Zeynep Bilgehan

Çocukken de yerimde duramazdım

7 Kasım 2021
CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Malatya Milletvekili Veli Ağbaba ile çocukluk ve gençlik günlerine yolculuk yaptık… Bugün TBMM’nin en hareketli isimlerinden olan Ağbaba eskiden de bir türlü yerinde duramazmış. Öyle ki, sürekli kolunu kırdığından köyün kırık çıkıkçısının müdavimi olmuşlar! Ağbaba, “Artık tecrübeli milletvekili oldum ama Genel Kurul’da da halen hiç yerimde duramam, herkese laf atarım” diyor.

Malatya’ya bağlı Yazıhan ilçesinin Karaca Köyü’ndeyiz… Sene 1968. Aylardan, köy takvimine göre ‘koç salımı’ dönemi. Veli Ağbaba, kerpiç bir evin salonunda Hüseyin-Elif Ağbaba çiftinin beşinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba Hüseyin Bey çiftçilikle uğraşıyor; çift sürüyor, koyunları, inekleri var. Aileleri de bir hayli geniş; dayılar, amcalar... Ancak 1970 yılında köyün erkeklerine gurbet yolu görünüyor. Diğerleriyle birlikte Hüseyin Bey de ailesini geride bırakarak ‘gurbete’ gidiyor. Veli Ağbaba, çocukluk günlerini “Babamı çok özlediğimi hatırlıyorum” diye anlatmaya başlıyor: “Yılda bir kez geldiğinde hediyeler getirirdi. Beni en mutlu eden hediye bisikletti. Bizim köye beş kilometre uzaklıkta Kuruçay diye bir yer vardı; günde dört kez gidip gelirdim! Çok yaramaz bir çocuktum. Sürekli kollarım kırılırdı. Köydeki kırık çıkıkçı Ali Dayı bana hemen çubuk yapardı. O yüzden iki kolum da düz değildir!”




ANNEMLE DAMDA UYURDUK
Hasret uzun sürmüyor. Veli Ağbaba, annesi Elif Hanım ile beraber 1973 yılında Almanya’ya gidiyor. Stuttgart’a yakın bir kasabada, bir çiçek üreticisinde işçi olarak çalışan babalarının yanına yerleşiyorlar. Küçük Ağbaba burada da sürekli hareket halinde; hızlıca Almanca öğreniyor. Annesi ve diğer akrabalarına tercümanlık yapıyor. Sekiz aylık Almanya macerasından sonra aile çocuklarını okula yazdırmak üzere yeniden Türkiye’ye götürüyor. Götürüyor ve geri Almanya’ya dönüyorlar… Ağbaba, evde büyük abla ve ağabeyleri Cemile, İsmail, Zehra ve Hür’e emanet ediliyor. Yine hasret günleri başlıyor… Ağbaba, “Özellikle annemi çok özlerdim çünkü yazları onunla damda beraber uyurduk” diye anlatıyor: “Karaca Köyü İlkokulu’na yazdırıldım. Her öğlen eve koşar tarhana çorbası içerdim. Bizde köyün çerezi tarhanadır. Kışın sobanın üzerine koyar, ısıtır, yeriz… Okulu da arkadaşlarımı da çok seviyordum. Yaramazlıklarım da devam ediyordu. Traktörden atlar başımı yarar, dana gütmeye gidip danalarla kavga edip dönerdim. Yazları anneannemle bahçede kalırdık. Babaannem beni ‘kara danam’ diye severdi…”

Yazının Devamını Oku

Ayda 500 bin takım elbise satan Abdullah Kiğılı: Düğmem kopsa dikemem!

31 Ekim 2021
Bir zamanlar Pera’da… Takım elbise ve şapkasız dolaşılmayan yıllarda… Takım elbiseler ‘hazır’ satılmaz, kumaş alınır terziye gidilirdi. Kapalıçarşı’da bir genç adam, bir kumaş dükkanında “Ne yapabilirim?” diye dört dönüyordu… Tecrübesi azdı ama girişken ve çalışkandı. Aradan 55 sene geçti… Bugün 70 ilde, 200’den fazla mağazasıyla ayda 500 bin takım elbise satan Türkiye’nin duayen perakendecilerinden Abdullah Kiğılı, “Bana ‘Al şu gömleğin düğmesini dik’ desen dikemem ama ‘Fabrikasını idare et dersen’ en iyisini yaparım!” diyor...

Sohbete büyük ünlü uyumuna uymadığı için söylemekte zorlandığımız soyadıyla başlıyoruz! Abdullah Bey, “İnsanlar artık yavaş yavaş alıştı ama Türkçe’de ‘i’, ‘ğ’ ve ‘ı’ harflerinin yan yana geldiği pek fazla kelime yok. Kiğı böyle bir yer! Benim aile kökenim de orada” diye gülümseyerek açıklıyor. Kiğı, ünlü uyumuna başkaldırdığı gibi bir türlü bir vilayete de bağlanamıyor. Erzincan’dan alınıyor, Elazığ’a veriliyor. Oradan alınıyor, Bingöl’e geçiyor. Bugün beş bin kişinin yaşadığı bir ilçe ama dede Ahmet Kiğılı, 1936 yılında, soyadını aldığı ilçeden ümidi kesiyor ve ailesini Malatya’ya taşıyor. Abdullah Bey, Süleyman-Kifaye Kiğılı çiftinin üç çocuğundan en küçüğü olarak 1943 yılında Malatya’da dünyaya geliyor. Ancak burada da fazla kalmıyorlar ve 1952’de İstanbul’a göç ediyorlar. Aile kumaş işi yapıyor. Baba Süleyman Bey’in Ermeni bir ortakla 1938’de açtığı ‘Kiğılı’ isimli ufak dükkân da İstanbul’da kumaş ticaretinin kalbi olan Kapalıçarşı civarındaki Sultanhamam’a taşınıyor.

‘ÇEKOSLOVAK MENDİL BEYİM SOLMAZ BUNLAR!’

Abdullah Kiğılı, 1950’lerin İstanbul’unda, Beyazıt semtinde sıcak komşu ilişkileriyle mutlu çocukluk geçiriyor. En büyük zevki futbol oynamak. İleri uçta iyi bir santrafor oyuncusu! Dersleri pek parlak değil… Her sene bir, iki dersten ikmale kalıyor ama sonunda sınıfı geçmeyi başarıyor. İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun oluyor. Edebiyata meraklı. Bu alanda eğitim düşünüyor. Ancak bir talihsizlik sonucu baba Süleyman Bey hastalanıyor. Dükkan üç çocuktan birine emanet edilecek ama kime? Kiğılı, “Benden altı yaş büyük ağabeyim Zeki, eczacılık fakültesi öğrencisiydi, ‘Dükkanın kapısından girmem!’ dedi. Ablam da olamazdı. İş başa düştü, çaresiz başladım” diye anlatıyor. Tecrübesiz değildi. Babası onu yaz tatillerinde bir manto dükkanına ‘staj’a yolluyordu: “Hanın girişinde çığırtkanlık yapardım; kadın müşterileri ‘Mantoya bak bayan!’ diye içeri alıyordum. Bir yaz kazandığım parayı sermaye yaptım. O dönem solmayan, buruşmayan Çekoslovak yapımı erkek mendilleri vardı. Bayramlardan önce tezgahı yere serer ve bağırarak satardım: ‘Çekoslovak beyim Çekoslavak, solmaz beyim solmaz!’”

SENE 1940: Malatya’da baba Kiğılı Süleyman Bey’in ilk dükkan açtığı Şirket Hanı.

‘BABAM İÇİN MASRAF İSRAF DEMEKTİ’

Ancak kendi işini yapmakla babanın dükkanı arasında fark vardı... Abdullah Bey, “Babam muhafazakar biriydi. Dükkanı da öyle işletirdi” diye devam ediyor: “Mevcutla iktifa eder, haline şükrederdi. Gelişmek gibi bir düşüncesi yoktu. Masrafı, ‘israf’ olarak görürdü. Bizim işimiz erkek kumaşıydı; takım elbiselik, pantolonluk, ceketlik... Babam kumaşları üç, beş toptancıdan alırdı. Yeni renkler bizde olmazdı çünkü ‘satılmaz’ diye bakılırdı. Sene 1964. Müşterilerimiz orta halli insanlardı; memurlar, öğretmenler… Aldıkları kumaşları mahalle aralarındaki terzilere götürür, elbise diktirirlerdi. Hazır giyim diye bir şey yoktu. İlk iş, anacığıma rica ettim, babamı akraba ziyareti diye 15 günlüğüne Malatya’ya gönderdim. O arada dükkanı yeniledim, mağazayı çiçek gibi yaptım! Dönüşte babam, ‘Eyvah gitti paralar!’ diye sitem etti…”

Yazının Devamını Oku

'Yemeklerimi bir tek annem beğenmez!'

24 Ekim 2021
Yemek hazırlamak, onun için yalnızca karın doyurmak için yapılan bir eylem değil... Sorunca, “Hayatımdaki en büyük tutkum” diyor. ‘MasterChef Türkiye’nin jüri üyelerinden Somer Sivrioğlu ile buluştuk... Bize büyüdüğü Kadıköy sokaklarını, kimsenin bilmediği hobi ve meraklarını, anneannesinin mutfağını, en sert jürisi olan annesinin restoranlarını ve Avustralya günlerini anlattı. Ayrıca iyi restoran seçimi ve lezzet sırlarından küçük tüyolar verdi.

Hikâyesi 1971’de Kadıköy’de başlıyor... Baba tarafı Eskişehir kökenli ama yıllar önce İstanbul’un Kadıköy ilçesine yerleşiyorlar. Somer Sivrioğlu, “Kadıköy’de, tam olarak Rexx Sineması’nın karşısına” diye detaylandırıyor çünkü bu detayın hayatında önemli bir yeri olacak! Annesi de Kadıköylü... Çift çok geçmeden boşanıyor. Somer Şef de Kadıköy sınırları içinde biraz anne, biraz baba evinde ama daha da çok sokaklarda büyüyor. Hem yemekle hem de hayatla ilgili ilk hatıralarının Rexx Sineması’nın karşısındaki aile apartmanında olduğunu söyleyerek başlıyor: “Apartmanda kapılar hiç kapanmazdı. Yemeği o sırada nerede oynuyorsak o evde yerdik. Anneannem Balkan göçmeniydi. Onunla çok zaman geçirirdim. Çok iyi börek ve karnıyarık yapardı. Halen en sevdiğim yemek karnı yarıktır. Çok güzel Balkan yemekleri yapardı. ‘Şekerpare yaptım, gelin’ diye çağrı yapar, bütün aile onun evinde toplanırdı. Yemeğin birleştirici gücünü ilk kez orada gördüm.”



‘EVİMİZİN ÜNLÜ MİSAFİRLERİ’

Somer Şef’in anneannesiyle bir başka ortak keyfi daha vardı; Rexx Sineması’nda film seyretmek... Öğreniyoruz ki ilk aşkı da aslında yemek değil sinemaymış! Anlatıyor: “Sinemaya çocukluğumdan beri düşkünüm. Anneannemle haftada bir mutlaka Yeşilçam filmlerine giderdik. Bir Cüneyt Arkın hastasıydım. Halen Hollywood ve Yeşilçam filmleri üzerine çok bilgim vardır. Yarışmaya girsem iyi derece alırım! Liseden itibaren okulun kültür-edebiyat kolu başkanıydım. Piyeslerde oynardım. Annem üçüncü kez evlendiğinde bana başka bir kapı açıldı. Annemin eşi Altın (Pınar) ağabeyin arkadaşları sanatçılardı. Savaş Dinçel, Müjdat Gezen, rahmetli Tuncel Kurtiz, Ferhan Şensoy hep bizim evdeydi. Onlardan çok etkilendim.”

'ANNEM HERKESİ KOVUNCA...'

Yazının Devamını Oku

‘Kırık kalpler’in usta tamircisi... “Türkiye’de yaratıcılığı, Amerika’da fırsatı buldum”

17 Ekim 2021
Sene 1960’lar… Amerika Birleşik Devletleri’nin Delaware eyaletinde bir erkek çocuğu söylene söylene bahçedeki çimleri biçiyor. Babası, kendi memleketi Türkiye’de alışık olduğu üzere oğlunun da bahçeyle ilgilenmesini istiyor. Onunsa aklı fikri harekette! Öyle tutkulu bir spor aşığı ki sürekli vücudun nasıl çalıştığını kurcalıyor; acaba ne yaparsa daha kuvvetli kaslara sahip olup daha hızlı koşabilir, dizi incinirse bunu nasıl tamir edebilir? Bu merak sonunda onu dünyanın en ünlü doktorlarından biri yapıyor… Prof. Dr. Mehmet Öz ile beraberiz!

Onu New York’taki stüdyosunda, ofisinde yakalıyorum. Tıpkı yaşadığı şehir gibi kendisi de çok hızlı! Sevimli bir aksanla konuştuğu mükemmel Türkçesi, beyninin çalışma hızına yetişmekte adeta zorlanıyor. İnternetteki biyografileri ‘Babasının görevi nedeniyle 1960’ta Cleveland’da doğdu’ diye başlıyor. Ancak biz filmi daha geriye saracağız… Prof. Dr. Öz, “Babam Mustafa Öz Konya’nın Bozkır ilçesindendi. 1925’te doğmuş ve orada büyümüş” diye başlıyor: “Annem Suna Öz’ün ailesiyse saray kökenli. Çerkez olan anneannemin anneannesi haremdeymiş. Anneannemin annesi haremde doğmuş. Onları alan Abdülmecit Efendi 1861’te ölünce haremden ayrılmışlar ama hep İstanbul’da kalmışlar. Babam ile annem, İstanbul’da terzilik yapan halam sayesinde tanışmış. Babam devlet bursuyla tahsil için Amerika’ya gidecekmiş. Annemin elbiselerini diken halam, anneme babamdan bahsetmiş. Robert Koleji mezunu olup Amerika’yı hep çok merak eden annemin ilgisini çekmiş. Yaz aylarında babamla tanışmışlar. Kısa müddet sonra nişanlanıp evlenmişler ve 1955’te Amerika’nın yolunu tutmuşlar.”

SENE 1961: Atlanta

‘ÇOCUKLUĞUM İKİ ÜLKE ARASINDA GEÇTİ’

Çiftin üç çocukları oluyor. Mehmet Öz, 1960’ta Cleveland’da doğuyor. Bir yıl sonra kız kardeşi Seval Atlanta’da doğuyor. Aslında ailenin niyeti bundan sonra Türkiye’ye dönmek ama… Prof. Öz anlatmaya devam ediyor: “Babam verem üzerine çalışmalar yapıyordu. Türkiye’de o dönemler imkanlar çok kısıtlıydı ve babam gördü ki orada pek istikbal yok. Maaş da daha iyi olduğundan biz Delaware’de kaldık. Diğer kız kardeşimiz Nazlım da burada doğdu. Benim çocukluğum kış aylarında Delaware’in Philadelphia kentinde, yaz aylarındaysa hiç kaçırmadan, her sene üç aylığına, imtihanlar biter bitmez soluğu aldığımız Türkiye’de geçti. Yaz sonu da okullar açıldıktan ancak bir hafta sonra gelirdik çünkü annem hiç dönmek istemezdi. Yazları ilk seneler annemin ailesiyle Erenköy’deydik ama sonra babam hem Türkçe’yi ilerletmem hem de Türkiye’yi daha iyi anlayabilmem için kendi akrabalarının yanında vakit geçirmemi istedi; Ankara, Bozkır, Konya, Küçükçekmece…”

Yaş 2

‘ABD’DE İLERLEME, TÜRKİYE’DE KÜLTÜR VARDI’

İki ülke arasında büyümek Prof. Dr. Mehmet Öz’ü nasıl etkilemiş acaba? Beni, “İkisi bambaşka dünyalardı” diyerek yanıtlıyor: “Amerika çalışmak içindi… Başarılı olmak için ders çalışırdım, iyi bir öğrenciydim, spor takımlarında oynardım. Türkiye’ye döndüğümdeyse bambaşka bir yerdi… İstanbul zaten çok özel, dünyada ona benzeyen şehir yok. Philadelphia ise Amerika’nın kalbinde, endüstrinin merkeziydi. Fabrikalar var ama Beyoğlu yok, Boğaz yok… Bunları gördüğümde hem çok sevdim hem de Türklüğümü hissetmeye başladım ama bir ayağımı Amerika’da tutmakta menfaat gördüm. 1960’larda Amerika bir numaralı ülkeydi. İkinci Dünya Savaşı’nın galip devletiydi. Avrupa fakirdi, savaş yüzünden çok kayıp olmuştu. Amerika toprakları üzerinde savaş olmadığından inanılmaz bir ilerleme vardı ama bu ilerlemenin içinde Türkiye’nin kültürel zenginliği yoktu. İkisini birden anlamak benim için çok faydalı oldu. Dünyayı hem Batı’dan hem de Doğu’dan gördüm. Amerika’da istikbalimiz açıktı. Türkiye’de kültürel zenginliği benimserken fırsatlar çok daha azdı. Para yoktu, yatırım azdı.” Bu iki farklı tarzın Öz’e ne bakımdan katkı sağladığını biraz sonra dinleyeceğiz…

Yazının Devamını Oku

Erdal Özyağcılar: Halkın filesine girdim, beni çok sevdiler

10 Ekim 2021
Size de Erdal Özyağcılar tiyatroda, sinemada, dizilerde, hangi rolü oynarsa oynasın hayatınızdaki tanıdık birini andırıyor mu? Bu bir tesadüf değil… Sanat hayatında 50 yılı geride bırakan usta oyuncu, başarısının sırrını ‘halkın filesine girmek’ olarak veriyor: “Halkın bir beyaz filesi vardır; içinde yarım kilo kıyma, bir kalıp peynir, dört domates, yarım kilo patates… Ben o fileye bir ‘Erdal Özyağcılar’ olarak girmeye çalıştım ve başarılı oldum…”

Tam 50 küsur yıldır sahnede! Kah biz onun tiyatro salonlarına konuk olduk kah o filmlerle, sinema salonlarıyla seyirciye geldi, bizi ekranlara bağlayan dizilerle evimize konuk oldu. Her jenerasyondan izleyicinin en sevdiği oyunculardan biri Erdal Özyağcılar. Bu sevginin sırrı nedir? Özyağcılar, “Bu sevgi karşılıklı…” diyerek başlıyor yanıtlamaya: “Mesleğimi severek yapıyorum. Bu meslek insanı ilgilendirdiği için insan ve canlı sevgim de çok fazla… Bu sevgi daha çocukluğumdan başlamış. Babam bana iki küçük kardeşim de doğduğunda ne kadar mutlu olduğumu anlatırdı. Onları hiç kıskanmamışım. Evde günler olduğunda gelen misafirlerin çocukları da hep benim odama gelirlerdi, onlarla ilgilenirdim…” Özyağcıların hikayesi Konya’da başlıyor. Türkmen kökenli aile daha sonra Bursa’ya yerleşiyor. Önce Mudanya’daki zeytin bahçelerinde, soyadlarını da aldıklarını zeytinyağı üretimi yapıyorlar. Daha sonra deri işine giriyorlar. Dede işini Erdal Bey’in babası devam ettiriyor. Erdal Özyağcılar da ailenin Uludağ’ın yamaçlarına bakan geniş bahçeli bir Rum evinde 1948’de dünyaya geliyor. Onu biri kız diğeri erkek iki kardeş izliyor; Ender ve Mustafa.

Anne ve babasıyla...

SAKİNLEŞSİN DİYE ÜFÜRÜKÇÜYE...

Erdal Bey’in çocukluğu, evde kalabalık aile, geniş bahçede ağaçlar arasında koşturarak geçiyor. Çocukluğunu şöyle anlatıyor: “Çevremdeki insanlar annem, babam, babaannem de keyifliydi.

Sene 1950'ler

Bahçede bir manolya ağacımız vardı. Manolya koklanmaz, koklanınca sararır…

Tıpkı Zeki Müren’in ‘Koklamaya kıyamam benim güzel manolyam’ dediği şarkısı gibi… Komşumuz bir hastaneydi. Bizden sürekli manolya isterlerdi. Ben de ağaca tırmanıp manolya koparır, verirken de ‘Ama bunu koklamayın, e mi?’ derdim. Babaannemin odasında kalırdım. Onunla aramızda büyük bir aşk vardı. Çok yaramaz bir çocuktum. Biraz da hiperaktivitem vardı. Babaannem sakinleşeyim diye beni üfürükçüye götürürdü.”

Yazının Devamını Oku

Londra ‘ben’ İstanbul ‘biz’ demek

12 Mayıs 2013
Yazar Elif Şafak üç yıldır Londra’da yaşıyor. Peki Avrupa’nın bu en kozmopolit şehrinde nasıl vakit geçiriyor, nerelere gidiyor, neler yapıyor? Yağmurlu havalar onu nasıl etkiliyor? İşte Elif Şafak’ın Londra’sı

Yılın ne kadarı Londra’dasınız?
- Mümkün olduğunca bir denge bulmaya çalışıyoruz İstanbul ve Londra arasında. Ne sürekli oradayım, ne sürekli burada. Göçmenlikle göçebelik farklı haller. Çocukluğumdan beri hep göçebe oldum. Evlenince değişirim zannetti herkes. Ama değişmedi.
Bu göçebelik hali için herhangi bir yer olabilir miydi yoksa Londra’nın sizin için ayrı bir önemi mi var?
- Bu şehri seviyorum. Kozmopolit yapısını, çokkültürlülüğünü, hem geçmişe önem verip hem modern olabilmesini... Bir de gri havasını kendime yakın buluyorum. Dil de benim için önemli. Romanlarımı hem İngilizce hem Türkçe yazıyorum. 12 seneyi aşkın bir zamandır bunu yapıyorum. Daha evvel Amerika’daydım. Arizona-İstanbul arasında gidip geldik Eyüp’le (Can) beraber. 26 saat sürüyordu yol. Perişan oluyorduk. 
Londra’daki hayatın hızı Türkiye’yle karşılaştırıldığında nasıl?
- Türkiye’de, bilhassa İstanbul’da hayat çok hızlı. Bu bir yanıyla güzel çünkü hiçbir şey durağan değil. Öte yandan yorucu. Kendimize bir ‘öte diyar’ bulmamız lazım. Çünkü bu şehir ruhumuzu kuşatıyor. Bunu söylerken illa herkes yurtdışına çıksın anlamında söylemiyorum. Herhangi bir kasaba da olabilir mesela. Enerjisi iyi gelen bir yer. Kimi doğduğu köye döner aralarda. Kimi Ege’de bir yere çekilir.

HER YAZ BUNALIMA GİRERİM

Yazının Devamını Oku

Şarap Türk hayat tarzının bir parçası olarak pazarlanabilir

11 Mayıs 2013
Intelligent Life dergisinin ödüllü şarap yazarı Tim Atkin, Masters of Wine Weekend etkinliği için geçen hafta İstanbul’daydı. Beş gün boyunca 320 Türk şarabını tattı, en iyileri seçti.

Master of Wine olmak için ne yapmak gerekiyor?

- Sınavlara giriyorsunuz. Üç ay boyunca tek işim sınavlara hazırlanmaktı. Her gün gözüm kapalı 12 şişe şarap tattım.

Peki en başa dönelim... Şaraba ilginiz nasıl başladı?   

- Aslında gazeteci olmak istiyordum. İlk işim bir şarap dergisindeydi. O zamana kadar şarapla pek ilgilenmiyordum. Çeşitli eğitimler aldım ama şarabı öğrenmenin en güzel yolu bolca tatmak. Yanınızda sizden daha fazlasını bilen ve anlatan birileri varsa daha da iyi! Bu konuda çok şanslıydım. 2001’de de Master of Wine oldum.

Ayda kaç şişe şarap içiyorsunuz?

- Bin şişe! Gayet keyifli oluyor ama bazı kurallarım var. Örneğin evde tek başımayken veya gündüzleri içmiyorum. Limitim yok ama nerede durmam gerektiğini biliyorum.

Şaraptan sıkılmaktan korktuğunuz oluyor mu?

- Hayır çünkü şarabın içinde tarih, jeoloji, iklim bilimi ve coğrafya var. Bağları olan çok ünlü insanlarla tanışıyorum, seyahat ediyorum. Örneğin geçen yıl Boğazkere bağlarına bakmaya Diyarbakır’a gittim. Oradaki bağlar dünyanın en eski bağlarından.

Yazının Devamını Oku

Yelkenler fora mamma mia!

7 Temmuz 2012
Havalı şeylerin memleketi İtalya’da, deniz ve yemeği birleştiren geleneksel Cooking Cup’ın (Yemek Kupası) 12.’si yapıldı. Venedik’teki yelken yarışını kazanan, tekne dalgalarla boğuşurken en güzel yemeği hazırlayan şefin takımı oluyor.

Cooking Cup, her yıl İtalyan su markası Sanpellegrino’nun ev sahipliğinde Venedik’te yapılıyor. Yarışmanın iki ayağı var. İlki etkinliğin konuklarının da katılımıyla yapılıyor. Farklı ülkeleri temsil eden on şef özel yemekleri sunarak ‘Halkın Seçimi’ unvanını kazanmaya çalışıyor. İkinci etaptaysa şefler mürettebatla yelkenliye biniyor.
Tekneler, Lido ve San Giorgio Adası arasındaki muhteşem lagününün arasındaki 12 mili hızla geçmeye çalışırken şefler de daracık mutfakta en güzel yemeklerini yapmak için çalışıyor. Jüri, ünlü tasarımcı Vittoria Missoni’nin efsanevi teknesi Timoteo’da bekliyor. Limana en hızlı varan teknenin şefi, jüriye yemeğini veriyor. Yarışa katılabilmek için üç şart var: 30 yaşından genç olmak, bir restoranda çalışmak ve profesyonel olarak aşçılıkla uğraşmak.

KADINLAR SAYESİNDE ŞEF OLANLAR

Bu yılki yarışmaya katılmaya hak kazanan 10 şef İtalya, Çin, İsveç, Avustralya, Rusya, Hollanda, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail, Belçika ve Lüksemburg’un en ünlü restoranlarından geliyordu. Ne yazık ki aralarında kadın yoktu ama hepsinin yemek yapmaya başlama sebebi bir kadındı. Bir kısmı anneleri çalıştığı için kendi kendilerine yemek yapmayı öğrenmiş; diğerleriyse evde anneleriyle mutfakta vakit geçirerek yemeğe merak sarmış.
Isınma turu, etkinliğin konukları için yapıldı. Yemekler tadımlık porsiyonlarda ve birbirinden lezzetli olsa da bir saat içinde 10 farklı yemeği tatmak hayli zor oldu; karidesli domates, füme somon yüzgeci, kuşkonmaz suyunda midye... Dolu midelerle sonunda en beğendiğimiz şef için Sanpellegrino şişelerinin kapaklarıyla oy verdik. ‘Halkın Seçimi’ ödülünü kazanan, istiridye sirkeli kurutulmuş langustin balığıyla İsrailli şef David Frenkel oldu.

PAZARDA MALZEME AVI

Asıl heyecansa ertesi gündü. İlk durak Venedik’in tarihi Rialto Pazarı’ydı. Çünkü bu yıl, yarışa ilk defa yeni bir kural kondu; şefler tariflerinde belli malzemeleri kullanmak zorundaydı. 100 Euro bütçeyle 50 dakikaları vardı. ‘Süpermarket’ yarışmasındaki gibi hızla pazara dağıldılar. Alışverişin ardından teknelerinin yolunu tuttular. Malzemeler yüklendi. Şefler alışık oldukları geniş çalışma alanlarından sonra teknenin daracık mutfağını önce yadırgadı. Çoğu daha önce hiç yelkenliye bile binmemişti. Binenler de küçücük mutfağında yemek yapmamıştı...

Yazının Devamını Oku