Zeynep Bilgehan

Adını tuvaletime yaz

10 Mart 2012
Haftanın çok konuşulan olaylarından biri Atlantic Records’un kurucusu Ahmet Ertegün’ün eşi Mica Hanım’ın Oxford Üniversitesi’ne yaptığı rekor bağıştı.

41 milyon dolarlık bağışla ‘Ertegün Beşeri Bilimler Lisansüstü Eğitim Burs Programı’ başlatılacak. Amerika’da bir yerlere isim bağışlamak son yılların en popüler trendlerinden. Üstelik milyonlarınız yoksa birkaç bin dolara okul tuvaletine de isminizi verebilirsiniz

Dövüş Kulübü filminde Edward Norton’un karakteri kendi kendine düşünürdü: “Uzay araştırmaları hızlandığında herşeyin adını şirketler koyacak. IBM Yıldız Topluluğu, Microsoft Galaksisi, Starbucks Gezegeni...” Henüz o noktaya gelmedik neyse ki ama yakın gelecekte herşey birinin adını taşır hale gelebilir! Bir yere isim vermek sosyete okullarında tarihi 100 yıl öncesine giden ve fazlasıyla dillendirilmeyen bir gelenekti. Şimdiyse zenginler arasında bir kurum veya kuruluşa vermek tam bir trende dönüştü. Bu kurum ve kuruluşların başında müze ve üniversiteler geliyor. Zenginler saygın yerlere isimlerini vererek hem paralarıyla övünüyor hem de “Bakın benim için eğitim önemli” veya “Ben çağdaş sanat severim” diye zevk ve ilgi alanlarını gösterme imkanına sahip oluyor. Bir yere isim verme trendinin en bilinen öncüleri başkalarına iyilik yaparak kendilerine de iyilik yapabileceklerini anlayan Amerikalı zenginler John D. Rockefeller ve Andrew Carnegie’dı. Şimdi onların açtığı yoldan yeni kuşak zenginler isimlerini bir yerlere vermek için birbirleriyle yarışıyor.

TIP FAKÜLTELERİ FAVORİ

Kurumlar da bu trendin farkında tabii... Fiyatlarda inanılmaz bir artış var. Örneğin New York’taki meşhur Metropolitan Müzesi’nin bağışçısı olma fiyatı 1967’de 50 bin dolarla 100 bin dolar arasında değişirken şimdilerde müzenin girişindeki Büyük Salon’da isminizi ‘resmi müze dostu’ olarak görmek için en az 2 buçuk milyon dolar vermeniz gerek. “İsmim olsun da nerede olursa olsun” diyenler için alternatif çok: 10 bin dolara sanat eserlerinin altındaki küçük plakalara, 50 bin dolara galerinin içindeki banklara isim yazdırılabiliyor. Fiyatlar, adınızı yazdırdığınız kurumun prestijine göre de artıyor. Üniversitelerin Tıp Fakülteleri en fazla talep gören, en pahalı yerler. Mesela Massachuttes Teknoloji Enstitüsü Üniversitesi’nin Beyin Araştırmaları, 350 milyon dolar karşılığında Patrick ve Lore Harp McGovern çiftinin, UCLA’in Tıp Fakültesi’yse 200 milyon dolar karşılığında David Geffen’in adını taşıyor. Tıptan sonra en çok isim verilmek istenen bölüm İşletme. Fiyatlar daha ucuz: Stanford İşletme Yükseklisans Fakültesi’nin adı 105 milyon dolara Nike’ın kurucusu Phil Knight’a satıldı. Carnegie Mellon’un İşletme Fakültesi’ne 50 milyon dolar karşılığında Tepper ismi, Teksas Üniversitesi’nin İşletme Bölümü’ne de 50 milyon dolara San Antonio’lu bir araba satıcısı olan McCombs’un adı verildi.

KÜTÜPHANE YAPTIRMAK OUT

Yaşanan ekonomik sıkıntılar ve kemer sıkma politikaları da kurumları değişik açılımlar yapmaya zorluyor. İsim verilebilecek fakülte veya galerilerin sayısı sınırlı olduğundan kurumlar yaratıcılıklarını da artırdı. New York’taki The New Museum of Contemporary Art (Yeni Çağdaş Sanat Müzesi), geçen yıl 50 milyon dolarlık yatırım ihtiyacını karşılamak için 100 bin dolar karşılığında 83 yaşındaki emekli iş adamı Jerome L. Stern ve eşi Ellen’in isimlerini müzenin dört tuvaletinin kapısına yazdırdı. Devletten aldıkları yardımlar yüzde 8 oranında azalan üniversitelerde de bağışçıların artık isimlerini bir kapı üzerinde yazdırabilmek için kocaman kütüphane veya bina yaptırmalarına gerek yok. Üniversiteler en cüzi yardımlar için “Yok artık” denecek şeyleri kabul eder hale geldi. Örnek; 1971 mezunlarından William Falik, 100 bin dolar karşılığında Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki bir tuvalete ‘Falik Erkekler Tuvaleti’ yazdırdı.

BEŞ HANELİ BİR SAYI

Harvard tuvaletlerine para karşılığı isim yazdıran tek üniversite değil. Michael Zinman, ‘beş haneli bir sayı’ kadar doları bastırarak Pennsylvania Üniversitesi’nin tuvaletine ‘Şu an yaşadığınız rahatlama Michael Zinman’ın cömert bağışı sayesinde mümkün oldu’ yazısı astırdı. Utah’taki Dixie Devlet Üniversitesi o kadar ileri gitmedi. Yalnızca tuvaletlerdeki bölmeleri satışa çıkardı. “Duvara gizlice ‘Ben buradaydım’ yazmak yetmez, bölmenin kapısında kapı gibi ismim olsun!” diyenlerin dileği 2 bin dolara yerine geliyor. Boulder’deki Colorado Üniversitesi’nin Fen Fakültesi’ndeki bir tuvalete de 25 bin dolar karşılığında Brad Feld’in ismi verildi. Okulun direktörü olayı, “Elbette oturup, ‘Haydi para karşılığında tuvaletlere isim satalım!’ demedik... Ama programlarımızı finanse etmek adına bunu yapmaktan da utanmıyoruz” diye açıkladı.

Yazının Devamını Oku

İstancool’da sanat rotası

3 Mart 2012
New York Times’ta altı sayfa yer bulunca trendy’liği tescillenmiş oldu İstanbul’un. Haber, bizde “Yazıyor, İstanbul’da sanat patlaması yaşandığı yazıyor!” diye müjdelendi. Son zamanlarda konuştuğum tüm yabancılar da hep İstanbul’da sanatı soruyor. Hal böyle olunca sanat rehberimde öne çıkanlardan bir rota çizdim.

İlk durağım, tüm yabancı şehir rehberlerinde ‘mutlaka görülmeli’ listesindeki Karaköy’deki İstanbul Modern oldu. Bence de, İstanbul Modern sanat konusunda ‘abi’ konumunda. Sürekli sergisini defalarca gezmeme rağmen asla sıkmıyor. Yabancı gezgin sayısı her zaman en az yerliler kadar. Süreli sergilerinde de beni hayal kırıklığına uğratan hiç olmadı. Ancak sanırım İstanbul Modern’i vazgeçilmez yapan biraz da yeri ve manzaralı restoranı. Yanımda oturan Portekizli çifte fikirlerini sordum; “Hayır, İstanbul’da sanatı abartmıyorlar. Bizde bunun kadar güzel yer yok, bayıldık, bayıldık.” dediler.

VAN GOGH’UN GERÇEĞİNİ İSTERİZ

Ardından, bu ara çok konuşulan Antrepo 3’teki Van Gogh Alive’a gittim. Bilet sırası dış kapıya kadar uzanıyordu. Ama kimse halinden şikayetçi değildi. Sabırla bekleyen izleyici bence sanat ve sanatseverde olgunluğun göstergesi... ‘Van Gogh görme’ heveslileri biraz hayal kırıklığına uğrayabilir. Zira, tanıtımlarda da vaat edildiği gibi Van Gogh’u yalnızca görüntü ve müzikle yaşıyorsunuz. Havaya girip kendinizi bıraktıktan sonra hakikaten tablonun içinde gibi izliyorsunuz; karşıda kır görüntülerine bakarken, arkanızdaki ekranda bir yeldeğirmeni beliriyor. Kalabalığa rağmen kimse kimseyi rahatsız etmiyor; herkes kendi deneyimini yaşıyor. Keşke Van Gogh’un görüntüsüyle yetinmek yerine gerçeğini de görebilseydik diye hayıflanarak ayrıldım.
Teselli bulmak için Tophane-i Amire’deki Salvador Dali’ye gittim. Sergi üç bölümden oluşuyordu: ‘İlahi Komedya’ ve ‘Gala İle Akşam Yemeği’ bölümlerinde “İşte, görüntü değil gerçek!” dedim. Ancak eserlerin çoğunluğunun bulunduğu ‘Sürrealizmin İzleri’ kısmı baştan savma geldi. Etraftakilerin konuşmalarına kulak misafiri oldum; aynı dertten çok kişi mustaripti; eserlerin sunumu özensizdi. Zayıf ışıklandırmayla beraber hiçbir eserde hangi yılda yapıldığı veya ne olduğu yazmıyordu. Ama nihayetinde Tophane-i Amire o kadar güzel ki... Asıl mekanın kendisi izlenecek sanat. 

SALT GALATA DİYARINDAN 

Oradan New York Times’ta bolca bahsi geçen Salt Galata’nın yolunu tuttum. Suzy Hansen, yazısında mekanın ihtişamından bahsediyor. Katılıyorum. Hatta mekan fazlaca ‘fazla’. Üst kattaki süreli sergileri gezmeye çalışırken bina sizi resmen yutuyor. Alis’in Harikalar Diyarı gibi sürekli karşınıza ne olduğunu bilmediğiniz kapılar çıkıyor. O da eğlenceli tabii ama sanat görmek için Salt’ın Beyoğlu’ndaki yerine gitmeli. Bu anlamda mimarisi daha uygun. SALT Galata’yla ilgili beni en şaşırtan, -1. kattaki Osmanlı Bankası Müzesi Kalıcı Koleksiyonu. Tanıtım anlamında biraz üvey evlat muamelesi yapılmış sanırım. Halbuki çok ilgi çekiciydi. Sürpriz merdivenler, kasa daireleri ve gizli bölmelerle Harry Potter filmlerindeki Gringotts Büyücü Bankası’da gibi hissediyorsunuz!
Ve son olarak Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki Rembrandt ve Çağdaşları Sergisi... İtiraf edeyim ki, hafif bir önyargıyla gittim. İçeri adım attığım anda utandım. Rembrandt ve çağdaşları zaten zamanında harikalar yaratmışlar. Eserlerin hepsi birbirinden muhteşem. Ama Sabancı Müzesi, sağolsun en güzellerini getirmekle kalmamış, bir de o kadar güzel sergilemiş ki... Eserlerdeki her şey fotoğraf bile değil, canlı gibiydi. Işıklandırma, eserlerin yerleşimi ve hakkındaki bilgiler dört dörtlüktü. 79 tablonun hepsini heyecanla inceledim. İçerideki kalabalığın dörtte birinin yabancı olduğunu da belirteyim. Sergiden, “Keşke bunun gibi niceleri olsa... Yaşasın İstanbul’da sanat!” diye çıktım.

Yazının Devamını Oku

Zorla sosyallik olmaz

25 Şubat 2012
Akşam partiye gitmek yerine evde kitap okumayı tercih edersiniz ve arkadaşlarınıza bunun sebebini bir türlü anlatamazsınız! “Morali bozuk olsa gerek yoksa niye sosyalleşmek istemesin ki?” gibi teşhisler konur. Oysa tek neden, alternatif planın daha cazip gelmesidir. İçedönüklük nihayet anormal bir olgu olarak görülmekten kurtuluyor.

Şu ara her yerde Amerikalı yazar Susan Cain’in ‘Sessizlik: Hiç Durmadan Konuşulan Dünyada İçedönük Kişilerin Gücü’ kitabı konuşuluyor. Geçen hafta Hürriyet Cumartesi Gazetesi’nde de haber olan kitapta içedönüklüğün utangaçlık gibi bir kişilik zayıflığı olmadığı ve bir tercih olduğu vurgulanıyor. İçedönükler, kalabalık yerine sessiz ortamlarda eğleniyor. Gürültülü ve çok konuşan insanlardan rahatsız oluyor. Grup çalışmalarındansa işlerini tek başlarına hallediyorlar. Önyargıların aksine daha hızlı konsantre olabildiklerinden yaratıcılar. Yalnızlık onlar için üzülünecek bir şey değil.
Kitap sayesinde içedönüklük ilk defa Time’dan Forbes’a, Marie-Claire’den Psychology Today’e kadar popüler dergilerde bir problem değil, olgu olarak yer buldu. Artık ‘İçedönükler birleşin’, ‘İçedönüklüğün faydaları - dışa dönüklük neden abartılıyor’ gibi başlıklarla haberler çıkıyor. Yazarlar etraftaki sosyalleşme baskısının, hatta sosyalliğin kendinin bile bu zamana kadar tek doğru yaşama şekli olmasını eleştiriyor.
İçedönüklük bu tartışmalar arasında kıymete de bindi. İçe dönükler rahat bir nefes aldı; “Zorla sosyalleşme olmaz! Evet biz içedönüğüz ve gayet memnunuz!” diyerek sosyallik baskısına isyan bayrağı açtılar.
Peki içedönüklüğün yükselen trend olması ne sonuçlar doğuracak? Bir partiye gitmek yerine evde kitap okumayı tercih eden insanlara artık “Zavallı, asosyal galiba” diye bakılmayacak. Tam tersi, kitabı insana tercih etmek havalı bir hareket olarak görülecek. Kafe veya barlarda tek başına yemek yiyenleri, sinemada yalnız oturanları daha sık göreceğiz. Toplum onları kabullenecek. “Hiç arkadaşı yok herhalde” diye acıyan gözlerle bakılmayacak. Mekânlar ‘yalnız-canlısı’ olduklarını göstermek için tek kişilik masaları en arkalar yerine önlere yerleştirecek. Yüzlerce tanıdık, çok sayıda arkadaş sahibi olmak ‘işin doğrusu’ olmaktan çıkacak. Sadece iki arkadaşınızın olması sizi daha seçici gösterecek. Woody Allen filmlerinde içedönük olduklarından ‘egzantrik’ diye tanımlanan baş karakterleri daha popüler Hollywood yapımlarında da göreceğiz. Kim bilir, belki de Türkiye’nin en meşhur içedönüğü Orhan Pamuk artık rol model olacak.

MEŞHUR İÇEDÖNÜKLER

Greta Garbo, Meryl Streep, Kristen Stewart, Julia Roberts, Gwyneth Paltrow, Bill Gates, Google CEO’su Larry Page, Mark Zuckerberg, Adele, Christina Aguilera, Barack Obama, Al Gore, Mahatma Gandi, Charles Darwin, Albert Einstein, JK. Rowling, Steven Spielberg, Woody Allen.

DÖRT TÜRÜ VAR

GİZEMLİ İÇEDÖNÜK:

Yazının Devamını Oku

Marşmallov’un geri dönüşü

18 Şubat 2012
2008 kurabiyelerin, 2009 tartların, 2010 cupcake’lerin yılıydı. 2011’de tam bir makaron çılgınlığı yaşandı. Türkiye de bundan nasibini aldı. Bu yılsa unutulmaya yüz tutmuş bir Amerikan tatlısı muhteşem bir geri dönüş yapıyor: Marşmallov

Fimlerde gözünüze çarpmıştır, Amerikalı kampçıların favori tatlısı... Bir şiş üstünde kamp ateşinde kızarttıkları süngerimsi beyaz şey vardır ya, işte ta kendisi! Marşmallovlar, bizde genelde tek olarak tüketilmez; Halley ve Puf bisküvilerinin içinde rastlarsınız. Ağızda eriyen, hafif tatlı bu yumuşak şey; şeker ve jelatinden yapılır. İki çeşidi yaygın: Vanilya ve çilek. Sağlık açışısından sicili pek parlak değil. Dört küçük parçası 100 kalori olmasına rağmen besleyici değerleri neredeyse sıfır.
Ancak marşmallovlar, 2012’de hayatımıza bir kamp tatlısından çok daha havalı şekilde, gurme ve artizan kimlikleriyle giriyor! Eskiden marketlerde paket içinde bile çok az çeşidini bulabildiğiniz marşmallovlar New York’daki kafe ve pastanelerdeki yeni ‘tatlı trendi’. Gurme marşmallovların naneden vişneye, çikolata kaplıdan ballıya, tarçından espresso ve mangoya kadar aklınıza gelen her çeşidi mevcut. Tabii sınıf atlayan marşmallovların fiyatları da değişti. Markette 200 gramını 1 dolara alabileceğiniz marşmallovların dört adedi New York’taki pastanelerde 6.25 dolara satılıyor.
New York’daki Epiceri Bouludi, Baked, Robicelli, Tazza ve Three Tarts Bakery gurme marşmallov modasının öncülerinden. Ama trend, ülkenin geri kalanında da hızla yaygınlaşıyor. Chicago’daki mekanlar marşmallovu tatlı kategorisinden çıkarıp garnitür olarak kullanmaya başladı bile. Girl and Goat adlı restoranda etinize fois-gras’lı (kaz ciğeri), Longman& Eagle restoranındaysa turplu marşmallov eşlik ediyor. Yemek programlarında şampanyalı marşmallov tarifleri veriliyor.
Makaronlardan artık fenalık gelmiş bir marşmallov sevdalısı olarak bu trendin bizde de yaygınlaşmasını diliyorum...

Dolgun kadın ambargosu kalktı

Hazır tatlılardan bahsediyorken... Geçen haftaki Grammy Ödül Töreni’ne damgasını vuran İngiliz şarkıcı Adele, Karl Lagerfeld’le girdiği ‘şişmanlık’ polemiğiyle şov dünyasındaki görünüm tartışmasını da başka bir boyuta taşıdı. Hatırlayalım: Chanel’in efsane tasarımcısı Lagerfeld, Adele için “Biraz şişman ama yüzü güzel ve sesi de harika” demişti. Adele de ülkesindeki kadınların çoğunluğunu temsil ettiğini belirterek “Dergi kapaklarındaki mankenlere benzemek gibi bir isteğim yok” diye karşılık vermişti. Lagerfeld geri adım atıp yanlış anlaşıldığını söyledi. Ama ondan ziyade, “Kimse balıketi kadın sevmez” lafı hala akıllarda olan Lagerfeld’ın dolgun kadının yükselişi konusunda demode kaldığı ortaya çıktı. 0 beden ünlülere karşı kampanyalar daha önce de yapılmıştı ama bu durum podyumlardaki birkaç göstermelik ‘dolgun model’den ileri gitmemişti. Ancak bu ay Amerikan Vogue’un kapağını (biraz rötuşla da olsa) süsleyen Adele’le, balıketi kadınlara uygulanan ambargo resmi olarak sona erdi.
Magazin dergilerinin ‘En Muhteşemler’ listelerinde görmeye alışık olduğumuz ‘Paris Hilton tipi’ ünlülerin yerinde yeller esiyor... Nereye baksanız dolgun hatlı kadınlar görüyorsunuz; country divası Miranda Lambert, ‘En İyi Country Albüm’ ödülünü kazanan Lady Antebellum grubunun solisti Hillary Scott, Jennifer Hudson, Christina Aguilera... Sports Illustrated’in ‘Bikini Özel Sayı’sının kapağında geçen aylarda şişman diye eleştirilen Kate Upton var. Amerikan TLC kanalında ‘Big Sexy’ adlı yeni bir reality şov başlıyor. Büyük-beden beş New Yorker kadının maceralarını anlatan şovun amacı moda dünyasındaki stereotipleri kırıp, izleyenleri ‘gerçek kadın’la tanıştırmak. Herkesin ayılıp bayıldığı Beyonce, Rihanna veya Mariah Carey deseniz, bizde kilolu bulunan Hadise’nin iki katı cüsseye sahipler...

FETİŞ

Yazının Devamını Oku

Ve Nişantaşılı protestocuyla tanıştı

11 Şubat 2012
Teşvikiye Meydanı’ndaki Suriye Konsolosluğu, geçen hafta ilginç bir karşılaşmaya vesile oldu: Nişantaşılıyla protestocu! Temkinli Nişantaşılı eyleme fazla yüz vermedi. Rutin pazarını yaşamak için grubun dağılmasını bekledi. Oysa ‘protestocu’ yılın en havalı karakterlerinden

Geçen hafta boyunca yağan kardan sonra pazar günü nihayet havalar biraz ısındı, güneş açtı. Evlerine kapanmak zorunda kalan Nişantaşılılar kendilerini en ‘şık görünümlü salaş’ kıyafetleri, Ray-ban’leri, gazete ve köpekleriyle kafelere atmaya hazırlanıyordu ki... O da ne! Sabah saatlerinden itibaren meydanda bir hareketlilik vardı. Teşvikiye Meydanı’ndaki Suriye Konsolosluğu’nun önü tipik pazar günü Nişantaşı kalabalığından biraz daha farklı bir kitleyle doldu. 13.00 gibi çeşitli İslami kuruluşların da desteklediği Beşar Esad karşıtı eylem başladı. Bir buçuk saatlik eylemde protestocular Türkçe ve Arapça sloganlar attı, türküler söyledi, meydandan tekbir sesleri yükseldi. Eyleme yaklaşık 300 kişi katıldı.

KORKULACAK BİR ŞEY YOK

 Bu süre boyunca, herhangi bir güneşli pazar sabahında Nişantaşı kafelerine akın edenler, ara sokaklara sığındı. Alışverişten dönen bölge ahalisi, meydanı tedirgince geçti. İlgilenmiyormuş görünenler de, göz ucuyla bakanlar da yolun kenarından temkinli temkinli yürüdü... Ne zaman ki eylem bitti, meydan normal rutinine döndü. Nişantaşılı rahat bir nefes aldı. 

Oysa korkacak bir şey yok! Time dergisinin ‘2011 Yılın İnsanı’ seçtiği ‘protestocu’, bu yıl da popülerliğini korumaya devam ediyor.
İlk defa geçen yıl bu zamanlar Tunus, Mısır ve Libya’da otokratik rejimlere karşı mücadele başlatan protestocu ‘Arap Baharı’ terimini hayatımıza soktu. Daha sonra New York’ta modern Çiçek Çocuklar gelir eşitsizliğine karşı Wall Street’i işgal etti. Bu istilaya katılmak, Central Park’ta konsere gitmek kadar ‘in’ bir olay oldu. Öyle ki, protestocular arasında Susan Sarandon, Alec Baldwin ve Anne Hathaway gibi ünlüleri görebiliyordunuz. Tabii eyleme katılan çoğu ünlünün, karşı çıktıkları yüzde 1’lik gelir diliminde olması biraz garip kaçtı. Mesela şarkıcı Kanye West Wall Street’teki protestoya 355 dolarlık Givenchy tişörtü ve altın kolyeleriyle katılmıştı... Ama yine de oradaydı!

Akım, daha sonra New York’u aşıp Avrupa’ya sıçradı. İstilacılar Londra’da ortaya çıktı. St. Paul’s Katedrali’nin dışındaki ‘Londra’yı İşgal Et!’ kampanyası geçen hafta 100. gününü tamamladı. Bu arada işgalciler saha gezilerine çıkmayı da ihmal etmedi. Ocak’ta Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nun yapılacağı toplantı binalarının karşısındaki otoparka yedi iglodan oluşan bir kamp kuruldu. Gönderilen ekip, ‘En zengin yüzde 1’i protesto etti. Üstelik protesto, artık yalnızca işgal edip durmakla kalmıyor. Geçen haftadan beri protestocular, Londra’da çeşitli turlar düzenliyor. Katılımcılar, finansal krizlerin başladığı yer olan Mayfair ve bankalar bölgesinin olduğu Canary Wharf’ta şemsiyeler altında buluşuyor, rehber eşliğinde krizin tarihini dinleyerek geziyor...
Bu arada ‘işgal’ trendinin takipçilerinden bizim Meclis’te de olduğunu belirtmeli. İçtüzük görüşmeleri sırasında Meclis Kürsüsü’nü beş saat boyunca işgal eden CHP’liler... Çok havalısınız!

FETİŞ

Yazının Devamını Oku

Dağlara gel dağlara

4 Şubat 2012
Kar-kış-kıyamet zamanları kayakseverler için yılın en güzel dönemi! Peki bu sezon nereler moda? Yeni kayaklar neler? Kayak ve snowboard’un dışında hangi aktiviteler denenmeli?

Fransa ve İsviçre Alpleri her daim moda. Ama geçen yıl karın az olması ve bu yıl kayağı ‘lüks spor’a dönüştüren fiyatlarıyla kayakçılar yeni kayak merkezlerini keşfetmek için başka dağlara yöneliyor.
Bu sezon, mutlaka denenmesi gereken yerlerin başında Rusya’daki Soçi geliyor. Karadeniz kıyısındaki küçük sayfiye kasabası Soçi, Rus elitlerin gözde yaz tatili durağı olarak biliniyor. Ama tam bir spor meraklısı olan Rusya Başbakanı Vladimir Putin’in özel çabasıyla 2014 Kış Olimpiyatları’nın ev sahibi olmaya hak kazandı. Bu vesileyle Soçi’ye 90 kilometre uzaklıktaki Krasnaya Polyana bölgesine sıfırdan Fransız Alpleri’ni aratmayacak bir kış sporları merkezi kuruldu; Rosa Khutor. Rusların inşa ettiği ama Fransızların işlettiği Rosa Khutor’u geçen hafta gördüm. Hem pistleri hem de kar kalitesiyle gerçekten Fransız Alpleri’nin minyatür ve hesaplı versiyonu. Üstelik Alpler’de zirveden Karadeniz manzarası yok!
Popüleritesi giderek artan bir diğer rota da Doğu Avrupa. Yan komşu Bulgaristan’daki Bankso makul fiyatlarıyla en popüler duraklardan. Bankso’yu Borovets ve Pamporova izliyor. Pistlerin sayısı ve zorluğu, Alpler’deki kayak merkezleriyle kıyaslandığında daha mütevazı. Ancak ‘hesaplı keyif kayağı’ isteyenler için ideal. Romanya’daki Poiana Brasov ve Slovenya’nın Avusturya-İtalya sınırındaki kayak merkezi Bohinj de gözde merkezlerden.

YENİ KAR EĞLENCELERİ

Muhafazakar bir kayakçı olarak snowboard’u kabullenmem bile zaman almıştı... Oysa o daha sadece bir başlangıçmış! Kar eğlencelerine sürekli yenileri ekleniyor...
- Ski-Joring: Su kayağı gibi... Yalnızca su yerine kar üstündesiniz, tekne yerine de sizi bir at çekiyor! Neyse ki atı sizin kontrol etmeniz gerekmiyor. At dışında köpeklerle de yapabiliyorsunuz ama o zaman tüm hakimiyet sizde.
- Para-skiing: Rusya’daki arama kurtarma ekiplerinin arasındaki bir eğlence olarak ortaya çıkan bu yeni spor  Avrupa’daki merkezlere ulaştı. 

Yazının Devamını Oku

Üç de yetmez, beş tane

28 Ocak 2012
Ünlü işletmeci Ayşe Kucuroğlu beşinci çocuğuna hamileymiş... Büyük aileler Hollywood’da da büyük boy güneş gözlükleri ve çantalar kadar popüler. ‘İki çocuk’ normunu kırıp en az üç çocuk sahibi olan ünlülerin sayısı hızla artıyor

Avrupa, kimse çocuk doğurmadığı için geleceğinden endişeli. Ailelere çocuk doğurmaları için teşvik primleri veriliyor. Amerika’da da yüksek eğitimli, çalışan Amerikalı kadınların beşte biri hiç çocuk sahibi olmamayı tercih ediyor. Ancak son yıllarda istatistikler bu oranlarda düşüş olduğunu gösteriyor. 15 yıl önce Amerika’daki ortalama çocuk sayısı ikiyken şimdi eğitimli kadınların sayısıyla birlikte sahip oldukları çocuk sayısı da hızla artıyor. Üç çocuklu ailelerin sayısı yüzde 10’dan 11’e yükseldi.
Gelir seviyesindeki ilerleme bu artışın en büyük nedeni. İyi eğitim sonucunda kadınlar daha iyi para kazanıyor; ikiden fazla çocuğun bakımını ve eğitimini finanse edebiliyorlar. Büyük aileler bunu bir statü sembolü olarak görülüyor: “Elbette ki çocukların hepsi en iyi okullarda okuyacak ve bizim bunu sağlayacak maddi imkanımız var” mesajı veriliyor. Batılı ülkelerde kadınlar üstündeki ‘Ya kariyer ya annelik’ baskısının azalması da çocuk sayısındaki artışı etkiledi. Çalışan kadınlar artık çocukları olursa işlerini kaybedeceğinden korkmuyor. Tabii bu arada erkeğe düşen görevler de arttı. Artık yalnızca eve ekmek getirmek yetmiyor. Erkekler de çocuk bakımında aktif rol oynuyor. Herhalde bunun en güzel örneği sürekli yanında çocuklarıyla fotoğraflanan Brad Pitt...

MUTLULUK FOTOĞRAFI

Gerçi evin içinde durum dışarıdan görüldüğü gibi mi bilmiyoruz. Zira Amerikan medyasında altı çocuklu Brangelina ailesinin hiç göründüğü kadar huzurlu ve mutlu olmadığına dair sık sık haberler yer alıyor. Jolie’nin dışarıda ilgili pozları verirken evde çocukları tümüyle bakıcılara bıraktığı, kardeşlerin kavga ettiği, özellikle Jolie’nin Vietnam’da bir yetimhaneden aldığı Pax’ın diğer kardeşleri ezmeye çalıştığı konuşuluyor.
Peki Türkiye’de durum ne? 2010 TÜİK verilerine göre kadınların ortalama çocuk sayısı iki. Amerika’nın tersine her bin kişilik nüfus başına yıllık doğum sayısı anlamına gelen ‘kaba doğum hızı’, 2006’da binde 19’ken 2010’da doğum kontrolünün, kadınların eğitim seviyesi ve gelirin artmasıyla binde 17’ye geriledi.
Bence büyük aileler konusunda Türkiye’deki trendsetter her fırsatta “En az üç çocuk!” isteğini dile getiren Başbakan Tayyip Erdoğan. Amerika’daki kadınlar gibi iyi eğitim ve gelir, sabit iş imkanı ve destekleyici eş garanti olduktan sonra, neden olmasın?

ÇOK ÇOCUKLULAR KULÜBÜ

* Angelina Jolie-Brad Pitt çifti; üçü evlatlık üçü biyolojik altı çocuk. Jolie yedinciye hamile.

Yazının Devamını Oku

Denizanası hiç bu kadar havalı olmamıştı

21 Ocak 2012
Evcil hayvan denilince aklınıza akvaryum mu geliyor? Madem öyle bari içine havalı bir canlı koyun. Yaşayan sanat eserleri olarak görülen denizanaları, akvaryumların yeni yıldızı.

‘Denizanası’ kesinlikle denizde karşılaşmak isteyeceğiniz bir tür değil... Renksiz, çirkin ve cıvık. Üstelik çarpma tehlikesi var. Peki ya salonunuzun bir köşesinden yarı saydam olarak değil de ışıklar saçarak size baksa?
Renkli LED ışıklarla aydınlatılmış şık bir akvaryumun içinde tutulduğunda, bu canlılar bambaşka bir kimliğe bürünüyor. Hipnotize edici formları ve sakin hareketleriyle denizanaları yaşayan sanat eserleri olarak görülüyor. 
Ancak denizanası beslemek göründüğü kadar kolay değil. Deniz anaları, normal akvaryumların filtrelerine veya pompalarına sıkışabileceğinden, özel bir fanusta tutulmaları gerekiyor. Fanusta denizanasının hassas yapısını bozabilecek taşlar veya bitkiler de olmamalı. Zaten şık ışıklandırmalarla odak noktası yaptığınız denizananası akvaryumlarının asıl güzelliği, bu  minimalist tarzında. Başka tür denizanaları veya balıklara da izin yok. Denizanaları tek tabanca kalmalı. Çünkü diğer türleri de balıkları da yiyor... Günde bir kere beslemeniz yetiyor. Uğraşmak istemeyenler için otomatik besleme sistemi kurdurabiliyorsunuz.
Denizanalarını evde sanat eseri gibi kullanmak için yaklaşık 5 bin doları gözden çıkarmanız lazım. Ama üzülmeyin... Bekar evinize dekorasyon olarak ‘lava lamp’ kullanmaktan sıkılanlar için daha basit ‘masaüstü denizanası akvaryumları’ da var. Girişimci Alex Andon’un yarattığı özel su deposu için jellyfishart.com’dan 350 dolara ön sipariş verebiliyorsunuz.

Herkes Hindistan’da

Hindistan’ı nasıl bilirsiniz? Tac Mahal, baharatlı yemekler, kutsal inekler, Gandhi ve manastırlar değil mi? Ancak bunlarla beraber Hindistan son dönemde edebiyat meraklılarının bir numaralı durağı oldu. Ülkede sayısı hızla artan edebiyat festivalleri için turlar düzenleniyor.
Aralarında en popüleri dün başlayan Jaipur Edebiyat Festivali... Kum rengi binalarından dolayı Pembe Şehir diye anılan Jaipur’daki oteller hınca hınç dolu. Edebiyatın Oscar’ları gibi görünen festivalde ünlü edebiyatçılar gövde gösterisi yapıyor. 2007’de Salman Rüşdi’nin katılımıyla yıldızı parlayan festivalin diğer gurur kaynağı misafirleri arasında Nobelli yazarımız Orhan Pamuk da var. Pamuk, geçen yılki festivale eski kız arkadaşı Hint asıllı Kiran Desai ile katılmıştı. Bu yılın yıldız konuklarıysa Oprah Winfrey ve Richard Dawkins. Festivale 100 bin kişinin katılması bekleniyor. 

Yazının Devamını Oku