Geçen hafta bir İtalyan, bir Avustralyalı, bir Güney Afrikalı ve iki Türk’le bir yemek masasında buluştuk. Biz Türkler, İtalyanla güzel yemekleri, hava ve suyu konuşurken Avustralyalı ve Güney Afrikalı’nın gündeminde daha ciddi bir konu vardı. “Sizde durum nedir?” diye sordu Avustralyalı; “Geçen hafta yine korkunç bir saldırı oldu” diye cevapladı Güney Afrikalı: “Yalnızca 20 yaşındaydı. O kadar kötü durumdaydı ki kurtaramadılar.” Bahsettikleri kurban bir sörfçü; saldırgansa, denizlerin en korkunç katili büyük beyaz köpekbalığıydı...
TADINA BAKIP BIRAKIYORLAR
Köpekbalıkları bu ara okyanus kıyısındaki ülkelerin en çok konuşulan gündem konusu. Zira saldırılarda büyük bir artış var. Geçen yıl gerçekleşen saldırı sayısı 75. Kurbanların 13’ü hayatını kaybetti. Diğerleriyse yaşamlarına kimi uzuvları eksik devam etmek zorunda kaldı.
1993’ten beri ilk defa kurban sayısı bu kadar yüksek. Uluslararası Köpekbalığı Saldırıları Dosyası’na göre 1990’larda ortalama ölüm sayısı yılda 8.2’yken, bu rakam 2000’lerde 16.1’e çıktı. Kurbanların yüzde 60’ı sörfçü. Köpekbalıkları, sörf tahtası üzerinde yüzen insanları favori yemekleri foklarla karıştırıyor. Çoğu zaman bir ısırık aldıktan sonra yaptığı yanlışı anlayıp bırakıyor.
SEBEBİ ARTAN TURİZM
Aslında köpekbalığı saldırısına uğrama olasılığı ölçülemeyecek kadar küçük. Peki bu artışın sebebi ne? Uzmanlara göre cevap; artan turizm faaliyetleri. Geçen yılki saldırıların çoğu, tarih boyunca köpekbalığı-insan karşılaşmalarının çok az olduğu Kosta Rika, Kenya ve Şeyseller gibi ülkelerde gerçekleşti. Turizme açılan ‘el değmemiş’ kıyılar, köpekbalıklarının doğal yaşam alanları. Turistler, köpekbalıklarının restoranı olan sulara girince saldırılar da kaçınılmaz oluyor. Örneğin Brezilya’daki Recife’de saldırılarıdaki artışın sebebi, tatil köylerinin boğa köpekbalıklarının üreme alanına kurulmasıydı...
İNSANLAR DAHA TEHLİKELİ
Saldırıların artmasındaki bir diğer sebep de köpekbalıklarının davet edilmesi! Yeni ekstrem turizm aktivitelerinden biri köpekbalığı beslemek. Verilen yiyeceklerle, köpekbalıkları kıyılara yaklaşmaya alışıyor. Keşif gemileri de köpekbalıklarını davet etme konusunda sorumlu. Araştırmacıların attığı yemlerle köpekbalıkları doğal yiyecek bulma rotalarından sapıyor. Ancak belirtmeliyim ki köpekbalıkları denizin en yırtıcı hayvanı olsa da insanlardan daha tehlikeli değil. Köpekbalıkları yılda ortalama 12 can alırken, tüm dünyada her yıl insanlar tarafından avlanan köpekbalığı sayısı 30-70 milyon.
Lomography’nin hikâyesi 30 yıl önceye gidiyor; 1991’de bir grup Viyanalı öğrenci Çek Cumhuriyeti’nde eski Rus mercek fabrikası Lomo tarafından üretilen bir Lomo Kompakt Auto fotoğraf makinesi keşfediyor. Çektikleri fotoğrafların canlı renkleri ve hafif bulanık tarzı çok hoşlarına gidiyor ve ortaya Lomography ve Uluslararası Lomografi Topluluğu (ULT) çıkıyor.
Lomocuların ‘10 Altın Kural’ı yazılıyor; yeni ürünler, filmler ve aksesuvarlar geliştiriliyor. Sloganları: ‘Gelecek Analog!’... Dijital hiçbir ürünleri yok. ULT’nin şu an dünya çapında yarım milyonu aşkın üyesi var. Konseptleri; interaktif, canlı, flu ve çılgın bir yaşam tarzı. Tokyo, Hong Kong, Paris, Şanghay, Seul, Londra ve New York, Rio ve Berlin’de dükkanları var.
HEM MAĞAZA HEM GALERİ
İstanbul’daki ilk dükkânlarıysa da iki ay önce Nural İdrisoğlu tarafından açıldı. Mağazada rengarenk analog fotoğraf makineleri, lensler, aksesuarlar, kitaplar, çantalar, kırtasiye ve moda ürünleri var. Makinelerinin fiyatları 89 liradan başlıyor, 1200 liraya kadar çıkıyor. ‘Stop-motion’ filmler çekebileceğiniz küçük LomoKino kameraları şahane. Ayrıca dünyanın her yerinden lomocuların çektiği 3 bin 500 İstanbul fotoğrafından oluşan bir LomoDuvarı var. Bu arada mağazada workshoplar da yapılıyor. Ayda dört defa analog fotoğrafçılık anlatılıyor. Ardından hep beraber fotoğraf çekmeye gidiyorlar. Katılım ücreti yetişkinlere 30, öğrencilere 20 lira. Kendi makineniz yoksa mağazadan ödünç alabiliyorsunuz. Aktivite ve workshoplar hakkında daha fazla bilgi www.lomography.com.tr adresinde.
DİJİTAL SIKICI GELİYOR
Mağazanın tatlı müdürü Sophie Sevil Bayraktar analog trendinin Türkiye’de de yaygınlaştığını anlatıyor: “Birçok insan analoga geri dönüyor. Şu an 3 bin takipçimiz var. Dijitalin güzel yanı çok ama o kadar mükemmel ki fotoğraf çekmenin zevki kalmıyor.” Benim gibi dijital kolaylığına alışmışları da rahatlatmayı ihmal etmiyor: “Öğrenmesi çok kolay. Alıştıktan sonra dijital çok sıkıcı geliyor.” Haftaya deneme yaptıktan sonra bunun doğru olup olmadığını öğreneceğim!
LOMOGRAFİNİN 10 KURALI
1. Gittiğiniz her yere kameranı da götür. Nerede neyle karşılacağını bilemezsin.
Önce biraz geriye gidelim... Geçen yılki ABD Açık’ın yarı-finallerindeyiz. Dört saatlik mücadelenin sonunda İsviçreli Roger Federer’in, Novak Djokovic’e üstün gelmesine az kalmış. Federer servisi atıyor, Djokovic kaderini kabullenmiş şekilde karşılık veriyor. Ancak o da ne! Djokovic’in adeta sallayarak vurduğu top müthiş bir dönüş yapıyor. Djokovic, kazandığı sayı sonrasında toparlanıyor ve kazanıyor! Maçtan sonra Federer kızgın: “Bazı oyuncular, kaybederken topa öylesine vurmaya başlıyorlar. Onların şanslı vuruşları yüzünden kaybetmeyi kabullenmek zor.” Şanslı vuruşunu Djokovic’e sorduklarında gülerek karşılık veriyor; “Evet, bazen bunu yapıyorum. Arada işe yarıyor!”
TESADÜF DEĞİL
Djokovic’in boşvererek yenmesi aslında bir şans eseri değil. Bu konudaki rekortmen Federer’in son iki yıldır grand slam turnuvası kazanamamasının sebebi de artık yaşlanması değil. Geçen hafta Roland Garros’ta yine Djokovic’e yenilen Federer, zor zamanlarda ortaya çıkan yeni bir düşünce zayıflığından mustarip. Adı, spor jargonunda ‘boğulma sendromu’ olarak geçiyor. Örnekleri futbolda da var. Oyuncular çok fazla ‘kendine odaklanmış’ olmaktan penaltı kaçırıyor. Djokovic de bir zamanların yenilmez oyuncusunu sadece ‘çok fazla düşünmeyerek’ yeniyor.
YARATICILIĞA ENGEL
Çok fazla düşündüğünüzde başarılı olmak için gereken akıcılığı kaybediyorsunuz. Kafanızdaki sesler yetenekleri ve sahip olduğunuz sağduyuyu bastırıyor. Yapılması gereken, çok kritik bir anda, biraz kendinizi bırakarak yıllarca öğrendiklerinizi uygulamak. Çok fazla düşünmek sadece fiziksel performansa değil yaratıcılığa da engel oluyor. Nitekim ‘çok düşünmeme’ yöntemini kullananlar sadece sporcular değil, en iyi işlerinin bir trans halindeyken çıktığını söyleyen çok sayıda oyuncu ve müzisyen var. Mesela Bob Dylan, gençliğinde yazdığı en güzel şarkılarının hiç uğraşmadan ortaya çıktığını söylüyor.
CAHİLLİKLE KARIŞMAMALI
Peki düşünmemeyi nasıl öğreniriz? Bob Dylan’ın yaratıcı fikirler için formülü kendinizi analiz etmeyi kesmek: “Yaşlandıkça akıllılaşırsınız ve bu da size hep bir engel olur. Beyninizi fazla düşünmemek üzerine programlamalısınız” diyor. Her şeyin altında bir şey aramamak gerekiyor. Tabii buradaki kritik nokta düşünmemekle cahilliği karıştırmamak. Daha önce konu üstüne hiç düşünmediyseniz, o zaman hiç düşünmeme taktiğini uygulayamıyorsunuz. Djokovic’in şanslı vuruşlarının işe yaramasının sebebi bundan önce hem maçlarda hem antrenmanlarda aslında milyonlarca defa o vuruşu yapmış olması.
HAKEM BEDRİ BAYKAM
Aslında ekstrem turizm yeni bir konsept değil. Romanya’da Kont Drakula’nın Şatosu’na veya İskoçya’nın Perili Köşkleri’ne ziyaretler öteden beri yapılıyordu. Daha ‘hardcore’ bir şey arayanların listesinin başındaysa Ukrayna’da Çernobil faciasından sonra terk edilen Pripyat kasabası geliyor. 250 dolar karşılığında rehber eşliğinde Pripyat’a gidip, patlamanın olduğu, daha sonra üstü betonla kapatılan 4 numaralı reaktörü görebiliyorsunuz. Hollywood da konuya el attı. Ay sonunda gösterime girecek korku filmi ‘Çernobil Günlükleri’nde Çernobil’e giden ekstrem turistlerin macerası anlatılıyor. Gençler, tümüyle terk edilmiş Pripyat’ta yalnız olmadıklarını öğreniyorlar ve olaylar gelişiyor...
YEREL HALK DENEYİMİ
Ama hâlâ aksiyonun devam ettiği yerler varken bazılarına Çernobil bile yetmiyor; Couchsurfers, kendini turist olarak görmeyen seyahatseverlerin kurduğu bir website. 251 ülkeden 4 milyon üyesi var. Amacı, üyelerin gittikleri yerde otel yerine orada yaşayan birinin evinde kalmasını sağlamak. Gitmek istediğiniz şehirde sizi ağırlayacak gönüllüleri buluyorsunuz ve daha gerçek bir yaşam deneyimine sahip oluyorsunuz. Couchsurferların yeni gözde durağı Libya, Özbekistan, Irak, Suriye, Kuzey Kore ve Kolombiya’dan sonra Afganistan... Afganistan’da yerel gibi yaşama deneyimi için şu an 381 kişi sıra bekliyor. Peki insan sadece geçen yıl 3 bin 21 sivilin öldüğü Afganistan’a neden gitmek ister? Couchsurferlar ülkenin Hindukuş Dağları Band-e Amir Gölü gibi doğal güzelliklerini ve yıkılmış Buda heykellerinin kalıntılarını görmek istiyor. Haberlerde duyduklarını kendi gözleriyle görmek veya cesaretini sınamak isteyenler de var. “Taliban niye benim için bir kurşun harcasın ki?” diye düşünen Couchsurferlar kaçırılmaktan veya serseri kurşuna kurban gitmekten korkmuyor.
Başkanla yemek
ABD’de seçim zamanı yaklaştıkça başkan adayları da kampanyaları için fon toplama çalışmalarını hızlandırdı. Bu kapsamda Başkan Barack Obama da Hollywood’daki popülerliğinden faydalanıyor! Geçen ay oyuncu George Clooney, Obama’ya destek için Los Angeles’da özel bir akşam yemeği düzenlemişti. Başkan’ı görmek isteyen 150 davetli, kişi başı 40’ar bin dolar ödemişti. Ayrıca yapılan bir çekilişle en az 3 dolar bağışlayan iki kişi de yemeğe katılma hakkı kazanmıştı. Bu hafta davet sırası ‘Sex and the City’ dizisinin yıldızı Sarah Jessica Parker’da... Oyuncu, haftaya New York’taki evinde bir yemek veriyor. Sistem aynı; en az 3 dolarlık bağış yapanlar arasında yapılacak çekilişin iki talihlisi yemeğe katılabilecek. Başkan Obama’yla aynı masaya oturacak diğer isimlerin ne kadar ödeyeceğiyse şu an için bilinmiyor...
FETİŞ
Babalara özel!
İmece usülü girişimciler modelinin fikir babası Perry Chen. Müziğe meraklı Chen bir konser organize etmeye çalışırken canına tak etti: “Bütçe toplamak bu kadar zor olmamalı!” diyerek internet üzerinden destek aramaya başladı ve ortaya, ‘kalabalıklardan para toplama’ olarak Türkçe’ye çevirebileceğimiz crowd-sourcing modeli çıktı. Chen, yanına Charles Adler ve Yancey Syrickler’i de alarak 2009’da İngilizce ‘marşa bastıran’ anlamına gelen ‘Kicstarter’ adlı siteyi kurdu.
HAYIR İŞİ YASAK
Sitenin amacı genç sanatçı, müzisyen, mucit ve girişimcilerin projelerini gerçekleştirmelerini sağlamak. Sistem şöyle çalışıyor: Yapmak istediğinizi kısa bir videoyla anlatıp kickstarter.com’a gönderiyorsunuz. Proje içerikleriyle ilgili bir sınır yok. İcat ettiğiniz bir cihazın üretimi için de, açmak istediğiniz bir sergi için de para toplayabiliyorsunuz. Gereken para miktarını ve zaman hedefinizi belirliyorsunuz. Destekçilerinize cazip ödüller teklif ediyorsunuz. Örneğin fotoğraf sergisi açmak istiyorsanız; 10 liralık destek karşılığında sergiye indirimli giriş, 20 liralık destek karşılığında imzalı fotoğraf sahibi olabilme imkanı tanıyorsunuz. Projelerin içeriğiyle ilgili tek şart; sosyal projeler yararına veya bağış amaçlı olmaması. Elde edilen geliri kendi yararınıza kullanmalısınız!
YATIRIMCIYA ZIRNIK YOK
Belirlenen zaman içinde hedeflediğiniz desteğe ulaşırsanız Kickstarter, elde edilen paradan yüzde 5 komisyon aldıktan sonra kalanı size veriyor; ödüller de destekçilere dağıtılıyor. İstenilen miktara ulaşılamazsa hiçbir kesinti olmadan paralar destekçilere iade ediliyor.
Kickstarter sayesinde küçük girişimciler iyi fikirlerini, büyük yatırımcılara hisse vermek zorunda kalmadan gerçekleştirebiliyor. Kickstarter destekli filmler festivallere katılıyor, restoranlar açılıyor, sanat eserleri ünlü bienallerde sergileniyor. Bugüne kadar finansman arayan 50 bin projenin neredeyse yarısı başarılı oldu. Toplamda 200 milyon dolardan fazla para toplandı.
İKİ SAATTE FONLANDILAR
Kickstarter’ın en büyük kazananlarından biri mühendis Eric Migicovksy. Migicovksy, akıllı telefonundaki bilgi ve uygulamaları kol saatinde görebileceği Pebble adlı bir ürün yarattı. Finansman isteyeceği yatırımcılardan randevu alamayınca projesini Kickstarter’a koydu. Amacı, bir Pebble karşılığında herkesten 99 dolar alarak 100 bin dolara ulaşmaktı. Ürün öyle ilgi gördü ki hedeflenen miktar iki saat içinde toplandı. Haftaya cuma bitecek teklif için şu an 63 bin 979 kişinin desteğiyle 10 milyon dolara yakın gelir toplandı. Üstelik iş büyüdü, imkânlar arttı; 10 bin dolar destek karşılığında Pebble’ın distribütörü bile olabiliyorsunuz!
Saat 09.30’da bir ‘basın kahvaltısı’ için Le Meridien Oteli’ndeyim. Ancak giriş katında hiç de otel lobisine benzemeyen bir ortam var. Daha ziyade şık bir gece kulübünün girişine benziyor. Kırmızı şık bir kapı, kordonlar, kapıda görevliler, etrafta içeri girmeyi bekleyen kalabalık... En çok kahveye ihtiyacım olan saatte neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorum. Kapısında ‘adamlar’ bekleyen gece kulüplerinden hiç hoşlanmadığım için tedirginlikle etrafta bakınırken görevli hostes “Haydi içeri” diye beni davet ediyor.
ÜÇ KAHVE GÜCÜNDE ORTAM
Gündüz kıyafetlerimle butik bir diskonun içindeyim! Karanlık ortam, yanıp sönen ışıklar, yüksek müzikle parti kıyafetleriyle dans eden kızlar-erkekler... Hızlı tempoyla aniden silkindim. Sabah sabah içinde olmayı hiç beklemediğim bu ortamı bir süre kenardan izledim. “Gece dans ederken biz de böyle görünüyoruz demek, hiç fena değil!” diye düşünüp eğlenceyi kıskandım. Tam içimdeki dans etme isteğine daha fazla karşı koyamaz hale gelmiştim ki bir anda herkes dondu. Işıklar kapandı, müzik durdu. Kibarca bizi mini diskodan dışarı çıkarıp gerçek hayatın devam ettiği lobiye aldılar... Üç dakika süren performans bende üç bardak kahve etkisi yarattı. “Evet, haydi gün başlasın!” diye hayata döndüm!
KEPÇE KULAĞA SANATÇI ELİ
Bu ilginç deneyimin vesilesi, Le Méridien ve illycaffè’nin ortaklığında, Yasemin Baydar ve Birol Demir’den oluşan :mentalKLİNİK’in tasarladığı ‘Sanat Koleksiyonu Fincanı’nın tanıtımıydı. Ünlü İtalyan espresso markası illy’nin kepçe kulaklı sempatik fincanlarını bilirsiniz... Marka, 1992’den beri çağdaş sanatçılarla işbirliği yaparak bu fincanlara tasarım eli değdiriyor. Bugüne kadar işbirliği yapılan sanatçılar arasında Pedro Almadovar, Anish Kapoor, Michelangelo Pistoletto and Marina Abramovic, Jeff Koons ve Bob Rauschenberg, James Rosenquist ve Julian Schnabel var. 60’ı aşkın işbirliği sonucunda imzalı ve sınırlı sayıda üretlien ürünler dünya çapında satışa çıkıyor ancak fincanlar tükendikten sonra bir daha üretilmiyor.
PARLAK, İHTİŞAMLI VE OYUNCU
Ve illy, ilk defa bu yıl Türk sanatçılarla çalıştı. :mentalKLİNİK’in tasarladığı fincanlar, sanatçıların tüketim ve üretim alışkanlıklarına odaklanıyor. Zarif fincanlarda estetik anlayışlarındaki minimalistliği hemen fark ediyorsunuz. Beyaz porselen fincan ve tabağı, ışık ve kırılmanın etkisiyle farklı desenlerin de ortaya çıktığı son derece sade geometrik şekillerden oluşuyor. Ancak parlak ve yaldızlı rengi da hareket katıyor. Yasemin Baydar, bardakları kısaca “Parlak, ihtişamlı ve oyuncu” diye tanımlıyor.
Hayatımda gittiğim üçüncü maçtı. İlki uzun zaman önce Ankara’da bir Galatasaray-Gençlerbirliği karşılaşmasıydı. Sakin başladı, sakin bitti. İkincisi, üç yıl önce İnönü Stadyumu’nda oynanan Beşiktaş-Galatasaray maçıydı. Tribündeki ortam beni yepyeni bir dünyayla tanıştırmıştı; taraftar ruhu, heyecan, sevinç ve küfür... Maç berabere sonlanmıştı diye hatırlıyorum. Stattan iyi hislerle ayrılıp hayatıma yine maça gitmek için özel bir isteğim olmadan mutlu bir insan olarak devam ediyordum ki...
FELAKET FİLMİ SAHNESİ
Geçen haftaki derbi öncesi, Hürriyet Dünyası için Kadıköy’deki havayı anlatmak üzere kendimi Şükrü Saracoğlu Stadı’nın önünde buldum. Etraftan gelen, “Bu herhangi bir maç değil, yüzyılın maçı!” yorumlarıyla havaya da girdim. Spor muhabirleri İsmail Er ve Ahmet Ercanlar’la taraftarın arasına karıştık. Heyecana ortak oldum. O kadar ortak oldum ki, maçın başlamasına iki saat kala gerçekleşen ilk olayları heyecanlı taraftarların coşkusu zannettim. “Neler oluyor, orada bir hareketlenme var!” diye bakınırken beni Şeref Tribünü Locaları’nın girişine soktular. İçeri girdikten iki dakika sonra ortalık savaş alanına döndü. Taş ve şişeler havada uçuştu. Havayı biber gazı kapladı. Genç taraftarlarla çoğunluğu yine genç olan polisler çarpıştı; ortalık fena gerildi. Gördüğüm manzara bir felaket filmiydi; uçan şişeler ve biber gazından kurtulmak için kapalı alana sığınmaya çalışan çocuklu aileler kepenkleri kapanan VIP girişinin kapılarını zorluyordu...
ETRAF MAÇTAN HEYECANLIYDI
Şiddet dalgası başladığı gibi ansızın sona erdi. Kızgın kalabalık etrafı yerle bir etmiş olarak dağıldı. Ancak bu sefer maç başladı ve başka bir şiddete maruz kaldık; psikolojik! Gerginlik zaten had safhada. Benim ilgim maçtan ziyade etrafta olduğundan 90 dakika şunları izledim: Bulunduğum basın tribününün dört yanında en az sekiz kavga, hakeme kızıp kendini tribünlerden aşağı atmak isteyen arkadaşlarını zorlukla zapteden bir grup, meşalelerden çıkan bir yangın ve durmaksızın değil ama sıklıkla küfürlü tezahürat...
Maç ortamlarının yabancısı olduğumdan bunlar belki olağan sahnelerdir. Ancak maç sonucunda sahada çıkan meydan savaşı ve basın odasına sığınan gaz mağdurları karşısında şoke oldum. Orada uzun süre mahsur kaldığımızdan balkondan stat dışındaki olayları da canlı izledim: Stat önündeki polis ordusuna karşı mevzilenmiş kızgın taraftarlar... Bir taraf yanan meşaleler atıp insanları yakıyor; diğeri yoldan sadece geçmekte olanlar dahil herkesi boğan biber gazını fışkırtıyor... Kendimi Suriye muhabiri gibi hissettim; “Vay, ne maceraydı!” diye eve döndüm.
ÇİZGİ FİLM TERAPİSİ
Fakat tanıklık ettiklerimden sonra bir nevi derbi sonrası stres bozukluğu yaşıyorum; bir haftadır hayattan soğudum. Tedirgin bir ruh hali içindeyim. Haberlerden uzak durmak, eve kapanıp saatlerce çizgi film seyretmek istiyorum. Ben çok geçmeden normale dönerim ama merak ediyorum; böyle bir ‘maç’ deneyimi yaşamış, genç yaşta biber gazını deneyimlemiş çocuklar acaba ne hissediyor? Evet, televizyonlarda şiddet var; vurdulu kırdılı filmleri izliyorlar. Ama ailece maç seyretmeye gelip bir nevi iç savaşa bizzat tanıklık ettikten sonra psikolojileri ne durumda?
Televizyon ekranı eşcinsel hakları devriminin en geç gerçekleştiği mecra. Biz ne yazık ki o aşamaya hâlâ çok uzağız ama ABD şu aralar bu konuda altın çağını yaşıyor. Amerikalı izleyiciler, televizyon ekranlarında eşcinselleri önce yalnızca hikâyeye ‘komiklik katan figür’ olarak gördüler. O halleriyle fazla karışıklık yaratmadılar. 1990’ların ortalarındaysa ekrandaki eşcinseller tartışma konusu oldu. Meşhur televizyon yıldızı Ellen DeGeneres, 1997’de cinsel kimliğini açıkladığında kriz olmuş; 1998’den 2006’ya kadar yayınlanan Will & Grace dizisiyse izleyenleri eşcinselliğe özendirdiği gerekçesiyle çok eleştirilmişti.
STEREOTİPLER YIKILDI
O günler artık çok gerilerde kaldı... Bu sezon, Glee dizisinde (Bizde çok da uzun ömürlü olmayan MUCK dizisinin ilham kaynağıydı) transeksüel bir karakter yer alacak. Türkiye’de de gösterilen ve tabii ‘Doktorlar’ adlı yerel versiyonu da bulunan Grey’s Anatomy’nin lezbiyen doktorları Arizona ve Callie geçen yıl evlendi. Bu sezon evlilik hayatına adapte olmalarını izliyoruz. Geçen sonbaharda ikinci Emmy ödülünü alan Modern Family’deki gay çift Cameron ve Mitchell ikinci çocuklarını evlat edinmek için uğraşıyor. Happy Ending adlı diziyse ‘efemine, sürekli güzellik ve bakımdan bahseden, ilişkileri en fazla bir gece süren’ eşcinsel stereotipini yıkan karakteriyle beğeni topluyor. Gelen şikayetlerse yok denecek kadar az.
MUHAFAZAKÂR HAYRAN
Yapımcılar dizilerdeki eşcinsel karakterlerin çok sevildiği ve daha fazlalarının olması için baskı olduğunu belirtiyor. ABD’nin muhafazakâr başkan adayı Mitt Romney’nin bile Modern Family hayranı olduğu biliniyor. ABD Başkan Yardımcısı Demokrat partili Joseph R. Biden’ın eşcinsel evliliğini desteklediğini açıklamasından sonra alevlenen tartışmalar çerçevesinde de dizilerin etkisi çok konuşuldu. Biden, dizilerdeki eşcinsel karakterlerin, izleyicilerin gay, lezbiyen ve transeksüellerle ilgili önyargıların kırılmasında oynadığı büyük rolü, “1998’den 2006’ya kadar yayınlanan Will & Grace, Amerikan toplumunu herkesten daha fazla eğitti” diye ifade ediyor. Biliyorsunuz son olarak Başkan Obama da eşcinsel evlilikten yana tavır koydu.
FETİŞ
Kanallar arasında kaybolmadan,“Hangi kumada nerede?” derdine son.