde daha iyi bir masaya geçmek neyse ki mümkün.
ÇOLUK ÇOCUK REVÜ ŞOVDA
Fransızların halk oyunu üstsüz dansözlerin bacaklarını havaya kaldırarak yaptıkları ‘cancan’ dansı. Revü gösterisi deyince akla ilk, 2001’de çekilen filminden tanıdığımız, ‘Moulin Rouge - Kırmızı Değirmen’ geliyor. Tabii, Moulin Rouge’da filmdeki gibi bohem bir hava yok artık. İzleyici kitlesinin yüzde 60’ı turist. Turistlerin en çok tercih ettiği revü kulüpleri de Crazy Horse ve Champs Elysee’deki meşhur Lido. Kötü yemeklerle beraber sınırsız şampanya eşliğinde izlenen gösteriler ihtişamından hiçbir şey kaybetmemiş. Bu arada, Arap Baharı bu mekânları da etkilemiş herhalde; ön masalarda çoğunlukla Arap işadamları, onların türbanlı eşleri ve yaşları 4-10 arasında değişen çocukları oturuyor. Kulüpler de şovları ona göre adapte etmiş; şov kızlarının hepsi esmer, Ortadoğu esintili...
D’ORSAY, LOUVRE’UN TAHTINI SALLIYOR
Paris’in Eyfel Kulesi’nden sonra en bilinen atraksiyonu Mona Lisa ve daha nice şahesere ev sahipliği yapan Louvre Müzesi. Ancak bu ara Musée d’Orsay, Louvre’un tahtını sallıyor gibi. Musée d’Orsay, eski bir gar. Louvre’un tam karşısında; aralarında sadece Seine Nehri var. İçeri girmek için en az yarım saat kapıda beklemek gerekiyor. Kalabalığı turistlerden çok Parizyenler oluşturuyor. 1 Temmuz’a kadar devam edecek ‘Degas ve Çıplaklar’ sergisi o kadar gözde ki içeride ayrı bir sırada beklemek gerekiyor. Kalıcı koleksiyonda heykeltıraş François Pompon’un dünya tatlısı dev kutup ayısı heykelini kaçırmayın.
Bu arada Doğu’ya ilgi devam ediyor; Louvre’da bir ‘İslam Kanadı’ açılıyor. Musee d’Orsay’ın ‘Oryantal Eserler’ bölümü de müzenin en kalabalık yerlerindendi. Orada ilgi büyük, eserlere bakım en üst hassasiyette; Türkiye’deyse eserlerin başına gelenler malumken Kültür Bakanlığı’nın eser göndermeme ambargosu üzücü...
Marne-la-Vallée, Paris’in 32 kilometre uzaklığında tipik bir Fransız kırsalıydı. 1992’de mahalleye bir Amerikalı taşındı ve her şey değişti! Çünkü bu Amerikalı, dünyanın en meşhur faresi Miki’ydi. Üstelik Miki yanında, çocukların (ve kendim dahil birçok yetişkinin) bayılarak izlediği Walt Disney’in tüm fantastik karakterlerini ve dünyasını getirdi. Şato ve labirentleri kafeler, dükkanlar, oteller ve bir golf sahası takip etti. Ama herkes aynı heyecanı paylaşmadı; milyar dolarlık yatırımla açılan Euro Disney hemen kabul görmedi. Hatta Fransız entelektüelleri “Amerikan emperyalizmininin istilasını istemiyoruz” diye tepki gösterdi. Ne enteresan ki, aslında Miki’nin yaratıcısı Walt Disney’in kökleri Normandiya’daki, ‘Disney’ diye okunan d’Isigny’ye dayanıyordu.
2000’LERDE YENİDEN DOĞDU
Nitekim ilk yıllarında beklenenin çok altında ilgi gören Euro Disney birkaç defa iflasın eşiğinden döndü. İsmi değişti; Disneyland oldu. 2000’lerin başında silkinerek adeta yeniden doğdu. Disneyland Paris bünyesinde şu an iki temalı park, yedi resort otel, bir golf sahası, tren istasyonu ve Val d’Europe adında sıfırdan inşa edilmiş yeni bir kasaba var. Masal, macera ve keşif temalı orijinal Disney parkıyla beraber 2002’de açılan Walt Disney Stüdyoları’yla popülerliği de arttı. 2007’de Fransa cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, şimdiki eşi Carla Bruni’yle halk içindeki ilk buluşmasını Disneyland’de gerçekleştirdi. O zamandan beri ziyaretçi sayısı hep yükseldi; sırf geçen yıl 15.6 milyon kişi geldi. Parkın içindekiler yetmedi, beş dakika uzaklıkta oteller yapıldı; Vienna International’ın işlettiği Dream Castle (Rüya Şatosu) ve Magic Circus (Büyülü Sirk) aralarında en yenileri. Lüks otellerden tek farkı yemeklerinizi Miki kulaklarıyla süslü tabaklarda yiyor, şato veya sirk temalı lobilerde kahvenizi yudumluyorsunuz. Çocuklar için tam bir cennet. Onları zapt etmekte zorlanacak ebeveynler için ne kadar eğlenceli olur onu bilemem ama tuvaletlerde bile çalan neşeli müzikle havaya girmemek imkansız.
HERKES MUTLU
Disneyland, sırf aileler değil gençler arasında da çok popüler. Çocuklara yönelik atraksiyonlarda romantik deneyim yaşamak isteyen çiftlerin sayısı gayet fazla. Peki bu popülaritenin sebebi ne? Bir kere ulaşım rahat ve kolay. Trenle Paris’e 45 dakika. Tüm Avrupa’yı bağlayan hızlı tren TGV’nin bile Disneyland’de istasyonu var. Ama bu kadar yakın olmasına rağmen Disneyland, gerçek hayattaki her şeyden çok uzak. Resmen bambaşka bir dünyadasınız. Mükemmel mimarisi, rengarenk yapıları, bahçeleri, yalnızca en güzel şekerleri ya da bir çocuğun hayalindeki kıyafetleri satan dükkanları, en sevdiğiniz film karesinin içinde olmanızı sağlayan mekanlarıyla her şey inanılmaz yapay. Ama o yapaylık içinde herkes çok mutlu! Gerçek dünyadaki krizleri, sıkıntılarınızı unutuyorsunuz. Onun yerine ‘Karayip Korsanları’ filmine ilham veren atraksiyonda Tortuga’yı keşfediyor veya Alis’in Harikalar Diyarı’nın labirentinde kayboluyorsunuz. Oradan çıkıyorsunuz, en sevdiğiniz karakterlerle tanışıyorsunuz. Tabii sırada sabırla durursanız; Miki’yle fotoğraf çektirebilmek için bekleme süresi 60 dakika...
İYİ Kİ MİKİ VAR
20. yıl kutlamaları resmi olarak yarın başlayacak ve tüm yıl devam edecek. Doğum günü şerefine belirlenen tema: Büyü. Mutlu sonla biten hikayeleri ve gerçek olamayacak mükemmellikteki dünya için ideal bir tema... Arada gerçek hayattan uzaklaşmak istediğimizde, bir saatlik bir filmle bile nefes aldıran Miki’yi, Alice’i, Alaaddin’i, Aslan Kral’ı ve diğerlerini seviyoruz... Disneyland Paris; iyi ki doğdun, iyi ki varsın!
FETİŞ
Önceden plan yapmadan, rastgele bir yerlere gitmeyi seven biri olarak sürekli kapıda kalma derdinden fazlasıyla mustaribim... Artık haftasonu-haftaiçi, iş çıkışı veya geceyarısı fark etmiyor. Her yer dolu! Barda bir şeyler içerek, bir ümit masa açılır diye bile bekleyemiyorsunuz; “Maalesef” diye geri çevriliyorsunuz. Spontane olduğunuz için bir nevi ayıplanıyorsunuz. Seinfeld dizisindeki gibi; müşterilere servis yapmayan ‘Nazi Çorbacı’lar her yerde. Rezervasyon yoksa yemek de yok!
BEKLEMEK BİR RİTÜEL
Halbuki illa rezervasyon istemek bir restoranı daha popüler yapmaz. Örneğin Paris’teki Le Relais de l’Entrecote’ta yaz-kış fark etmeden, önünden başlayıp yan sokağa kadar taşan kuyruk asla eksik olmaz. Keza New York’ta, özellikle yerellerin favori mekanlarından, 1905’ten beri hizmet veren ‘Amerika’nın ilk pizzacısı’ unvanını taşıyan Lombardi’s için sıra beklemek bir ritüeldir. Önce kapı dışında bir süre (genelde yarım saat ve daha uzun) beklersiniz. Yeteri kadar sabırlı olanlar bara alınır. Ondan sonra yerinize geçersiniz. Ancak kimse bu sıradan şikayet etmez çünkü hem beklemeye değer bir yemek yersiniz, hem de sıra boyunca sizle aynı yolun yolcusu olanlarla tanışma imkanı bulursunuz. İstanbul’da rezervasyon kabul etmeyen az sayıda yerden İstinye Park’taki Masa ve City’s’deki Limonata da her daim hınca hınç dolu.
ZAGAT’TA AYRI KATEGORİ AÇILIYOR
Üstelik bu tarz, bir trend olarak yayılıyor. Manhattan’da geçen yıldan beri açılan restoranlarda hep ‘rezervasyonla değil sırayla’ sistemi var: Ma Peche, Breslin ve Fatty ‘Cue bunlardan yalnızca üçü. Öyle ki, meşhur mekan rehberi Zagat rezervasyonsuz mekanlar için ayrı bir kategori açmaya hazırlanıyor. Rahat New Yorkerlar için beklemek sorun değil, diyebilirsiniz. Ancak trend, plan-programın kültürün parçası olduğu İngiltere’ye de sıçradı. Son zamanlarda Londra’da açılan restoranlar, ne kadar havalı olurlarsa olsunlar ‘mahalle lokantası’ konsepti sağlamak için rezervasyon kabul etmiyor. Örnek; İspanyol restoranı Pizarro, Corner Room, Barrafina... Londra gurme hayatının ‘dahi çocuğu’ olarak görülen Russel Norman da trendin takipçilerinden. Mekanları Polpo, Polpetto ve Spuntino son dakikacı herkese kucak açıyor. Şehrin en gözde yeni mekanlarından, yalnızca hamburger veya ıstakoz servisi yapan olan Burger and Lobster’da da yer ayrılmıyor. Istakozunuzu yemek için aylar önceden rezervasyon yapmanız değil; yalnızca bir süre mekanda beklemeniz gerekiyor. Hem bu sayede mönülerindeki harika kokteylleri deneyebiliyorsunuz. Herkesin orada yemek için eşit şansı var!
MEKANA OLAN TALEBİ GÖREBİLİYOSUNUZ
Peki, spontane hareket etmeyi sevenlerin haklarını savunan rezervasyonsuz restoranların mekan sahiplerine faydası ne? Öncelikle, kendilerini daha erişilebilir gösteriyorlar. Aylar önceden masa kapmanıza gerek olmuyor; “Rahatız, herkese açığız” diyorlar. Ancak ‘üst-sınıf, gösterişli’ mekanlara bir alternatif olurken, çok daha havalı bir görüntüleri oluyor. Zira, kapıdaki sıra uzun olduğunda mekana olan talebin fazlalığını gözlerinizle görebiliyorsunuz. Gelenler, ortam değil yemekler için gururla sırada bekliyor.
Yaz yaklaşırken, Ebru Şallı’nın pilates DVD’leriyle diyet kitapları da, yeniden en çok satanlar listesinin zirvesine yerleşti. “Kışın üşümemek lazım, iyi beslenmeli” bahanelerinin yerini yeniden sağlıklı yemek eğilimi aldı. Herkes kendine uygun bir diyet arar, diyet uzmanları farklı reçeteler sunarken, Hollywood yıldızlarının başlattığı meyve-sebze suyu detoksu Amerika’da çılgınca yayılıyor.
Fikir şu: “Vücudumuz sürekli bir temizlenme gereksinimi içinde. Bu süreçte kendimize iyi bakmak ve vücudumuzu dinlendirmek için de doğada sebze ve meyvelerin suyundan daha saf bir şey yok”. Buradan yola çıkarak, trendin takipçileri belli bir süre (üç günle bir ay arasında) katı hiçbir şey yemiyor. Sadece sebze-meyve suyu tüketiyor. Meyve sularının içeriğindeki doğal maddeler organları yenileyerek daha sağlıklı ve daha mutlu yapıyor. “Meyvenin normali dururken suyu neden?” diye sorabilirsiniz... Meyve ve sebzelerin posası sindirim sistemini çalıştırıp vücudu yoruyor. Oysa meyve-sebze sularının içindeki lif ve vitaminler organları dinlendiriyor, yeniliyor.
GÜNLÜK MALİYETİ 65 DOLAR
Diyetin en ateşli savunucuları Gwyneth Paltrow, Nicole Richie, Ben Affleck, Salma Hayek, Liv Tyler ve Sarah Jessica Parker. Gwyneth Paltrow yılda iki kez, bir aylık meyve-sebze suyu orucuna giriyor. Salma Hayek işi bir adım öteye götürmüş, ortak olduğu bir meyve suyu markası bile var. Dr. Mehmet Öz de, sürekli olmamak şartıyla birkaç günlüğüne meyve suyu diyeti yapmayı tavsiye ediyor. Bu arada meyve suyu diyetinin detoks etkisiyle ilgili kesin bir tıbbi kanıt yok. Ayrıca diyetsiyenler meyve suyu rejimiyle kaybolan kiloların çoğunlukla su olduğu ve yediğiniz ilk sandviçle geri gelebileceği konusunda uyarıyor.
Ancak bu bile insanları her daim ellerinde rengarenk sıvılarla dolaşmaktan alıkoymuyor; Amerikalılar bardak bardak sebze-meyve suyu içiyor. Son üç ay içinde meyve-sebze suyu detoksu üzerine en az beş diyet kitabı çıktı. Kahve devi Starbucks bile bu fenomenin dışında kalamadı. 30 milyon dolara meyve suyu devi Evolution Fresh şirketini satın aldı. Bu yıl içinde ilk meyve suyu barını açıp yeni bir zincir başlatacak. ABD’deki meyve suyu pazarının büyüklüğü 1.6 milyar doları aşmış durumda. Meyve-sebze detoksu uygulayanlar günde altı farklı meyve suyu için 65 dolar ödüyor.
Kabarık saçın yükselişi devam ediyor FİKRİ TAKİP
Geçen hafta, New York’un en trendy mahallelerinden Soho’da kıvırcık saç üstüne uzmanlaşmış bir kuaför salonu açıldı: CurlBar. Salonun sahibi yalnızca kıvırcık saçlar için ürünler yapan Miss Jessie’s’in yaratıcıları Miko ve Titi Branch kardeşler. New York’un ‘kıvırcık saçlılara özel ilk kuaförü’ unvanını taşıyan CurlBar, müşterilerine söz dinletemediği kıvrımlarını bukleleştirmek veya buklelerini daha yumuşak dalgalara dönüştürmek gibi hizmetler sunuyor.
41 milyon dolarlık bağışla ‘Ertegün Beşeri Bilimler Lisansüstü Eğitim Burs Programı’ başlatılacak. Amerika’da bir yerlere isim bağışlamak son yılların en popüler trendlerinden. Üstelik milyonlarınız yoksa birkaç bin dolara okul tuvaletine de isminizi verebilirsiniz
Dövüş Kulübü filminde Edward Norton’un karakteri kendi kendine düşünürdü: “Uzay araştırmaları hızlandığında herşeyin adını şirketler koyacak. IBM Yıldız Topluluğu, Microsoft Galaksisi, Starbucks Gezegeni...” Henüz o noktaya gelmedik neyse ki ama yakın gelecekte herşey birinin adını taşır hale gelebilir! Bir yere isim vermek sosyete okullarında tarihi 100 yıl öncesine giden ve fazlasıyla dillendirilmeyen bir gelenekti. Şimdiyse zenginler arasında bir kurum veya kuruluşa vermek tam bir trende dönüştü. Bu kurum ve kuruluşların başında müze ve üniversiteler geliyor. Zenginler saygın yerlere isimlerini vererek hem paralarıyla övünüyor hem de “Bakın benim için eğitim önemli” veya “Ben çağdaş sanat severim” diye zevk ve ilgi alanlarını gösterme imkanına sahip oluyor. Bir yere isim verme trendinin en bilinen öncüleri başkalarına iyilik yaparak kendilerine de iyilik yapabileceklerini anlayan Amerikalı zenginler John D. Rockefeller ve Andrew Carnegie’dı. Şimdi onların açtığı yoldan yeni kuşak zenginler isimlerini bir yerlere vermek için birbirleriyle yarışıyor.
TIP FAKÜLTELERİ FAVORİ
Kurumlar da bu trendin farkında tabii... Fiyatlarda inanılmaz bir artış var. Örneğin New York’taki meşhur Metropolitan Müzesi’nin bağışçısı olma fiyatı 1967’de 50 bin dolarla 100 bin dolar arasında değişirken şimdilerde müzenin girişindeki Büyük Salon’da isminizi ‘resmi müze dostu’ olarak görmek için en az 2 buçuk milyon dolar vermeniz gerek. “İsmim olsun da nerede olursa olsun” diyenler için alternatif çok: 10 bin dolara sanat eserlerinin altındaki küçük plakalara, 50 bin dolara galerinin içindeki banklara isim yazdırılabiliyor. Fiyatlar, adınızı yazdırdığınız kurumun prestijine göre de artıyor. Üniversitelerin Tıp Fakülteleri en fazla talep gören, en pahalı yerler. Mesela Massachuttes Teknoloji Enstitüsü Üniversitesi’nin Beyin Araştırmaları, 350 milyon dolar karşılığında Patrick ve Lore Harp McGovern çiftinin, UCLA’in Tıp Fakültesi’yse 200 milyon dolar karşılığında David Geffen’in adını taşıyor. Tıptan sonra en çok isim verilmek istenen bölüm İşletme. Fiyatlar daha ucuz: Stanford İşletme Yükseklisans Fakültesi’nin adı 105 milyon dolara Nike’ın kurucusu Phil Knight’a satıldı. Carnegie Mellon’un İşletme Fakültesi’ne 50 milyon dolar karşılığında Tepper ismi, Teksas Üniversitesi’nin İşletme Bölümü’ne de 50 milyon dolara San Antonio’lu bir araba satıcısı olan McCombs’un adı verildi.
KÜTÜPHANE YAPTIRMAK OUT
Yaşanan ekonomik sıkıntılar ve kemer sıkma politikaları da kurumları değişik açılımlar yapmaya zorluyor. İsim verilebilecek fakülte veya galerilerin sayısı sınırlı olduğundan kurumlar yaratıcılıklarını da artırdı. New York’taki The New Museum of Contemporary Art (Yeni Çağdaş Sanat Müzesi), geçen yıl 50 milyon dolarlık yatırım ihtiyacını karşılamak için 100 bin dolar karşılığında 83 yaşındaki emekli iş adamı Jerome L. Stern ve eşi Ellen’in isimlerini müzenin dört tuvaletinin kapısına yazdırdı. Devletten aldıkları yardımlar yüzde 8 oranında azalan üniversitelerde de bağışçıların artık isimlerini bir kapı üzerinde yazdırabilmek için kocaman kütüphane veya bina yaptırmalarına gerek yok. Üniversiteler en cüzi yardımlar için “Yok artık” denecek şeyleri kabul eder hale geldi. Örnek; 1971 mezunlarından William Falik, 100 bin dolar karşılığında Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki bir tuvalete ‘Falik Erkekler Tuvaleti’ yazdırdı.
BEŞ HANELİ BİR SAYI
Harvard tuvaletlerine para karşılığı isim yazdıran tek üniversite değil. Michael Zinman, ‘beş haneli bir sayı’ kadar doları bastırarak Pennsylvania Üniversitesi’nin tuvaletine ‘Şu an yaşadığınız rahatlama Michael Zinman’ın cömert bağışı sayesinde mümkün oldu’ yazısı astırdı. Utah’taki Dixie Devlet Üniversitesi o kadar ileri gitmedi. Yalnızca tuvaletlerdeki bölmeleri satışa çıkardı. “Duvara gizlice ‘Ben buradaydım’ yazmak yetmez, bölmenin kapısında kapı gibi ismim olsun!” diyenlerin dileği 2 bin dolara yerine geliyor. Boulder’deki Colorado Üniversitesi’nin Fen Fakültesi’ndeki bir tuvalete de 25 bin dolar karşılığında Brad Feld’in ismi verildi. Okulun direktörü olayı, “Elbette oturup, ‘Haydi para karşılığında tuvaletlere isim satalım!’ demedik... Ama programlarımızı finanse etmek adına bunu yapmaktan da utanmıyoruz” diye açıkladı.
İlk durağım, tüm yabancı şehir rehberlerinde ‘mutlaka görülmeli’ listesindeki Karaköy’deki İstanbul Modern oldu. Bence de, İstanbul Modern sanat konusunda ‘abi’ konumunda. Sürekli sergisini defalarca gezmeme rağmen asla sıkmıyor. Yabancı gezgin sayısı her zaman en az yerliler kadar. Süreli sergilerinde de beni hayal kırıklığına uğratan hiç olmadı. Ancak sanırım İstanbul Modern’i vazgeçilmez yapan biraz da yeri ve manzaralı restoranı. Yanımda oturan Portekizli çifte fikirlerini sordum; “Hayır, İstanbul’da sanatı abartmıyorlar. Bizde bunun kadar güzel yer yok, bayıldık, bayıldık.” dediler.
VAN GOGH’UN GERÇEĞİNİ İSTERİZ
Ardından, bu ara çok konuşulan Antrepo 3’teki Van Gogh Alive’a gittim. Bilet sırası dış kapıya kadar uzanıyordu. Ama kimse halinden şikayetçi değildi. Sabırla bekleyen izleyici bence sanat ve sanatseverde olgunluğun göstergesi... ‘Van Gogh görme’ heveslileri biraz hayal kırıklığına uğrayabilir. Zira, tanıtımlarda da vaat edildiği gibi Van Gogh’u yalnızca görüntü ve müzikle yaşıyorsunuz. Havaya girip kendinizi bıraktıktan sonra hakikaten tablonun içinde gibi izliyorsunuz; karşıda kır görüntülerine bakarken, arkanızdaki ekranda bir yeldeğirmeni beliriyor. Kalabalığa rağmen kimse kimseyi rahatsız etmiyor; herkes kendi deneyimini yaşıyor. Keşke Van Gogh’un görüntüsüyle yetinmek yerine gerçeğini de görebilseydik diye hayıflanarak ayrıldım.
Teselli bulmak için Tophane-i Amire’deki Salvador Dali’ye gittim. Sergi üç bölümden oluşuyordu: ‘İlahi Komedya’ ve ‘Gala İle Akşam Yemeği’ bölümlerinde “İşte, görüntü değil gerçek!” dedim. Ancak eserlerin çoğunluğunun bulunduğu ‘Sürrealizmin İzleri’ kısmı baştan savma geldi. Etraftakilerin konuşmalarına kulak misafiri oldum; aynı dertten çok kişi mustaripti; eserlerin sunumu özensizdi. Zayıf ışıklandırmayla beraber hiçbir eserde hangi yılda yapıldığı veya ne olduğu yazmıyordu. Ama nihayetinde Tophane-i Amire o kadar güzel ki... Asıl mekanın kendisi izlenecek sanat.
SALT GALATA DİYARINDAN
Oradan New York Times’ta bolca bahsi geçen Salt Galata’nın yolunu tuttum. Suzy Hansen, yazısında mekanın ihtişamından bahsediyor. Katılıyorum. Hatta mekan fazlaca ‘fazla’. Üst kattaki süreli sergileri gezmeye çalışırken bina sizi resmen yutuyor. Alis’in Harikalar Diyarı gibi sürekli karşınıza ne olduğunu bilmediğiniz kapılar çıkıyor. O da eğlenceli tabii ama sanat görmek için Salt’ın Beyoğlu’ndaki yerine gitmeli. Bu anlamda mimarisi daha uygun. SALT Galata’yla ilgili beni en şaşırtan, -1. kattaki Osmanlı Bankası Müzesi Kalıcı Koleksiyonu. Tanıtım anlamında biraz üvey evlat muamelesi yapılmış sanırım. Halbuki çok ilgi çekiciydi. Sürpriz merdivenler, kasa daireleri ve gizli bölmelerle Harry Potter filmlerindeki Gringotts Büyücü Bankası’da gibi hissediyorsunuz!
Ve son olarak Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki Rembrandt ve Çağdaşları Sergisi... İtiraf edeyim ki, hafif bir önyargıyla gittim. İçeri adım attığım anda utandım. Rembrandt ve çağdaşları zaten zamanında harikalar yaratmışlar. Eserlerin hepsi birbirinden muhteşem. Ama Sabancı Müzesi, sağolsun en güzellerini getirmekle kalmamış, bir de o kadar güzel sergilemiş ki... Eserlerdeki her şey fotoğraf bile değil, canlı gibiydi. Işıklandırma, eserlerin yerleşimi ve hakkındaki bilgiler dört dörtlüktü. 79 tablonun hepsini heyecanla inceledim. İçerideki kalabalığın dörtte birinin yabancı olduğunu da belirteyim. Sergiden, “Keşke bunun gibi niceleri olsa... Yaşasın İstanbul’da sanat!” diye çıktım.
Şu ara her yerde Amerikalı yazar Susan Cain’in ‘Sessizlik: Hiç Durmadan Konuşulan Dünyada İçedönük Kişilerin Gücü’ kitabı konuşuluyor. Geçen hafta Hürriyet Cumartesi Gazetesi’nde de haber olan kitapta içedönüklüğün utangaçlık gibi bir kişilik zayıflığı olmadığı ve bir tercih olduğu vurgulanıyor. İçedönükler, kalabalık yerine sessiz ortamlarda eğleniyor. Gürültülü ve çok konuşan insanlardan rahatsız oluyor. Grup çalışmalarındansa işlerini tek başlarına hallediyorlar. Önyargıların aksine daha hızlı konsantre olabildiklerinden yaratıcılar. Yalnızlık onlar için üzülünecek bir şey değil.
Kitap sayesinde içedönüklük ilk defa Time’dan Forbes’a, Marie-Claire’den Psychology Today’e kadar popüler dergilerde bir problem değil, olgu olarak yer buldu. Artık ‘İçedönükler birleşin’, ‘İçedönüklüğün faydaları - dışa dönüklük neden abartılıyor’ gibi başlıklarla haberler çıkıyor. Yazarlar etraftaki sosyalleşme baskısının, hatta sosyalliğin kendinin bile bu zamana kadar tek doğru yaşama şekli olmasını eleştiriyor.
İçedönüklük bu tartışmalar arasında kıymete de bindi. İçe dönükler rahat bir nefes aldı; “Zorla sosyalleşme olmaz! Evet biz içedönüğüz ve gayet memnunuz!” diyerek sosyallik baskısına isyan bayrağı açtılar.
Peki içedönüklüğün yükselen trend olması ne sonuçlar doğuracak? Bir partiye gitmek yerine evde kitap okumayı tercih eden insanlara artık “Zavallı, asosyal galiba” diye bakılmayacak. Tam tersi, kitabı insana tercih etmek havalı bir hareket olarak görülecek. Kafe veya barlarda tek başına yemek yiyenleri, sinemada yalnız oturanları daha sık göreceğiz. Toplum onları kabullenecek. “Hiç arkadaşı yok herhalde” diye acıyan gözlerle bakılmayacak. Mekânlar ‘yalnız-canlısı’ olduklarını göstermek için tek kişilik masaları en arkalar yerine önlere yerleştirecek. Yüzlerce tanıdık, çok sayıda arkadaş sahibi olmak ‘işin doğrusu’ olmaktan çıkacak. Sadece iki arkadaşınızın olması sizi daha seçici gösterecek. Woody Allen filmlerinde içedönük olduklarından ‘egzantrik’ diye tanımlanan baş karakterleri daha popüler Hollywood yapımlarında da göreceğiz. Kim bilir, belki de Türkiye’nin en meşhur içedönüğü Orhan Pamuk artık rol model olacak.
MEŞHUR İÇEDÖNÜKLER
Greta Garbo, Meryl Streep, Kristen Stewart, Julia Roberts, Gwyneth Paltrow, Bill Gates, Google CEO’su Larry Page, Mark Zuckerberg, Adele, Christina Aguilera, Barack Obama, Al Gore, Mahatma Gandi, Charles Darwin, Albert Einstein, JK. Rowling, Steven Spielberg, Woody Allen.
DÖRT TÜRÜ VAR
GİZEMLİ İÇEDÖNÜK:
Fimlerde gözünüze çarpmıştır, Amerikalı kampçıların favori tatlısı... Bir şiş üstünde kamp ateşinde kızarttıkları süngerimsi beyaz şey vardır ya, işte ta kendisi! Marşmallovlar, bizde genelde tek olarak tüketilmez; Halley ve Puf bisküvilerinin içinde rastlarsınız. Ağızda eriyen, hafif tatlı bu yumuşak şey; şeker ve jelatinden yapılır. İki çeşidi yaygın: Vanilya ve çilek. Sağlık açışısından sicili pek parlak değil. Dört küçük parçası 100 kalori olmasına rağmen besleyici değerleri neredeyse sıfır.
Ancak marşmallovlar, 2012’de hayatımıza bir kamp tatlısından çok daha havalı şekilde, gurme ve artizan kimlikleriyle giriyor! Eskiden marketlerde paket içinde bile çok az çeşidini bulabildiğiniz marşmallovlar New York’daki kafe ve pastanelerdeki yeni ‘tatlı trendi’. Gurme marşmallovların naneden vişneye, çikolata kaplıdan ballıya, tarçından espresso ve mangoya kadar aklınıza gelen her çeşidi mevcut. Tabii sınıf atlayan marşmallovların fiyatları da değişti. Markette 200 gramını 1 dolara alabileceğiniz marşmallovların dört adedi New York’taki pastanelerde 6.25 dolara satılıyor.
New York’daki Epiceri Bouludi, Baked, Robicelli, Tazza ve Three Tarts Bakery gurme marşmallov modasının öncülerinden. Ama trend, ülkenin geri kalanında da hızla yaygınlaşıyor. Chicago’daki mekanlar marşmallovu tatlı kategorisinden çıkarıp garnitür olarak kullanmaya başladı bile. Girl and Goat adlı restoranda etinize fois-gras’lı (kaz ciğeri), Longman& Eagle restoranındaysa turplu marşmallov eşlik ediyor. Yemek programlarında şampanyalı marşmallov tarifleri veriliyor.
Makaronlardan artık fenalık gelmiş bir marşmallov sevdalısı olarak bu trendin bizde de yaygınlaşmasını diliyorum...
Dolgun kadın ambargosu kalktı
Hazır tatlılardan bahsediyorken... Geçen haftaki Grammy Ödül Töreni’ne damgasını vuran İngiliz şarkıcı Adele, Karl Lagerfeld’le girdiği ‘şişmanlık’ polemiğiyle şov dünyasındaki görünüm tartışmasını da başka bir boyuta taşıdı. Hatırlayalım: Chanel’in efsane tasarımcısı Lagerfeld, Adele için “Biraz şişman ama yüzü güzel ve sesi de harika” demişti. Adele de ülkesindeki kadınların çoğunluğunu temsil ettiğini belirterek “Dergi kapaklarındaki mankenlere benzemek gibi bir isteğim yok” diye karşılık vermişti. Lagerfeld geri adım atıp yanlış anlaşıldığını söyledi. Ama ondan ziyade, “Kimse balıketi kadın sevmez” lafı hala akıllarda olan Lagerfeld’ın dolgun kadının yükselişi konusunda demode kaldığı ortaya çıktı. 0 beden ünlülere karşı kampanyalar daha önce de yapılmıştı ama bu durum podyumlardaki birkaç göstermelik ‘dolgun model’den ileri gitmemişti. Ancak bu ay Amerikan Vogue’un kapağını (biraz rötuşla da olsa) süsleyen Adele’le, balıketi kadınlara uygulanan ambargo resmi olarak sona erdi.
Magazin dergilerinin ‘En Muhteşemler’ listelerinde görmeye alışık olduğumuz ‘Paris Hilton tipi’ ünlülerin yerinde yeller esiyor... Nereye baksanız dolgun hatlı kadınlar görüyorsunuz; country divası Miranda Lambert, ‘En İyi Country Albüm’ ödülünü kazanan Lady Antebellum grubunun solisti Hillary Scott, Jennifer Hudson, Christina Aguilera... Sports Illustrated’in ‘Bikini Özel Sayı’sının kapağında geçen aylarda şişman diye eleştirilen Kate Upton var. Amerikan TLC kanalında ‘Big Sexy’ adlı yeni bir reality şov başlıyor. Büyük-beden beş New Yorker kadının maceralarını anlatan şovun amacı moda dünyasındaki stereotipleri kırıp, izleyenleri ‘gerçek kadın’la tanıştırmak. Herkesin ayılıp bayıldığı Beyonce, Rihanna veya Mariah Carey deseniz, bizde kilolu bulunan Hadise’nin iki katı cüsseye sahipler...
FETİŞ